Her fırsatta, hem de canı gönülden yanımızda olduğunu hissettirenlerdendi Mehmet Ali. Sadece bizim için de değil, bütün Paris’te yaşayan Türkiyeliler için can idi gerçekten de Mehmet Ali. Bir cenaze mi var, hemen koştururken görürdünüz onu, düğün, nişan, dernek açılışı, toplantı, miting, yürüyüş, tercüme işleri. Aklınıza neresi gelirse, içleri gülen gözleri ile hemen yanı başınızda buluverirdiniz onu
“Dostlar da çekilip gidiyorlar hayatımdan
Yürüdükleri yollarda arıyorum anları”
Ahmet Erhan
Tam üç yıl önce birlikteydik biz Mehmet Ali Akagündüz ile; 21 Mart 2021’de, “Türk Mahallesi” olarak da bilinen Paris 10. bölgesinde, Yılmaz Güney Parkı’nda…
Koronavirüsün dünyayı kasıp kavurduğu günlerdi. Televizyonların salgın hastalık nedeniyle ölenlerin listelerini yayımladığı, sokağa çıkmanın bile “karneye” bağlandığı günler. Elimizde matbu bir belge ile dolaşırdık Paris sokaklarında, “şu gün, şu saatler arası şurada olacağım, bilgilerinize” şeklinde.
Doğal olarak Newroz kutlamaları da takılmıştı yasaklar zincirine. Yine de bir umut demiştik biz, hele bir gidelim gösterinin yapılacağının ilan edildiği Cumhuriyet Meydanı’na da! Muhakkak bir yerlerde rastlarız elbette bizim gibi “yasak da neymiş ayol “ diyerek kendini sokağa atanlara.
İlk hayal kırıklığını bomboş meydanı görünce yaşadık. Küçük bir grup da gelemez miydi sanki böyle bir günde? Niye çıkılmamıştı ki sokağa?
Belki dedik kendi kendimize, mahallede, derneklerin de olduğu yerde kutluyorlardır yasak nedeniyle.
Hızlı adımlarla çabucak ulaştık oraya, yolda kulağımız duyabileceğimiz bir davul zurna sesinde. Hayret, çıt çıkmıyor orada da.
O ara Mehmet Ali geldi aklımıza. Kimse çıkmasa bile o çıkmıştır sokağa, en azından haberi vardır bugün kutlama olup olmayacağı konusunda.
Dersimli bir arkadaşımızdı Mehmet Ali, küçük bir konfeksiyon atölyesi sahibi.
Her 8 Martlarımızın vazgeçilmez durağı.
Sadece 8 Mart mı? 25 Kasım hazırlıkları sırasında da buluşma yerimiz idi onun atölyesi.
Mehmet Ali pankartlık kumaş var mı? Mor olacak ama?
Mehmet Ali, önlük hazırlayacağız, beyaz kumaş lazım, kalın olsun ama biraz, üstüne slogan yazacağız!
Mehmet Ali, saçlarımıza bant hazırlayacağız, boş makina var mı!
Hiçbirine yok demezdi Mehmet Ali; önce birer kahve tutuştururdu elimize, ardından da başlardı kumaşları önümüze sermeye.
Her fırsatta, hem de canı gönülden yanımızda olduğunu hissettirenlerdendi Mehmet Ali. Sadece bizim için de değil, bütün Paris’te yaşayan Türkiyeliler için can idi gerçekten de Mehmet Ali. Bir cenaze mi var, hemen koştururken görürdünüz onu, düğün, nişan, dernek açılışı, toplantı, miting, yürüyüş, tercüme işleri. Aklınıza neresi gelirse, içleri gülen gözleri ile hemen yanı başınızda buluverirdiniz onu. O kadar dayanışmacı, o kadar vefalı, o kadar dost canlısı.
Bizler de karşılıksız bırakmazdık elbette, hiç bir davetini geri çevirmedik, düzenlediği her etkinlikte yanında olmaya çalışırdık iki elimiz kanda bile olsa, kadınlar grubu olarak tam kadro hem de. Günler öncesinden randevulaşırdık kendi aramızda “Aman unutmayalım şu gün Mehmet Ali’nin gecesi’ var” ya da “Mehmet Ali’nin mitingi var, gitmezsek ayıp olur” diyerek. Hiç örgütünün adını anmazdık biz kendi aramızda, Özgürlük Yolu’nun neferlerinden, KOMKAR’ın (Kürdistanlı İşçiler Kültür Derneği) HAK-PAR’ın (Haklar ve Özgürlükler Partisi) temsilcilerinden olduğunu bildiğimiz halde. Tek kişilik “Mehmet Ali” örgütümüzdü o bizim.
