Post-apokaliptik sinemanın bir örneği olarak Children of Men

22 Mart 2024 13:45

Kısırlık dini maneviyat anlamındaki kısırlığında bir anlatımı olarak Hristiyan kurtuluş anlayışının bir anlatımına sahipken kitap bu anlayışın yine ters yüz edilmiş halidir. Film bu anlamıyla uhrevi bir kurtuluşun olmayacağını ve çözümün de yukarıda değil, buralarda bir yerlerde olduğunu söylüyor. Felaketin karşısında umut ise siyah, mülteci ve erkek olmak yerine bir kadında vücut buluyor

“…Deniyor ki, Çin’de, eğer birinden gerçekten nefret ediyorsanız, ona “İnşallah ilginç zamanlarda yaşarsın” diye beddua edilirmiş. Tarihi olarak ilginç zamanlar, kargaşa, savaş ve iktidar mücadelelerinin yaşandığı, milyonlarca masumun ağır bedeller ödediği dönemlerdir. Bugün, apaçık ki, bir ilginç zamanlar çağına yaklaşmaktayız.”[1]

Children Of Men filminin çekildiği tarih ile film içerisinde geçtiği zamana bakıldığında gerçekten ilginç olayların yaşandığı ve filmin de böyle bir dönemi anlattığı rahatlıkla söylenebilir. Bununla birlikte gerçek dünyada bizim yaşadığımız zaman ve olaylara bakıldığında ise bunun tam tersinin söylenmesinin  çok mümkün olmadığı da ayrıca bir gerçek olacaktır. Children of Men filmi tarz olarak benzer filmlerin yanında bu sebeple ayrılmakla birlikte aynı sebeple de yazının konusunu oluşturmaktadır.

Ananı Da!, Harry Potter ve Azkaban Tutsağı, Gravity ve Roma filmlerinin de yönetmeni olan Alfonsa Cuaron yapımı olan Children of Men filmi Türkiye’de Son Umut ismiyle vizyona girmiş. Orijinal ismiyle bağdaşmasa da film, dünyayı altüst etmiş ve yıkıma sürükleyen bir musibetin sonucu insanların kurtuluş için pek umut beslemedikleri bir zamanda geçen ve post-apokaliptik tarza sahiptir. Film, 2027 yılının Londra’sında geçmekle birlikte 2009 yılında çözülemeyen bir nedenden dolayı kadınların kısırlaşması ve dolayısıyla doğumların olmaması sonucunda dünyanın yıkımın eşiğine gelmesini konu edinmiştir. Bildiğimiz anlamda tüm siyaset, ekonomi, hukuk kurumları çökmüş, devletler neredeyse ortadan kalkmış ve sadece baskıcı bir rejim olarak Britanya ayakta kalabilmiştir. Pek çok sorunun yanında filmde ana motif olarak mülteci sorunu işlenmekle birlikte filmin didaktik bir yapısının olmadığını söylemek de mümkün.

Ütopyalar ve distopyalar

Filme geçmeden önce post apokaliptik veya distopik tarzdan bahsetmenin filmin anlatımı bakımından da kolaylık sağlayacağını düşünüyorum. Post-apokaliptik kelime olarak kıyamet sonrası anlamına geliyor. Aslına bakılırsa sinemanın endüstriyelleşmesi ve daha fazla yatırımın yapılarak film sayılarının artmasıyla korku, komedi, aksiyon veya bilim kurgu gibi film türleri/janrları ortaya çıkmıştır. Post-apokaliptik dediğimiz türü ise bilim kurgunun bir alt türü olarak nitelemek mümkündür. Bu türün öncüleri olarak aslında edebiyatta ütopya ve distopyaları görmekteyiz. Ütopyalar basitçe ideal toplum ve dünya düzenin yer aldığı, kelime anlamı olarak olmayan veya olması gereken kurgusal fantezilerin anlatıldığı eserlerdir. Bunun ilk örneği ise Thomas More’un Utopia’sıdır. Distopyalar ise ütopyanın antisi olarak bozulmuş toplum ve dünya düzeninin anlatıldığı ve daha çok da anlatılanların gelecekte yaşanabileceği uyarısında bulunan eserlerdir. Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünyası veya George Orwell’in Hayvan Çiftliği bunlara örnektir.

