Mısır ve Süveyş Kanalı’nın güvenliği için Yahudiler İrlanda’daki Ülsterler gibi İngiltere yanlısı bir güç olabilirdi. En nihayet yerli halka güven olmazdı. Elbette İngiltere’nin bu kararı almasında İngiltere Siyonist teşkilatının özelliklede İsrail kurulduğunda ilk cumhurbaşkanı olan, Herzl’in ölümünden sonra dünya Siyonist örgütünün en etkili kişisi haline gelen, Haim Weizmann’ın çabalarının katkısını küçümsememek gerekir. Weizman ve İngiltere Siyonist teşkilatı, savaşı İngiltere’nin kazanacağı öngörüsüne dayanarak başından beri İngiliz emperyalizminin ileri gelenlerini ikna etmeye çalıştılar
Sıkça yaşandığı gibi tarih ona yön kazandıran ayrı ayrı süreçlere ait gelişmelerin birikip kaynaşmasıyla bir biçim alır. Siyonist hareket birinci kongresini 29 Ağustos 1897’de İsviçre’nin Basel şehrinde, çoğunluğu Doğu Avrupa’dan gelen 200 delegenin katılımıyla yaptı. Bu kongreye kadar daha çok bir fikir olan devlet tasarısı, bu kongreden sonra hareketin önüne bir hedef olarak konuldu. Kongre bu hedef için Herzl’e güçlü devletlerle görüşme ve müzakere yapma yetkisi verdi.
Her ne kadar bu kongrenin sonunda Herzl büyük bir coşkuyla “İsrail devletini kurdum; en geç elli yıl içinde bu gerçek olacak” dese de I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesine kadar Siyonist hareket izole bir şekilde varlığını sürdürdü. Etkinliği Filistin’e göç eden birkaç bin göçmen, satın alınan bir miktar arazi, çeşitli ülkelerde örgütlenmiş kurum ve şubelerin ötesine geçemedi.
İsrail devleti 19. yüzyılın sonunda Siyonist hareketin önderlerinin zihninde yer alan bir tasarıydı. Hareketin kurucu önderi Herzl, bu tasarının ancak güçlü bir Avrupa devletinin sömürgeci emellerine hizmet ederse gerçekleşebileceğini biliyordu. Çünkü Herzl ve diğer Siyonist liderlerin bir devlet kurup ulus haline getirmek istedikleri topluluk, iki bin yıldır Filistin’den kopmuş, dünyanın dört bir yanına dağılmış, aralarında dil birliği bile olmayan, bir halk olmanın temel unsurlarını yitirmiş, hayali bir halktı. Nasıl İslam ya da Hıristiyanlık bir halk olmanın koşullarını tek başına yerine getiremiyorsa, bir din olan Yahudilik de bir halk olmak için yeterli olamazdı. Bu nedenle Siyonist hareketin başarılı olabilmesinin temel koşulu, büyük bir emperyal gücün bu hareketi ve tasarısını kabul edip himaye etmesiydi.
Herzl 1904 yılında 44 yaşındayken öldü. Sağlığında Osmanlı da dahil Avrupa’nın büyük güçleriyle yaptığı görüşmelerden elle tutulur bir sonuç alamadı. Siyonist hareketin büyük bir gücün sömürgeci planlarına uygun ilgi görmesini sağlayan, I. Dünya Savaşı oldu. Bu savaş Filistin’in önemli bir coğrafi konuma sahip olduğu Ortadoğu’nun durumunu tamamen değiştirdi. Savaş, başlangıçta ağırlıklı olarak Kıta Avrupası’nın topraklarında sürüyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa Almanya’nın müttefiki olarak girmesi ve Halife Sultan’ın bütün Müslümanları Cihad’a çağırması, savaşı Ortadoğu’ya taşıdığı gibi o dönemin en büyük emperyal gücü olan İngiltere’yi endişeye sevk etti. Savaşa Osmanlı’nın katılması İngiliz emperyalizmi için temelde iki kaygı yarattı. Birincisi Halifenin Cihad ilan etmesiyle bütün Müslümanları İngiltere’ye karşı savaşa çağırması, ikincisi Doğu’daki sömürgeleriyle en hızlı iletişimi sağlayan Süveyş Kanalı güvenliğinin tehlikeye girmesi. Bu ikili kaygı İngiliz emperyalizmini, hem ‘kutsal savaş’ın etkilerine karşı hem de bu savaşın Süveyş Kanalı ve Mısır üzerinde yaratacağı tehlikeleri bertaraf etmek için, kendine dinsel konumu Müslümanları etkileyecek bir şahsiyet aramaya itti.
