Son sınıfa gelindiğinde çoktan sınıfın göz bebeği olmuş bile Saffet. Sadece kültürel faaliyetlerde değil, politik faaliyetlerde öne çıkar olmuş sıra arkadaşı Hüseyin İnan gibi. O tartışmalar sırasında hiç birinin aklına gelir miydi acaba, yıllar sonra Hüseyin’in idam cezasına çarptırılıp Saffet’in onu kurtarmak için ta Kızıldere’ye gidip ondan önce ölümsüzleşeceği gerçeği
Yolun düşerse kıyıya bir gün
Ve maviliklerini enginin
Seyre dalarsan,
Dalgalara göğüs germiş olanları hatırla,
Selamla, yüreğin sevgi dolu
Çünkü onlar fırtınayla çarpıştılar eşit olmayan savaşta
Ve dipsizliğinde enginin yitip gitmeden
Sana liman gösterdiler uzakta.
Pierre-Jean de Béranger
Önce haklı bir serzenişle başlıyor Fikret Alp, Kızıldere’de katledilen 10’lardan biri olan ağabeyi Saffet Alp’i anlatmaya. “Hep Mahir ile özdeşleştirildi Kızıldere” diyor, “Hep Mahir çıkartıldı öne. Yapılan söyleşilerde, eylemlerde, yazılan makalelerde, kitaplarda, şiirlerde, türkülerde hep onun adı vardı, diğer 10 kişi çoğunlukla isimleriyle yer almadı, sadece ‘Mahir’in arkadaşları’ denildi onlara!”
Sonra da teşekkür ediyor yaptığı çalışmalarla Kızıldere’nin görünmeyen yüzünü görünür kılan, bilinmeyen birçok şeyi gün yüzüne çıkartan Murat Bjeduğ’a. Onun gözünde, Mahir’in arkadaşlarının izini sürendir o, onların ailelerine, yaşam hikâyelerine, mezar yerlerine ulaşan, Sabo’nun mezarsız yattığını bugün dünyaya anlatandır o.
“Devrimci Bir Subay, Saffet Alp Kitabı” koymuş kitabının adını sevgili Murat.
İşte şimdi bu kitap çalışması için, Kayseri’ye 60 km uzaklıkta olan Pazarören köyünde, gömüldüğü günden beri, ailesi dışında tek bir ziyaretçisi bile olmayan abisinin başucundadır o. Üstelik de yaşlı annesi ile birlikte. Saffet’in yıllar sonra dışarıdan gelen ilk ziyaretçisi. Azımsanacak bir olay mıdır bu ?
Unutur mu böyle bir olayı Arife anne? Görüyor musunuz nasıl da Saffet’ini okşar gibi okşuyor oğlunun mezar taşını, Murat’ın yanında; Saffet’in de ziyaretçi sevincine ortak olmasını ister gibi. Sanki o birazdan uyanıp boynuna sarılacak, Murat’a da hoş geldin diyecek gibi. Kurumuş göz pınarlarında asılı kalmış iki damla yaş. Gülümsemeye çalışıyor her şeye rağmen. Sanki hiç ayrılmamışlar, Saffet yanı başındaymış gibi başlıyor onu anlatmaya:
“Hep başkalarını düşünürdü zaten. Kavgayı, gürültüyü sevmezdi. Her şeyini paylaşır ihtiyacı olana verirdi. Okumayı çok severdi. Evin içinde de hep bir şeyler okurdu.”
Saffet’in daha birkaç yıl önce, kardeşi Fikret’e yazdığı mektuplar gelir aklına. “Her şeyde başarılı olacaksın” diyordu kardeşine. “ İlk önce talebelikte. Sonra insan kişiliğinde. Ruhun için kitap okuyacaksın, ama sistemli. Seninle yakında bir anlaşma yapacağım zaten. Sana her gün, pardon her ay bir kitap alacağım ve sen okuyacaksın.”