Distopyalara bakıldığında doğal düzeninde giden bir kent yaşamında veya onun temsilinde içeriden veya dışarıdan gelen bir unsur bu düzeni bozmuş ve bu düzende yaşanılmak zorunda kalınmıştır. Bozan unsur çeşitli şekillerde sirayet edebilir; biyolojik-ekolojik yıkımlar, istilalar, politik veya dini hatalar… Bu tarzdaki eserler her ne kadar fantezi niteliğinde olsalar da konuları bakımından dönemsel özellikler de taşımaktadırlar. Örneğin Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı 1929 Buhranı’ndan birkaç yıl sonra yazılmıştır. Kitap “F.S. 632’de istikrar yılında” geçmektedir. Kısaltmadaki F. aslında Henry Ford’dur. Ford’un seri üretime dayalı anlayışı gelecekteki belirsiz bir tarihte insan üremesinden ilişkilerine kadar uygulanmıştır.

Her ne kadar anlatım tarzı, türü ve ruhu bakımından birbirinin aynı gibi görünse de post-apokaliptik ve distopik filmler arasında ince bir fark olduğunu da söyleyebiliriz. Distopik anlatımlarda kurulu bir düzen bozulmuş olsa da burada dünyanın sonuna yol almaktayız; post-apokaliptik anlatımlarda ise artık dünyanın sonu veya düzene ilişkin bilgilerimizin ve gerçekliğin son bulduğu, yeni bir gerçeklik içerisinde hayatta kalma veya buna son vermenin hikayesi anlatılmaktadır. Bazı filmlerde kıyametin müsebbibi verilmiş olsa da bazılarında ise buna dair herhangi bir bilgi verilmez.

Tüketim kültürüne eleştiri

Aslında film kelimenin tam manasıyla kıyamet sonrası bir evrede başlar. Zombi kültünün yaratıcılarından sayılan George Romero’nun Dawn of the Dead filmi buna örnek gösterilebilir. Film, sebebi bilinmeyen bir nedenden dolayı insanların zombiye dönüşmesi ve dünyaya yayılmasıyla başlar. Zombi filmlerinde genellikle laboratuvarda yapılan deneyler sonrası bir virüsün dünyaya yayılması ve bunun çarelerinin aranması konu edilirken burada böyle bir durum yoktur. Filmin en ayırıcı noktalarından birisi ise büyük bir kısmının alışveriş merkezinde geçmesidir. Henüz dünyada yayılmaya başlamamış “AVM’lerin” karakterlerin hayatta kalmaya çalışmalarında barınak olması, zombilerin özel mülk düsturu olmadan bu yeri işgal etmesi ve ancak ana karakterlerin de zombilerden farklı olmadan burayı kullanmaları bir yanıyla tüketim kültürüne eleştiri niteliğindedir. Bir yanıyla korku duygusu insan altı yaratıklar aracılığıyla verilirken aslında diğer yandan ideolojik bir altyapıya da sahiptir.

Bu filmlerin estetik anlamda korku ve gerilim duygularını harekete geçiren ve bu duyguların hazzına yönelik tüketim gözüyle bakılması bir yönüyle kaçınılmaz olsa da çoğunda politik motiflerin ağır bastığı ve bu gözle izlendiğinde de başka bir değerinin olduğunu söylemek gerekir. 1979 yapımı Mad Max evreninde, kumlarla çevrili bir coğrafyada enerji kıtlığının olduğunu ve asıl enerji kaynakları olan su ile petrolün tiranın tekelinde olduğunu görebilmekteyiz. 1999 yapımı David Crononberg’in Existenz filminde (aynı yıl çıkan Matrix filminin gölgesinde kalmış olsa da konu bakımından benzerlik göstermektedir) insan bedenine takılarak oynanan ve kendi gerçekliği olan bir oyunu konu edinmektedir. Çıktığı yıl bakımından bilgisayar oyunlarının bu kadar gelişmediği, sanal gerçeklik kavramının tedavülde olmadığı dikkate alındığında hâlâ güncelliğini yitirmediği görülecektir. Bugün yaşadığımız ve felaketler kapitalizmi olarak tanımlayabileceğimiz dünyada bu filmlerin işlevini; yaşadığımız siyasal düzen ve insan ilişkilerinin tamamen ters döndüğü anda nasıl bir durumla karşı karşıya kalacağımızın birer uyarısı olarak okuyabiliriz. Tam tersinden bakarsak her ne kadar fütüristik, yani gelecek zamanı temel alsalar da “şimdinin” de birer ifşası olarak okumak da mümkündür zannımca. Son yıllarda epey rağbet gören Black Mirror dizisi bunun biraz panoraması gibidir.