İngilizlerin bulduğu şahsiyet mükemmel bir şekilde planlarına uyuyordu. Bu Müslümanların Muhammed’in soyundan geldiğine inandığı, itibarlı Haşimi hanedanının bir üyesi ve Müslümanların gözünde kutsal şehirler olan Mekke ve Medine’ye Abdülhamit tarafından emir olarak atanmış Şerif Hüseyin’di. Hüseyin Osmanlı’nın atadığı bir görevli olmasına rağmen bir Arap krallığı inşa etmek isteyen biriydi. Daha savaş çıkmadan önce dış destek için Kahire’de konuşlu İngiliz güçleriyle ilişki kurdu ama yardım talebi pek ilgi uyandırmadı. Ama savaşla birlikte İngiltere’nin emperyal çıkarlarını tehdit eden gelişmeler ortaya çıkınca, bu sefer Halife’nin Cihadına katılmayı reddeden Hüseyin’i çağıran İngilizler oldu.
İngiliz emperyalizmi adına Hüseyin’le ilişki sürdüren Kahire’deki İngiliz güçlerinin sorumlusu Henry McMahon’du. İngilizler Hüseyin’e, Osmanlı idaresine karşı başarılı bir ayaklanma düzenlerse destekleyeceklerini ve bu hizmetinin karşılığında kendisinin başına geçeceği büyük bir Arap krallığı inşa etmeyi vadetti. İkisinin arasında yapılan yazışmaların anlaşmazlık konusu bu krallığın sınırları ile ilgili oldu. Hüseyin hâlihazırda Britanya’nın işgali altında olan Mısır ve Yemen’i dışında tutan, ama içinde Filistin’in de olduğu diğer tüm Arap topraklarını kapsayan tek bir krallık isterken Mahon kaçamak cevaplarla ne Hüseyin’i küstüren ne de sevindiren cevaplar verdi. Buna rağmen bu iki güç işbirliğini sürdürdü.
Savaşın bütün tarafları Süveyş Kanalı’nın stratejik öneminin farkındaydı. 1915 başında 80 bin kişilik Osmanlı ordusu Sina Yarımadası’ndan geçerek Kanal’a doğru yürüdü. Böyle büyük bir saldırıyı beklemeyen İngiltere, hemen Mısır’a büyük bir askeri yığınak yaparak, iyi düzenlenmemiş Osmanlı saldırısını püskürttü. Bu olaya kadar Siyonistlerin işbirliği teklifine pek oralı olmayan İngiltere bu olaydan sonra Filistin’i Yahudiler için bir yurt yapmaya sıcak bakmaya başladı. Filistin’in Mısır’a coğrafi yakınlığı burada bir devlet kurmak isteyen Siyonistlerin planını İngiltere’nin emperyal çıkarlarına entegre etti. Bazı tarihçiler içinde dinsel ögelerin de olduğu başka etkenlerden bahsetse de İngiltere emperyalizminin bu kararı almasında belirleyici neden, ekonomik ve siyasidir. Mısır ve Süveyş Kanalı’nın güvenliği için Yahudiler İrlanda’daki Ülsterler gibi İngiltere yanlısı bir güç olabilirdi. En nihayet yerli halka güven olmazdı. Elbette İngiltere’nin bu kararı almasında İngiltere Siyonist teşkilatının özelliklede İsrail kurulduğunda ilk cumhurbaşkanı olan, Herzl’in ölümünden sonra dünya Siyonist örgütünün en etkili kişisi haline gelen, Haim Weizmann’ın çabalarının katkısını küçümsememek gerekir. Weizman ve İngiltere Siyonist teşkilatı, savaşı İngiltere’nin kazanacağı öngörüsüne dayanarak başından beri İngiliz emperyalizminin ileri gelenlerini ikna etmeye çalıştılar.