Telefon ettiğimde yemekte idi Mehmet Ali. Yok hayır, onun da haberi yoktu Newroz kutlamalarından.
“Biz kutluyoruz ama, hadi gel sen de katıl” dedim “Bu kadar güzel kadınlar bir olup çağırır da de ben gitmez miyim” dedi her zamanki sevecenliğiyle.
Bekardı Mehmet Ali, bulamamıştı henüz gönlünün sultanını, öyle severdi ki bu konuda bizlere takılmayı.
Hiç unutmam, günlerden pazardı o gün. Hoş, pazar olmasa da korona yasakları çerçevesinde bütün kahvelerin kapalı olduğu bir dönemdi ya; kahvede buluşmamız mümkün değil yani. Güneş de Newroz’a özenmiş sanki, öylesine parlak, öylesine sıcak, öylesine ışıltılı.
Bu güzel havada parkta oturalım o zaman dedik, ama öyle bir park olsun ki Newroz ona yakışsın o Newroz’a, içimize de sinsin, değsin kutlamamıza.
Yakınlardaki Yılmaz Güney Parkı geldi aklımıza. Biçilmiş kaftan sanki bizim kutlamalara. Mahalle arasında, apartmanların hemen yanında, mahallenin çocuklarıyla dolup taşan, küçücük, sevimli bir parktı. Başta Farslar, Kürtler, Zazalar, Türkler, Afganlar, Özbekler, Kırgızlar vb. birçok millet tarafından kutlanılan Newroz kutlamaları için, Paris’in göbeğinde Zaza Yılmaz Güney Parkı’ndan daha uygun yer mi olurdu?
Birkaç yıl önce dönemin belediye başkanı Remi Ferraut yapmıştı açılışı. Kimler yoktu ki o gün orada. Fatoş Güney, Paris Kürt Enstitüsü Başkanı Kendal Nezan, Mitterand ailesinden Gilles Mitterand, film yönetmeni ve Yılmaz Güney’in yakın arkadaşı Costa Gavras’ın yanı sıra Yılmaz Güney’in isminin parka verilmesi için gayret gösteren Espace Üniversel Derneği, Demokratik Kürt Konseyi, Acort, DİDİF ve AÇTİT, Paris Dersim Derneği gibi sivil toplum örgütü temsilcileri tam kadro hazırdılar açılışta.
“Şaraplar benden” demişti Mehmet Ali telefonu kapatırken, “Yanındaki atıştırmalıklarla da, yarım saate gelirim parka.”
Parka doğru yürürken gördük manavların önünü süsleyen mandalinaları.
Bizim Türkan durdu hemen.
“Mandalina alalım” dedi gülerek.
Anladım; aklına Newal’imiz gelmişti; Newal Eroktay, bizim Keçe Kurdan’ımız.
“Tamam” dedim ben de, “Madem Newroz, madem kutlamaya gidiyoruz, Newal’imize alır gibi alalım o zaman mandalinalarımızı. O da yanımızdaymış gibi olsun. Bugün aslında en çok onun bayramı!”
Hepimizin yürek sızısıydı Newal. Zamansız yitip gidenimiz. Hastaneye her gidişimizde mandalina alırdı Türkan Newal’e, kendisi gidemiyorsa eğer, bana hatırlatır, ben alır götürürdüm mandalinalarını Newal’in; her seferinde çekmeceleri açar gösterir, “Kız her taraf mandalina oldu, getirmeyin artık” derdi gülerek..
Türkan aynen, Newal’e seçermiş gibi seçti mandalinaları… Elimizde mandalinalar, dilimizde Newal’le olan anılarımız, yürüdük parka doğru..
İki kapısı var parkın. Biri Bonne Nouvelle Postanesi’nin hemen yanından, cadde tarafında, diğeri ise, bir arka sokaktan, Espace Üniversel Derneği’nin hemen yanındaki apartman girişinden. Kestirme olsun diye dernek tarafındaki kapıdan giriyoruz biz parka. İçim cız ediyor Derneğin önünden geçerken; kuruluşunda Hanım’ın parmak izlerini görür gibi oluyorum bir an.
Hanım Akagündüz Durmaz. Mehmet Ali’nin de ablası.
Çocukken gelmişler Dersim’den. Ailenin bütün çocukları neredeyse tamamı KOMKAR taraftarı ama bir tek Hanım, bir tek o bozmuş kuralı. Bir görseniz neredeyse doğma büyüme EMEP’li derdiniz ona, öylesine inançlı, öylesine derneğin emektarı.