Yukarıda biraz bahsedildiği gibi Children Of Men filminin ana kurgusu dünyada yaşanan kısırlık ve tüm sistemin çökmesi, Britanya’nın faşist diktatörlükle ayakta kalması üzerine 2027 Londra’sı üzerinden gitmektedir. Ana karakterlerden olan Theo Faron filmin başında bir kahveciye girer ve tüm müşteriler televizyondaki habere odaklanmışlardır. Bizlere çok yabancı olmayacak güncel haberler şöyledir: “Seattle kuşatmasının 1000. günü, Müslümanlar ordunun cami işgalini sonlandırmasını istiyor, Ulusal Güvenlik Kanunu yürürlüğe girdi, 8 yıldır İngiliz sınırlarının kapalı kalmasına karar verildi, yasa dışı göçmenlerin sınır dışı işlemleri devam edecek.” Ardından ana haber ise dünyanın en genci olan 18 yaşındaki birinin ölüm haberidir. Kişi, hayranına imza vermemesi sonucu yine hayranı tarafından öldürülmüştür. 2009 yılından beridir yeni doğumların olmamasıyla en genç yaş 18’dir ve bu haber insanları yasa boğar. Theo ise bu haberle pek ilgilenmez. Kendisi eski bir aktivist olmasına rağmen sonradan bürokrat olmuş küskün(!) aktivisttir. Kahvesini aldıktan sonra mekandan uzaklaşırken son anda bir bombanın patlamasından kurtulur, işine gittikten sonra ölüm haberinin kendisini çok yıprattığı yalanıyla izin alarak eski arkadaşı Jasper’i ziyarete gider.

Jasper, ormanın içerisinde izole bir şekilde felçli olan eşiyle birlikte yaşayan eski muhalif bir karikatüristtir. Eski zamanlarda pek çok işkence görmüş (eşinin neden felçli olduğuna dair bir bilgi olmasa da bu nedenden olma ihtimali mevcut) mücadele içerisinde olduğu belli olsa da şimdilerde esrar yetiştirip satmaktadır. Hippi tiplemesine oturan Jasper’in bir John Lennon canlandırması olduğu da çok açık.

Hikayenin devamına geçmeden filme dair bu kısımda şunları söyleyebiliriz: Mevcut düzene muhalif olan ve geçmişlerinde buna dair mücadele vermiş olan kişiler, en kötü dönemde umursamazlık veya depresif bir hal içindedirler. Filmde buna dair eleştiri mevcut olmakla birlikte sunulan evren tüm bilgilerin ters yüz olduğunu da gösteriyor. Örneğin Jasper muhabbet ederlerken Theo’ya bir fıkra anlatır. Fıkrada dünyadan pek çok bilim insanı bir yemekte bir araya gelmişler ve kısırlığın neden ortaya çıktığına dair sohbet etmektedirler. Kimisi insanlar üzerinde yapılan deneyler, kimisi iklim değişikliği gibi argümanlar ileri sürmektedir. İngiliz bilim insanı ise kenarda iştahla yemeğini yerken soru kendisine yönelir. Yediği leyleğin kanadını sıyırırken “Hiçbir fikrim yok. Bu arada leylek de çok lezzetli değil mi?” cevabını verir. Bir bilim insanından insanın neden üreyemediğine dair leylek göndermesini söylemesi ama aynı zamanda bir leyleği yemesi beklenmedik bir durum olsa gerek.