İngiliz emperyalizminin, Mısır’a ve Ortadoğu’ya yönelik tek kaygısı hâlâ bu toprakların büyük bir kısmını elinde bulunduran Osmanlı sömürgeci güçleri değildi. İngiltere savaşta müttefiki olan Fransa’nın Filistin’e ve özellikle zengin petrol yataklarının yeni keşfedildiği Mezopotamya ve İran’a yerleşmesini istemiyordu. Filistin’i önemli kılan yukarıda belirttiğimiz gibi Süveyş Kanalı’na yakın olmasıydı. Süveyş Kanalı, İngiltere’nin on yıllık çalışması ile 17 Kasım 1917’de açılan, Mısır toprakları içinde yer alan, Akdeniz’i Kızıldeniz’e bağladığı için Avrupa ile Asya arasında deniz taşımacılığını Afrika’yı dolaşma gereği duymadan kısaltan büyük bir öneme sahipti. Bir deniz aşırı imparatorluk olan İngiltere 1912’den itibaren gemilerinde yakıt olarak kömürün yerine yeni keşfedilen petrolü kullanıyordu. İran ve Irak’ın önemi bundandı. Bu nedenle savaşın ilk yılında sömürgesi Hindistan’dan getirdiği askeri birliklerle bu bölgeye saldırdı.
Savaşta müttefik olan bu iki güç en nihayetinde iki emperyalist hasımdı. Bütün kıtalarda sömürgeci emeller için rekabet içindeydiler. İngilizler, daha önce Napolyon’un İngiltere’nin Doğu ve Afrika’daki sömürge egemenliğini zora sokmak için yaptığı Mısır seferini unutmuş değildi. Daha savaşın ikinci yılında o dönem İngiltere İçişleri Bakanı olan Herbert Samuel, Filistin politikası için hükümete bir rapor sundu. Samuel din değiştirmemiş bir Yahudi ve İngiltere Siyonist teşkilatının başkanı Haim Weizmann’ın yakın arkadaşıydı. Samuel, Filistin’in geleceğiyle ilişkili İngiliz kaygılarını şöyle belirtir: “Eğer savaş Asya’daki Türk imparatorluğunun parçalanmasıyla sonuçlanırsa Filistin’in geleceği ne olacak? Farklı olasılıklar arasında en çok Fransa’nın ilhakı dikkate alınmalıdır. Avrupalı büyük bir gücün Süveyş Kanalı’na yakın yerleşmesi, Britanya İmparatorluğu’nun ana ulaşım yoluna yönelik kalıcı ciddi bir tehdit olacaktır. (…) Fransa ile mevcut iyi ilişkilerimizin sonsuza kadar süreceğine güvenemeyiz.”
Samuel bu raporunda İngiltere’nin yararına olan en iyi çözümün Filistin’in sömürgeciliğin bir biçimi olan İngiltere’nin himayesine (protektora rejimi) alınmasını önerdi. “Britanya himayesi Mısır için gerçek bir garanti olacaktır. İngilizlerin elindeki Filistin’in de saldırıya açık olacağı ve ilhakının askeri sorumlulukların armasına yol açacağı doğrudur… Avrupalı bir komşuyla Lübnan’ın ortak sınır olması Britanya imparatorluğunun hayati çıkarları açısından El Ariş’in ortak bir sınır olmasından çok daha düşük bir risktir.”