O da çok erken bırakıp gitti bizleri. On yıldan fazla zaman geçti ansızın gidişi üzerinden. Adı hep kalleştir de ölümün, ilk yakın kaybımız olduğundan mı bilinmez Hanım’dan sonra iyice kalleşleşmiş gibi gelmişti bize ölüm, iyice sinsileşmiş, iyice pisleşmişti. O gittikten sonra ne kadın toplantılarının tadı kalmıştı eskisi gibi ne de Humanite bayramlarına gider olmuştu ayaklarımız. Güzel gülüşü ile o hep bizimle idi Newroz alanlarında, 8 Martlarda.
Tam Hanım’ın anısı ile selamlaşıyorduk ki Rıza’yı gördük yanı başında, Rıza Saygılı. Az çaba harcamadı o da Derneğin bugünkü konuma ulaşması için, özellikle de enternasyonal alanda. Her zamanki zarif haliyle, orada öylece durmuş, sessizce durup bakıyordu sanki bize doğru. “Buradan uğurlamadınız mı beni” der gibiydi bakışları, “o amansız hastalığa yenik düştükten sonra, burada, bu dernekte vedalaşıp benimle, o parkta uğurlamadınız mı beni memlekete omuzlar üstünde, 2019 Haziran’ında. Şimdi bensiz mi gidiyorsunuz o parka?”
Hanım, Newal, Rıza ve diğerleri. Ne de çok eksilmişiz buralarda.
Hep birlikte, eski günlerdeki gibi, güle oyana girdik Yılmaz Güney Parkı’na…
Çiçeklenmiş bir ağacın altına koyduk nevalelerimizi..
Hiçbir şeyi unutmamıştı Mehmet Ali. Hemşerisi, yoldaşı Musa ile birlikte elleri kolları dolu fazlasıyla almışlardı her şeyi.
En güzeli de günün anlamına uygun…
Güzelim Kürdistan şarapları…
Kürdistan şarabı dediysem Kürdistan üzümlerinden yapılmış şarap değil tabii ki, etiketi Kürdistan idi.
Ve ilk Mehmet Ali ile tanımıştık biz bu şarabı.
Yaptığımız bir pikniğe getirmişti, sevinçli, kıvançlı.
“Alın size Kürdistan şarabı“ diyerek koymuştu her zamanki esprili haliyle masamıza, “devletimiz yok diye ne sandınız siz bizleri?”
Şaraplarımızı yudumlarken yavaş yavaş açtık anı çıkınlarımızı… Neler neler çıkmadı ki içlerinden… Ne çok olay varmış kıyıda köşede kalan. Ne kulaklar çınlatıldı… Nice isimler anıldı, sevgiyle, özlemle… Ne Newrozlar kutlamıştık hep birlikte… İran’da yeni yılı başlatan bu Nevruz, Türklerde baharın müjdecisidir… Sultan Nevroz derdi annem de, lokmalar dökülür, kırlarda bahar havasında kutlanırdı benim çocukluğumda. Kürtlerde Demirci Kawa efsanesidir, zalim Dehaklara karşı başkaldırının adı. Ama hepsinin ortak tek bir paydası vardır: Barış, kardeşlik ve özgürlük.
Kim, nerede, hangi dilde, kimlerle, nasıl kutluyorsa kutlasın, Newroz’umuz kutlu olsun diyerek ayrılmıştık günün sonunda.
Çok değil, birkaç hafta sonra aldık kötü haberi.
Koma halinde hastaneye kaldırılmıştı Mehmet Ali. Olduğu aşının etkisiyle mi bilinmez, düşüp kalmış çalıştığı atölyede.
Günlerce koma halinde, kendini bilmeden yattı Mehmet Ali. Sonra yavaş yavaş açtı gözlerini. Dostları hiç yalnız bırakmadı bu süre boyunca. Her biri nefesini kesmiş doktorların ağzından çıkıp yüreklerini ısıtacak bir haberi bekledi günler boyunca. Bazen sevindik, bazen üzüldük gelen haberlerle.
Hastanede son gördüğümde iyi görmüştüm onu.
Konuşmasına konuşmuyordu ama; her hareketimizi takip ediyordu gözleriyle, en azından gözleri açıktı. Gerçi her zaman alıştığımız içleri gülen gözler değildi ama olsun, sonuçta açıktı Mehmet Ali’nin gözleri işte. Hemşire girdi bizim ardımızdan içeri, birkaç soru sordu, gözlerini açıp kapayarak cevap verebileceğini belirterek, birkaç defa kapatıp açtı bile gözlerini. Sevincim sonsuzdu. Yerimde duramıyor, “Düzelecek” diyordum Musa’ya, “Baksana gözleriyle konuşmaya başlamış, demek ki ardı gelecek, rahatladım gerçekten ya.” Youtube’dan açtığı Dersim klamlarını dinletmekle meşgul Musa, “Duyuyor musun Piro?” diyor gözlerinin içine bakarak, “Ne de severdin bu türküyü, buldum sonunda.” Bir Musa’ya bakıyor, bir bana dönüyor gözleri. Tüm dostların selamlarını sıralıyorum bir solukta, yolunu gözlediğimizi, hastane çıkışı yapacaklarımızı anlatıyorum bir bir.