Bir okumaya bir de dedesine çok düşkünmüş Saffet. Okul tatilleri için geldiğinde hep ona olan özleminden bahsedermiş. O nedenle o mezarlığa, dedesine yanına koymuşlar işte. Bir vasiyeti yerine getirir gibi.
Bu tatillerde bir de Kuşadası’ndan bahsedermiş Saffet ailesine, Yalova’dan. Güzel yerler oralar dermiş, yaşanılası yerler, oralara yerleşmek gerek. Ölümünden sonra vasiyet bellemiş bunu babası, emekli olur olmaz, 1977 yılında Yalova’ya yerleşmişler hep birlikte.
“Mevsimi geldiğinde, mezarının başucuna vişne ağacı dikelim” diye ekliyor sonra Arife anne Murat Bjeduğ’a. “Saffet’im vişneyi çok severdi. Elindekini de paylaşırdı hep başkalarıyla. Vişne ağacı ekersek hem Saffet’imin hatırası için iyi olur hem de vişne çıktığı zaman çocuklar, mezarlığa gelen ziyaretçiler koparır yerler, oğlum mezarında sevinir.”
Yıllardır evlat açısıyla kavrulan ana yüreği işte. Oğlu sevinsin ki azıcık da olsa huzur bulsun o yaralı, o yorgun, o yaşlı yüreği.
“Yaralıyken bile aman dilemedi benim oğlum onlardan!” diye ekliyor sonra acısını bastırmaya çalışan gururlu bir sesle. 23 yaşında hayatının baharında, toprağa verdiği teğmen Saffet Alp’ın annesidir o. Nasıl da istemişti oğlunun Hava Harp Okulu’na gitmesini liseden sonra ODTÜ’ye (Orta Doğu Teknik Üniversitesi) girmeye hak kazandığı halde. Nasıl da sevinmişti oğlunu o mavi havacı kıyafetleri içinde gördüğünde. Nasıl da yakışmıştı dünyalar güzeli, yakışıklı oğluna o kıyafetler.
Ne giyse yakışırdı zaten diye düşündü sonra, ya da yakıştırmasını bilirdi benim oğlum kendine.
Çok da çalışkanmış Saffet. Hep birincilikle geçermiş sınıflarını. İlkokul, ortaokul derken liseyi de okumuş Kayseri’de. Hüseyin İnan ile birlikte aynı sıralarda oturmuş, aynı bahçede top koşturup aynı koridorlarda yapmış şakalarını.
“Saffet ile ilgili anılarımı Hüseyinsiz (İnan) anlatmam mümkün olmuyor. Kolay değil, ortaokul ve lisede ilk gençliğimiz birlikte aynı sırada geçti” diyerek başlıyor anlatmaya bu ayrılmaz üçlünün maceralarını Sungur Ertan.
Üçü birlikte oynamışlar Ayyar Hamza oyununda, Saffet, Ayyar Hamza rolünde çok başarılı ama Hüseyin de oyunculuğu ile epey bir iz bırakmış izleyiciler üzerinde. O dönem liseye gidenler bilir, mehter takımları olurdu okullarda, yavru kurtlar, cumhuriyet perileri, folklor ekipleri, daha bir sürü kültürel etkinlikler.
Tiyatrodan sonra da birlikte imişler mehter takımında da folklor ekibinde de. Bundanmış her yörenin o güzelim oyunlarını böylesine iyi bilmeleri.
Son sınıfa gelindiğinde çoktan sınıfın göz bebeği olmuş bile Saffet. Sadece kültürel faaliyetlerde değil, politik faaliyetlerde öne çıkar olmuş sıra arkadaşı Hüseyin İnan gibi.
Politik faaliyetleri, döneme uygun olarak Türk Dili dergisini takip edip, günlük basından Çetin Altan, İlhan Selçuk’un köşelerinde yazdıklarını tartışmak tabii ki.
O tartışmalar sırasında hiç birinin aklına gelir miydi acaba, yıllar sonra Hüseyin’in idam cezasına çarptırılıp Saffet’in onu kurtarmak için ta Kızıldere’ye gidip ondan önce ölümsüzleşeceği gerçeği.