Devamında Theo evine döner, sabah işine giderken Fisher isimli bir örgüt tarafından kaçırılır. Bu örgüt, mevcut yönetime karşı mültecilerin vatandaşlar ile aynı haklara sahip olması için silahlı mücadele veren bir örgüttür. Theo sorgu odasındayken örgütün lideri konumunda olan Julian’ı görürüz. Theo, Julian’ın eski eşidir. Julian da Theo gibi eski bir aktivist olup aynı yolda devam ederken Theo ile arasında kontrastı burada görürüz. Julian, bir mültecinin sınır dışı işlemleri için ihtiyacı olan belgelerin temininde Theo’nun yardımını ister. Theo’nun kuzeni devlet sanatçısı gibi bir konumda olup nüfuz sahibidir. Theo başta kabul etmeyecekse de kendisine iyi bir para teklif edilir ve o da kabul eder.

Platin bacaklı Davut

Theo’nun kuzenine ziyareti filmin önemli sahnelerini içerir. Arabanın içerisinde yol alırken King Crimson’un Court of the Crimson King şarkısı çalmaya başlar. Dışarıda kaotik bir şekilde halk, atlı polisler ve gri bir ton belirirken kuzenin kaldığı sarayın girişinde burjuvanın gösterişli yaşamı gösterilir. Adeta şenlikli bir fuaye alanından geçilir. Kuzeninin kaldığı alana geldiğinde kendisini Michelangelo’nun platin bacaklı Davut heykeli karşılar. Kuzeni yine aynı ressamın Pieta heykelini savaşta kurtaramadıklarını söyler. Salonda meşhur Guernica tablosu asılıdır. Kaldığı yerin tam karşısında Pink Floyd’un Animals albümünün temsili mevcuttur. Filmin baştan sonra müziklerinde progresif rock tarzının pek çok kez kullanıldığı görülmekle birlikte yine sanatın burjuva tarafından ele geçirildiği görülmektedir. Guernica tablosundaki gibi ölümlere sebep olan sınıfın böylesi sanat eserlerinin bozulmasına sebep olması bir yana Davut heykelinde çözüm olarak platin bacağa başvurması hakiki bir çözüme de sahip olmadığını gösteriyor.

Kuzeni aracılığıyla belge işleri çözüldükten sonra Julian, Theo, mülteci siyah bir kadın Kee, yanındaki Miriam ve örgütün diğer üyesi sınır dışına çıkmak için arabayla yolculuğa geçerler. Filmin doruk sahnelerinden olan bu yolculuk sahnesinde, Julian ve Theo şakalar yaparlar ve her şey yolunda giderken bir anda bir çetenin saldırısına uğrarlar. Kaçmaya çalışırlarken Julian vurularak ölür ve örgütün güvenli alanı olan bir çiftliğe geçerler. Sinema çekimi bakımından kaçış sahnesinde kamera sadece arabanın içerisindedir ve arabanın üzerine yerleştirilen bir teçhizat ile çekilmiş olup gayet başarılıdır.

Bunun yanında Julian ile Theo arasında mazilerine dair konuşma hem huzur hem de geleceğe dönük umut barındırırken Julian’ın ani ölümü şok etkisi yaratır ve filmin ana karakteri olmadığını da o şok etkisiyle vererek filmin geneline hakim olan kaygıyı da devam ettirir. Devamında örgütün yeni lideri olarak arabayı süren diğer üye seçilir. Bu noktada Kee, Theo’yla yalnız konuşmak ister ve konuşma sırasında Kee’nin aslında hamile olduğunu öğreniriz. Bu bilgiyle örgüt Kee’nin ne olacağına karar vermeye çalışır. En başından itibaren plan kurtarılmış alan olan İnsan Projesi’ne Kee’nin götürülmesidir ve oraya giden Tomorrow isimli gemiye Kee’nin ulaştırılmasıdır. Örgütün yeni lideri ve diğer çoğunluk üyeleri bunun tehlikeli olduğunu, yolculuk sırasında Kee’nin devletçe kaçırılabileceği gibi argümanları sunarak saklanması gerektiğini söyler. Kee ise gitmek istediğini söyleyerek Theo’ya fikrini sorar. Theo ise bu bilginin halkla paylaşılması gerektiğini söyler ancak kabul edilmez. Sonrasında Julian’ın ölümünün örgüt içi suikast olduğu, Kee’nin örgüt için kullanılmak amacıyla saklanacağı ve hamileliğinin koz olarak kullanılıp Theo’nun da öldürüleceği öğrenilir. Bu noktadan sonra Theo, Miriam ve Kee’yi kaçırarak Jasper’e sığınır. Burada, film içerisinde felaketin son erdirilmesinde çözüm olabilecek olan şeyin halktan gizlenmesi ve halk için amaçlar taşıdığı iddiasında olan örgütün kişisel hırslar nedeniyle koz olarak kullanılması eleştiri konusudur.