Bu görüşte, tam ısınmış olmasa da hafiften buzları çözülür gibi olmuştu yüreğimin, azıcık umutlanmış, mutlu bile olmuştum içten içe, ‘atlatacak’ diyordum kendi kendime. Mutlaka atlatacak..
Atlatamadı ama. 29 Haziran sabahı aldık kötü haberi.
Bütün Paris bir olup gözyaşları içinde doğduğu topraklara Dersim’e uğurladı onu.
Halbuki birlikte gidecektik biz oralara.
Aylar öncesinden davet etmişti.
Hem geçmiş aile mezarlarını yaptıracak hem de büyük bir yemek verecekti orada.
Bütün kızlarla o yemekte buluşup Dersim’i gezecektik önce baştan başa,
Sonra kendisini de alıp, ver elini İzmir yapacaktık hep birlikte.
Olmadı Mehmet Ali, olmadı.. Ne biz Dersim’e gelebildik ne de sen İzmir’e.
Planlarımızın hiç biri tutmadı..
Ama yok öyle kapıyı çekip gitmek hayatımızdan
Bak yine birlikteyiz işte.
Paris’in göbeğinde,
telaşla dolaştığın o güzelim yerlerde..
Her sokakta sen varsın,
her kahvede,
her dernekte,
her eylemde.
Biliyor musun,
geçen gün Hanım’ı ziyaret ettik biz yine.
Katolik Kilisesi’ne göre ölüler bayramı olarak kutlanan bir tatil gününde.
Elbette bizim bir ilgimiz yok o ritüelle
ama o güne denk geldi işte.
Normal şartlarda her yıl Ekim ayının birinci ya da ikinci haftası giderdik biz ziyaretine Hanım’ın, çünkü uğursuz bir 13 Ekim günü kaybetmiştik kendisini, hiç beklemediğimiz bir anda beyin kanaması nedeniyle ve o gün bu gündür tam hiç aksatmamıştık ziyaretlerimizi kendimizce.
Seni kaybettikten sonra Mehmet Ali, seni kaybettikten sonra neye yanacağımızı şaşırdık biz gerçekten de.
Her yıl aksatmadan yaptığımız bu ziyaretlerin baş aktörüydün sen de.
İşlerini ayarlayamayıp gelemediğin günlerde bile, bizden önce gönderirdin Hanım için kaldıracağımız, kadehlerimize dolduracağımız şaraplarımızı.
Önce son ikematgahına giderdik Hanım’ın hep birlikte, çiçeklerle donatırdık mermerden evini, sonra son nefesini aldığı bahçeli evine, kapısından girer çınlatırdık kulaklarını.
Sen varsan yanımızda keyfimize diyecek olmazdı. Yoksan da güle oynaya içerdik gönderdiğin şarapları.
Yokluğunun ilk yılında, Hanım’ın mezarına gittiğimizde bir garip olduk biz Mehmet Ali.
Şerife’den çıktı ilk söz.
“Bu sene yalnız değilsin Hanım abla” dedi buruk bir şekilde, koyarken çiçekleri başucuna.
“Mehmet Ali de geldi yanına.”
Dili yandı sonra, sustu kaldı.
Yangını bizi de sardı
Yandık, tutuştuk hep birlikte.
Hanım’ın yalnızlığının bölüşülmesine mi sevinelim?
Mehmet Ali’nin gidişine mi üzülelim?
Bilemedik, kalakaldık iki arada bir derede.
İki can, iki kardeş.
Binlerce kilometre uzakta da olsa
Yatarlar işte bizce koyun koyuna.
Bundan böyle işte her gelişimizde Hanım’a
Mümkünü yok adını anmamaya
Sevgili Mehmet Ali’mizin,
Halbuki Newroz’u adadık biz ona.
Son kutladığımız gibi.
Paris’te Yılmaz Güney Parkı’nda, tüm dostlarıyla birlikte
Kürdistan şaraplarıyla kutlayacağımız
Bütün Newrozlar Mehmet Ali’dir bizim için.
Hele de bir gün doluşup başucuna
Özgürlük türküleri eşliğinde
Kürdistan şarabı dökersek eğer
Üzerinde biten Dersim’in amber kokulu çiçeklerine..
Değmeyin keyfimize.
Newroz’un kutlu olsun Mehmet Ali!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.