Liseden sonra Hüseyin ODTÜ’ye, Saffet Hava Harp Okulu’na.
Aslında ODTÜ’yü kazanmış o da ama sırf annesinin pilot olmasını isteğini kırmamak için Hava Harp Okulu’na yaptırmış kaydını.
“Kızıldere öncesi mahalle ve yakın çevrede özenilen, gıpta edilen bir aileydik” diye başlıyor kız kardeşi Fikret Alp anlatmaya. “Babam ve ağabeylerim aile ve dost ortamlarında enstrümanlar çalar, şarkılar, türküler söylerdi. Şen, şakrak bir aile idik. Evimizde cümbüş, dümbelek, gitar, bağlama, kaval, ud, akordiyon gibi enstrümantaller eksik olmazdı.”
Köy Enstitülü bir babanın çocukları onlar. Saffet dışında bütün kardeşler öğretmen okulu mezunu. Daha çocuk yaşta babalarından öğrenmişlerdi yüzlerini hep aydınlığa dönmeyi, olayların nedenlerini, niçinlerini sorgulamayı, dayanışmayı, yardımlaşmayı hatta en azından bir müzik aleti çalmayı.
En sevdiği parçalarmış Saffet’in “Sakın geç gelme erken gel”, “Kalbimin sahibi sensin, orada yalnız sen varsın”, “Avuçlarımda hâlâ sıcaklığın var” parçaları.
Bütün parçaları ud eşliğinde çok güzel okurmuş da ama Makber’i okuyuşu bir başka imiş.
“Her yer karanlık
Pûr nur o mevki
Mağrib mi yoksa, makber mi yâ Rab?”
En sevdiği yemeklerin başında gelirmiş zeytinyağlı yaprak sarması, öyle bir severmiş ki; daha çiğken, tencere ateşe konmadan başlarmış yemeye, o kadar severmiş sarmayı.
Sevmediği tek bir yemek varmış, ona da Harbiye’de alışmış zaten; sevmediğin ot misali o kadar çok çıkarmış ki orada o yemek de. İlk okul tatilinde müjdeyi vermiş annesine: “Anne artık lahana da pişirebilirsin bana, onu da yemeye başladım okulda, aklında olsun bundan sonra”.
Lisede iken nüve halinde olan devrimci düşünceleri toprağını bulmuş, tohum misali filizlenip boy vermeye başlamış Hava Harp Okulu’nda da.
O dönem gündemde olan tartışma konularının başında “cunta mı sosyalizm mi” tartışması öne çıkar; Hiç ikirciksizdir Saffet’in elbette sosyalizm cevabı. Elbette karşı olmak gerekir sağ sol ayrımı yapmadan bütün cuntalara. Bu konuda o kadar nettir ki kafası.
Göksenin adında Hava Harp Okulu Kültür Yıllığı 1968 çıkartırlar sonra; memleket davasında biz Havacıların da söyleyeceği sözleri var babında.
Harp okulları tarihinde bir ilktir bu; şiir, hikaye ve makalelerle dolu, ülke sorunlarına yer veren, çare üretip çözüm arayan bir dergi.
Dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur bile desteklemiş bu dergiyi. Büyük bir gururla: Benim subayım böyle olmalı, memleket sorunlarına kafa yormalı, demiş önce, ancak ardından gelen Bugün Gazetesi’nin bombardımanı ile “Benim ordum Mao’nun ordusu değildir” diye düzeltmiş cümlesini. Artık ne ilgisini kurdu ise kendi kafasında Çin Halk Cumhuriyetinin kurucusu Mao’nun önderliğindeki Halk Ordusu ile?
Saffet Alp’in de bir ayrıntılı bir yazısı çıkar o günlerde dergide “Türk Düşünüşünün Batılılaşma Eylemleri İçerisinde Evrimi” başlıklı, uzunca bir yazı.
Bu yazıdan sonra alabildiğine genişler çevresi; üniversite gençliği, gazeteciler, yazarlar, herkes tarafından aranan, merak edilen biridir artık o.