Kurtuluş Teolojisi’nin ters yüz edilmiş hali

Bu noktada filmin yapısıyla ilgili bir kısım şeyler söylemek faydalı olacaktır. Film P.D. James isimli yazarın aynı isimli romanından çevirmedir. Kitapta kısırlık dini maneviyat anlamındaki kısırlığında bir anlatımı olarak Hristiyan kurtuluş anlayışının bir anlatımına sahipken kitap bu anlayışın yine ters yüz edilmiş halidir. Theo’dan başlarsak ismi Yunanca Tanrı anlamındadır. Simgesel olarak bu Tanrı dünyaya yüzünü çevirmiş, gelecekten hiçbir umudu olmayan ve çözümün halka açıklanmasını salık veren bir Tanrı’dır. Film bu anlamıyla uhrevi bir kurtuluşun olmayacağını ve çözümün de yukarıda değil, buralarda bir yerlerde olduğunu söylüyor. Felaketin karşısında umut ise siyah, mülteci ve erkek olmak yerine bir kadında vücut buluyor. Alışıldık kurtuluş hikayelerinde dünyayı kurtaran Amerikan ordu veya kahraman tipolojisinin aksine tüm kimlikleriyle ezileni temsil edende umut.

Gemiye ulaşmaları için İngiltere’nin mültecileri kapattığı Bexhill isimli kente ulaşmaları gereklidir. Bunun için Jasper’in esrar sattığı polis onları içeri alacaktır. Bexhill, bir bakıma günümüzün geri gönderme merkezlerine benzediği gibi savaşın hüküm sürdüğü herhangi bir Ortadoğu kentine de benzemektedir. İngiltere hükümeti mültecileri bu alanda koruduğu gibi propagandalar yapsa da kimisi içeri girmeden öldürülmekle buraya da tamamen kaos hakimdir. Henüz içeriye ulaştıklarında polislerden biri Miriam’ı alır ve Theo ile Kee birlikte devam etmek zorunda kalırlar. İçeride onları önceden haberleştikleri Marika isimli bir çingene kadın alır ve bir odaya götürür. Yoldayken sancıları başlayan Kee, Theo’nun ebelik göreviyle doğum yapar. Sabah onları karşılayan polis ve Marika odaya geldiğinde bebeği fark ederler. Polis, Fisherlerin Kee ve Theo için başlarına ödül koyduğunu öğrenir ve niyeti onları teslim etmektir. Marika’nın da yardımıyla polisi atlatırlar. Yine Marika’nın yardımıyla bir Rus’un evine sığınıp sahile ulaşmak için kayık temin ederler ancak bu aşamada Fisherler ile devletin çatışması ortasında kalırlar. Çatışmanın ortasında kaldıklarında bir binadan çıkarlarken bebek ağlamaya başlar, kendilerine yol açılır ve herkes hayranlıkla bebeğe bakarlar. Askerler çatışmayı durdurur ve onların geçişini adeta izlerler. İki dakikalığına dünyada sadece bebeğin ağlaması duyulur; zamanın sıfır noktası gibidir, dünya dışı bir alana patika açılmış ve oraya ilerliyor gibi çatışmanın olduğu binadan dışarı doğru çıkarlar. Sonrasında bir bomba sesi duyulur ve çatışma devam eder. Marika, Theo ve Kee’yi yeraltındaki bir kayığa götürür, kendisi geride kalarak kayıkla denize ulaşırlar. Tomorrow isimli geminin kendilerini alacağı yere ulaştıklarında Theo’un çatışma esnasında yaralandığı anlaşılır ve orada ölür, sonrasında gemi görünür.