Samuel’in söz konusu ettiği Avrupalı güç Fransa, El Ariş ise Filistin ve Süveyş Kanalı’na yakın şimdi Mısır’ın Sina’daki başşehri. Anlaşıldığı gibi Samuel, İngiliz hükümetine Lübnan’ın verilmesi karşılığında Fransa’nın Filistin’den uzak tutulmasını öneriyor. 1916-1922 arasında İngiltere Başbakanı olan David Lloyd George’un “İnsanlar gerçekleri bilse savaş yarın durur. Ama haliyle bilmiyorlar ve bilemezler” dediği söylenir. Aslında Ortadoğu, 16 Mayıs 1916’da yapılan ve tarihe Sykes-Picot olarak geçen anlaşmayla bölünmüştü. Savaşın hemen başında İngiltere ve Fransa, bu bölgenin nasıl taksim edileceğine dair bir komite kurmuştu. Bu komitenin İngiliz temsilcisi Mark Sykes bu anlaşmanın neden gerekli olduğunu bir anma toplantısında şöyle açıkladı: “Er geç bir Arap ayaklanmasının ortaya çıkacağı, eğer bu ayaklanmanın nimet yerine felaket olması istenmiyorsa Fransızlarla aramızı daha iyi tutmamız gerektiği… açıktı”.[1] Bu paylaşım sonucunda Filistin İngiliz sömürge yönetimine verildi. O yıllarda iki en büyük hasım sömürgeci güç, dünyanın her tarafında süren kendi aralarındaki bütün rekabete rağmen Ortadoğu’yu bölüştüler. “Lord Salisbury durumu şöyle dile getiriyordu: “Sizin göz diktiğiniz bir ülkeye el atmaya niyetlenen sadık bir müttefikiniz… varsa üç yol tutabilirsiniz. Vazgeçmek, el koymak ya da paylaşmak. Vazgeçmek Fransızları Hindistan yolumuzun ortasına yerleştirmek olurdu. El koymak savaş tehlikesini arttırırdı. Biz de paylaşmaya karar verdik.”[2]
Herbert Samuel’in İngiliz hükümetine sunduğu raporda Yahudi sorunu unutulmuş değildi. Filistin için en iyi çözümün İngiliz mandası olduğunu öneren Samuel şöyle diyordu: “Hem Siyonistler hem de Siyonist olmayan dünya çapındaki Yahudiler tarafından kabul edilecek en iyi çözümün bu olduğuna dair güvenceye sahibim. İngiliz idaresi altında Yahudi örgütlerine toprak satın alma, köy kurma eğitim ve dini kurumlar kurma ve ülkenin ekonomik kalkınmasında işbirliği yapma olanaklarının verilmesi Yahudiler tarafından umulmaktadır. Dikkatli bir şekilde disipline edilen Yahudi göçü tercihli olmalıdır ki, yavaş yavaş çoğunluk haline gelen ve ülkeye uyum sağlayan Yahudi sakinler, dönemin koşullarının haklı çıkaracağı türden bir özerk yönetime erişebilsinler. Filistin’de bir Yahudi merkezi kuralım (…) Yahudi sözcüğü, en azından büyük ölçüde çağrıştırdığı üzücü çağrışımlarından arındırılacak ve Yahudilerin Avrupa medeniyetine katkıda bulunan bir unsur olarak değeri artacaktır.” Samuel’in söz konusu ettiği Avrupa Medeniyeti, elbette Avrupa sömürgeciliği. Samuel, Filistin’in Hıristiyan dünya için taşıdığı tarihi ve teolojik önemin de farkında: “Filistin’i imparatorluğa dahil etmek, Britanya tahtının görkemini daha da arttırmak anlamına gelir… Dünya Protestan bilincinde, İbrani halkının mirası olan topraklara geri dönüşüne yönelik derinlere kök salmış bir sempati vardır.” Samuel, raporunun Yahudilerle ilgili önerilerine şu etkileyici sözleri de ekler: “Önerilen çözüm İngiltere’ye dünyadaki tüm Yahudilerin minnettarlığını kazandıracak, yaklaşık iki milyon Yahudinin yaşadığı Amerika Birleşik Devletleri’nde ve dağıldıkları diğer ülkelerde, vatandaşı oldukları tarafsız ülkelerde İngiltere lehine kamuoyu oluşturacaklardır.”[3]
Filistin İngiliz manda yönetimine girince, 1920-1925 döneminde, Britanya emperyalizminin Filistin yüksek komiseri olarak Yahudilerin göç yoluyla Filistin’e yerleşmesi ve güçlenmesi için canla başla çalışan Herbert Samuel’in Filistin için önerdiği çözüm, İngiliz emperyalizminin politikalarına yön verdi. Bu politikanın resmiyet kazanması ve bütün dünyaya açıklanması Balfour Deklarasyonu’yla oldu.
Devam edecek…
Dipnotlar:
[1] Edwar Said, Şarkiyatçılık, syf: 235.
[2] Edwards Said, Şarkiyatçılık, syf:51.
[3]Herbert Samue’in raporundaki alıntılar, Renée Neher Bernheim’in La déclaration Balfour- 1917: un foyer National juif en Plestine kitabından alınmıştır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.