Politikanın yanında sosyal faaliyetlerini de devam ettirmektedir Harbiye’de. Arkadaş toplantılarında ud eşliğinde sevdiği parçaları çalıp söylemekte, çalışkanlığı, arkadaş canlılığı ve yardımlaşma duyguları ile arkadaşlarının göz bebeği olmaya devam etmektedir burada da.
Mezuniyet yıllığında “2. Kısmın meşhur leblebicisi” diye bahsedildiğini de öğreniyoruz Murat Bjeduğ’un hazırlamış olduğu kitapta: “Kayserili olduğunu duyunca neden pastırma değil de leblebi diye bir şey takılabilir aklınıza” diye devam ediyor haklı olarak yıllıktaki kısa tanıtım yazısı: En mutlu olduğu anlarda ud çalıp, bir yandan da leblebisini atıştırmakla ünlüymüş de ondan.
Aynı tanıtım yazısından öğreniyoruz onun “insan kendi kaderini kendisi yaratır” tezine sıkı sıkıya bağlı olduğunu ve bu konuyla ilgili her konuşmasını “verilmez, alınır” şeklinde tamamladığını.
Acaba kendisi mi yaratmıştı gerçekten kendi kaderini?
İkincilikle bitirmişti okulunu.
Önce arkası imzalı saati koluna takmıştı dönemin başbakanı Süleyman Demirel, sonra da gülerek çektirmişti hatıra fotoğrafını.
Hava Harp okulundan sonra dil okuluna göndermişlerdi onu. Öyle ya, güzel İngilizce konuşmayan asker mi olur.
Her gün altı saat İngilizce dersi gördükleri gibi, her gün bir de film izlemek zorundadırlar İngiliz dilinde.
Bu dil okulu iki bakımdan hayatının akışını değiştirir onun:
Birincisi Mahir Çayan ile tanışması, daha doğrusu onun yazılarını okumaya başlamasıdır. Aydınlık dergisinin 15. sayısında okur ilk yazısını. Öyle bir etkilenir ki “Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori” yazısından.
Ardından diğer sayılar da gelir, “Revizyonizmin Keskin Kokusu” ve “Yeni Oportünizmin Niteliği” başlıklı yazıları.
Bizim komutanımız “Kemalizm değildir” diyordu tartışmaların birinde. “Kemalizm ve sosyalizm arasında koskoca bir dünya vardır ve sosyalizm Milli Cephe Partisi falan değildir. Milli Cephe Partisi’ni savunmak asker-sivil-aydın bloğunun öncülüğünü savunmaktır. Bizim partimiz işçi sınıfının partisidir ve ideolojimiz de bilimsel sosyalizmdir”.
Saffet’in düşünceleri ile ne kadar da uyuşmaktadır bu görüşler böyle.
Tabii ki kendi aynıların aynı yerde olması gibi yolları kesişir Mahir ile de. Hep birlikte, el birliği ile açmaya başlarlar geçecekleri yolları.
Aynı dönemden dil okulunda iken tanışır Nazan ile.
İzmir’de bir kolejin okul balosunda.
Saffet’in de içinde yer aldığı müzik grubu davetlidir bu baloya.
İlk o gün karşılaşır Nazan ile. Nazan ona hayran, o Nazan’ın kendisine olan hayranlığına hayran.
O günden sonra bir daha ayrılmazlar birbirlerinden; günlük yaşamda da politik faaliyette de.
Nazan cezaevinde iken alır Saffet’in Kızıldere’de katledildiği haberini. Saffet’in ailesi, parmağından çıkardıkları alyansı ve Süleyman Demirel imzalı saati cezaevinde iken götürüp verirler kendisine.
Nazan çaresiz… Nazan perişan. Nazan dilsizdir artık o günden sonra.
Ailesi ve doğup büyüdüğü yöredeki yakın çevresi hiç bilmezmiş onun politik faaliyetlerinin bu derece içinde olduğunu.