Bu şekilde biten filmde kısırlık ilk anlamıyla sadece olayların patlama fitili olarak kullanılmıştır. Neden olduğu, bu konuda çözümlerin ne olabileceği yönüyle ilgilenilmez. Jasper ile ilk konuşmalarında Theo kısırlık olmasa bile zaten dünyanın miadını doldurduğunu söyler. Dünyadaki mevcut sistemin, üretim biçiminin ve bu şartlar altında şekillenen insan ilişkilerinin dünyanın sonunu getirdiği, devamına dair çözümün artık çıkmadığı ve sistemin devamı için daha fazla sömürünün kısır döngüye girmesinin yarattığı simgesel bir kısırlıktan bahsetmek mümkündür. Dünyaya hakim olan mevcut bilgi ve bu sistemin hakim ideolojisi kısırlaşmıştır ve yeni bir tarihsel deneyimin bilgisinden mahrum oluş kısırlığın kendisidir.

Ne beyaz ne Tanrısal bir erkek

Film bir çözüm önerisi sunmasa da çözümün nerede olduğuna ve olmadığına dair birkaç kelam etme aralığı da veriyor. Theo’dan ele alırsak kendisi küskünlüğünü geride bırakıyor, aynı durum kendisini emekli pozisyonundan çıkarıp Bexhill’e ulaşmada olanaklar yaratan Jasper için de söylenebilir. Theo’nun simgesel konumunda ise Tanrı çatışmanın ortasında parmak arası terlik giymek zorunda kalan, belli kısımlarda ayağı aksayan, ebelik yapan ve gayet de korkan bir tanrıdır. Kee’ye çocuğun babasını sorduğunda “bakireyim” şakasıyla karşılaşır. Kıyametteki kurtuluşta Tanrısal görevi yoktur, ebe olmak zorunda kaldığında bu anlayışla gayet de aşağılanır ve kurtarıcı olarak İsa değil, bir kız çocuğunu doğurtur. Yani çözüm beyazların coğrafyasından ve Tanrısal bir erkekten gelmemiştir.

Bexhill, gemiye ulaşmadaki geçit gibidir. Orta Doğu’daki savaş içerisindeki bir kent görünümde olan bu yerde her ne kadar kaos başta göze çarpsa da kaldıkları yerde kolektif bir yaşamın olduğu ve mülkiyetin olmadığı görülmektedir. Buranın temsili olarak da Marika onları gemiye ulaştırmıştır. Gerçek anlamda aynı dili konuşmasalar da Marika’nın çingene oluşu tarihsel olarak vatansız veya mülteci olması ile onları aynı noktaya getirmiştir.

Filmde bunların yanında pek çok gönderme de mevcut. Örneğin filmin sonlarındaki Kee ve Theo’nun kayığa bindikleri sahnede duvarlarda ilkel resimlerin olduğu görülüyor. Tıpkı mağara duvarlarına çizilen resimler gibi. Belki de yeni bir dünyanın kuruluşu ve yeni bir tarihin yazılması gereklidir. Alışıldık yaratılış ve kurtuluş mitinin ters yüz edildiği filmde tanrı (artık kullanışlı enstrüman olarak kullanıldığı tüm ideoloji ve inanışları da düşünebiliriz) da yer almayacaktır; mevcut dünyanın müsebbibi olarak ve sonda ölerek tazminatını ödemiştir. Kısır döngünün son buluşu, devletlerin insanları intihara teşvik ettiği ancak Kee’nin intihar etmediği bir düzlemde meydana gelir. Mevcudun dışındaki bir olanağın bilgisiyle yeni bir yaşam, umudun nesnesi oluvermiştir.

Dipnot:

[1] Slavoj Zizek, Antroposen’e Hoşgeldiniz

Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.