En son, 12 Mart muhtırasının hemen öncesinde haber almış kız kardeşi Fikret, abisinden. Kendisi Kayseri Kız Öğretmen Okulu son sınıf öğrencisidir ve İstanbul’da subaylık yapmaktadır o zamanlar sevgili abisi Saffet. Güzel bir işi, güzel bir eşi, en önemlisi de güzel bir geleceği olan gencecik, yaşam dolu bir subaydır ailesinin gözünde o.
Kız kardeşinin Dev-Lis kurucularından olduğu gerekçesiyle gözaltına alındığını duymuş, kısa bir mektup yazmış kendisine:
“Geçmiş olsun, grip olmuşsun ama burada zatürre var!”
Bu şifreli sözlerden çıkarır Fikret abisinin örgütsel faaliyetler içinde olduğunu ama derecesini tahmin bile edemez.
Evleri arandığında anlar abisinin de arananlar listesinde olduğunu.
Görevlilerin tutanağa “aranan kişi evde bulunamamıştır” yazdıklarında.
1971 yazı olmalı: Kızıldere’den 10 ay, Efraim Elrom olayından birkaç ay sonra gelmişlerdi evlerini aramaya.
Büyük bir ses getirecek eylem olarak düşünülmüştü bu eylem; THKP-C adını bütün dünyaya duyuracak, günlerce gazete manşetlerinden düşmeyecek bir eylem.
12 Mart Muhtırası şartlarında hem de.
Sıkıyönetimin ilan edildiği, her yerde devrimci avının başlatıldığı, bütün demokratik kurum ve kuruluşların kapatıldığı, en küçük bir muhalif sesin gözaltı, işkence ve cezaevi ile sonuçlandığı bir dönemde.
Tutuklu bulunan tüm devrimcilerin serbest bırakılmasını istiyordu Elrom’u kaçıranlar onun hayatı karşılığında.
Hiçbir karşılık bulmaz çağrıları.
22 Mayıs günü bulunur Nişantaşı’ndaki bir evde cesedi.
Saffet’in hiçbir ilgisi yoktur bu kaçırılma ile ilgili ama derdini kime anlatacaksın o günlerde.
Gerisi tam bir tufan hikayesi tabii ki:
Mahir’in yaralı, Cevahir’in ölü ele geçirilmesi.
Yüzlerce gözaltı, işkence tutuklanma. Dışarıda kalan kadroların da hemen hemen hepsinin aranır duruma düşmüş olması. Radyolarda her gün her saat okunan arananların isim listeleri.
Bu olaydan sonra ne çalışabiliyor Saffet ne de İstanbul’da barınabiliyor artık.
Boğazlarını sıkan çember de öyle bir daralmakta ki her geçen gün.
Oy dere, Kızıldere
23 Mart günü geçer Karadeniz’e yanında Ömer Ayna ve Sinan Kazım Özüdoğru ile birlikte. Cengiz Aker sahte kimliğiyle. Sevgili eşi Nazan, örgütsel faaliyetleri nedeniyle cezaevinde.
Çoktandır bölgede olan Sabo (Sabahattin Kurt) karşılar onları.
Ne gidebilecekleri doğru düzgün bir yerleri vardır ne de tam tekmil, takır takır işleyen, yola çıkmaya hazır bir kervanları; mümkünü yok yolda düzülecektir o kervan, hele de yola bir kere çıkıldıysa artık.
İşbirliği ve eylem birliğinin gücüne inananlardandır onlar; aynı hedefe birlikte kilitlenmenin gücüne.
Maltepe firarında görmüşlerdi bunu. THKO militanlarından Ömer Ayna ve Cihan Alptekin’in kazdıkları tünelden, el ele çıkmışlardı THKP-C’nin önder kadrolarından Mahir Çayan, Ziya Yılmaz ve Ulaş Bardakçı, THKO’dan Cihan Alptekin ve Ömer Ayna ile. Devrimci dayanışmanın sembolü gibi. Bu sembolü çoğaltmaktan daha güzel bir şey var mıdır bu dünyada..
İlk Ulaş düşer içlerinde; 19 Şubat sabahı sarılır kaldığı evin çevresi.
Çemberin daralacak yeri kalmamıştır artık; son bir gayretle Ankara’ya geçer yakalanmayıp sağ kalanların bir kısmı.
Denizlerin idamının hukuki sürecinin neredeyse tamamlandığı günler.
Elrom olayı ile ulaşılamamıştır siyasi tutsakların serbest bırakılması amacına, ama niye olmasın infazların durdurulması talebiyle yeni bir eylem.
Saffet’in Karadeniz bölgesine geçmesinden birkaç gün sonra ilan edilir Ünye’de bulunan üç İngiliz teknisyenin kaçırıldığı ve bunların Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın hayatlarına karşılık takas edileceği.
Kervanın bütün kolları Kızıldere’de bir araya gelirler. Topu topu 11 kişi: Mahir Çayan, Hüdai Arıkan, Cihan Alptekin, Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Ömer Ayna, Saffet Alp ve Ertuğrul Kürkçü.
Peşlerinde, İstanbul’da Ulaş Bardakçı’nın katledildiği operasyonu yöneten kontrgerillanın kilit isimlerinden, ABD’nin doğrudan devşirme yöntemiyle oluşturduğu özel harp ekiplerinde Hiram Abas ile birlikte yer alan Mehmet Eymür.
Dinledikleri polis telsizlerinden anlarlar 30 Mart’ta, erken saatlerde yerlerinin tespit edildiğini.
“Çok asker geldi buraya” diye anlatacaktı yıllar sonra, artık yaşlı bir kadın olan barındıkları evin sahibesi.
“Çok kurşun sıktılar, her şeyi paramparça ettiler. Mahir’i daha ilk başta tavanda iken vurmuşlar”, “Bize hep abla, bacım, anne diye hitap ediyorlardı. Cesetleri cemselere doldurup götürdüler. Askerler gidince, duvarların, eşyaların kurşunlarla delik deşik edildiğini gördük. Benim büyük bakır kazanım bile parçalanmıştı”
“Bakır tavam seksen kurşun yemiş…”
Bir köy evinin kerpiç duvarında asılı bakır tavanın bile seksen kurşun yediği bir ortamda varın siz tahmin edin orada bulunanların üzerine sıkılmış olan kurşunların hesabını.
Bir tek Ertuğrul kurtulur içlerinden, samanlıkta bulunur ertesi gün; babası cesedini teşhis edemediği için. “Benim oğlum yok bu gösterdiğiniz cesetler içinde” deyince yeniden dönmüş askerler aramaya devam etmek için Kızıldere köyüne.
Aslında tek sağ kurtulan değil Ertuğrul. Saffet de sağ kurtulmuş o çatışmadan, yaralı ama ölümcül değil sonuçta, sağmış yakalandığında.
Kapının önüne çıkarıldığında, kendisine hakaret etmeye kalkışan komutana karşı çıktığı için infaz edilmiş oracıkta, kapının önünde, açıkta, aleni, gözler önünde, pervasızca.
Dört gün sonra alabilmiş cenazeyi aile. Babası, ağabeyi ve teyze oğlu Yılmaz Ekinci. Birlikte gitmişler cesetlerin bulunduğu Niksar’a. Kiraladıkları 58 model bir Ford taksi ile.
Ankara’da radyodan duymuş Yılmaz Ekinci haberi, duyar duymaz da Kayseri’ye hareket etmiş teyzesinin, ailesinin, en önemlisi de kendi acısını paylaşmak, azıcık da olsa hafifletmek için. Paylaşıldıkça azalırmış ya acılar. Gerçekten kim dayanabilir ki tek başına böyle bir acıya? Kimin yüreği çırpınmaz ki böyle bir durumda, yapılması gerekenlerin en iyisini, elinden gelenlerin de fazlasını yapmak, bari en güzel şekilde uğurlamak onu bu zamansız son yolculuğa.
Gitmiş ki ne görsün: “Oğlumu dirisini yediler, şimdi de ölüsünü yok edecekler” diyormuş babası Saffet’in de başka bir şey demiyormuş. Aile perişan. “Dünya kırk kulplu bir kazan, bir ucundan tutup da tutunsaydı ya yaşama O da” olmuş ilk tepkisi babanın, ne yapacağını bilmez halde, çaresiz. Sıkıyönetim bildirileri her yerde. Devlete bağlı fısıltı gazetesi durmadan gece gündüz çalışmakta.
Niksar’da bir kahvede mola vermişler. Niksar zaten günlerdir morga getirilen gençlerin cenaze haberleri ve onlarla ilgili anlatılan yarı gerçek yarı efsane haberlerle çalkalanıyor.
Niksar’ın yabancısı olduğunu anlayınca yaklaşmış içlerinden biri onlara, cenaze için geldiklerini duyunca da hiç tereddüt etmeden “Gün gelecek onların heykelleri dikilecek buraya” demiş.
Sora sora, nihayet hastanenin en alt katında bulurlar Saffet’i. Karanlık, kuytu, küçük bir odada.
Çıplak betona dizili 5-6 ceset. Diğerlerini gelip almış yakın olan aileler.
Bir tanesinin suratı paramparça (Sabahattin Kurt).
Saffet’i çıkarırlar zar zor atılı olduğu betondan, eli betona dönük, parmakları kapalı vaziyette.
“Çok uğraştım ama parmaklarını açamadım” der görevli utangaç bir şekilde, onun için çıkaramamış alyansını..
Teyze oğlu Yılmaz Ekinci, Saffet’i kaldıracak pozisyona getirmeye uğraşırken ağabeyi Afet’e “Bir baksana sen de” der, “Alyansı ile defnetmeyelim Saffet’i.”
Her şey gözlerinin önünde olur ondan sonra.
Kendi gözleri ile görür Saffet’in açılmayan ellerinin nasıl ağabeyi Afet’in elleri ile buluştuğunda parmaklarını açıp alyansı çıkarmasına olanak sağladığını. Ürperirler üçü birden.
Saffeti bulduktan sonra sıra tabuttadır artık ama Niksar küçük bir yerdir ve hastanede tabut yoktur. Bir marangozhane, bir hızarcı ararlar sokaklarda. Buldukları bir hızarcıda kendi elleri ile yapar Saffet’i koyacakları tabutu.
Saffet’i taşıyan tabut bagajda, girerler törenin yapılacağı Pazarören’e. Emniyet güçlerinin eşliğinde.
Cenaze törenine katılmalarını engellemek için lise öğrencilerinin, okul dışına çıkış yasağı konmuş hepsine.
Duvarlardan atlayıp törene katılamayanlar tırmandıkları duvar boyunca yapıyorlar tezahüratlarını cenaze kortejine.
Son bir defa görmek ister aile en kıymetlileri Saffetlerini doğa ananın koynuna koymadan önce.
İlk dikkatlerini çeken alnının ortasındaki tek kurşun izi. Sonrası kalbur gibi bir sol yan ve hiç kurşun değmemiş sağ yan.
Belli, alnına alınca kurşun yarasını, sağ yanına düşmüş oracıkta, kapının önünde; düştüğü yerde taranmış sonra bir de hayasızca.
Uzunca bir şiir yazar arkasından teyze oğlu Yılmaz Ekinci sonra. Onca hengame içinde yazdığı şiir kaybolur sonraları ama hiçbir zaman aklından çıkmaz o dörtlüğü, dün gibi hatırındadır hâlâ:
Kara haberini duyduk radyodan
Hemen yola çıktık, ben, hacı babam
Perşembeyi cumaya bağlayan akşam
Kurşunlara hedef oldu
Saffet’im aman aman!
Teşekkürler Murat Bjeduğ!
Her şeyden önce isimsiz olan 10’ların her birinin isimlerini görünür kılma çabaların için,
Sonra da bu güzel, bu unutulmaz, bu es geçilmesi mümkün olmayan anıları bizlerle paylaştığın için.
Berhudar olasın.
Kalemine bereket.
Okuyanın bol olsun.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.