Depremin yıkımı karşısında halkı yalnız bırakan devletin gelişi, görüşü, dokunuşu böyle. Ölenlere Allah’tan rahmet, kalanlara da şayet kendine sunulan asgarinin fazlasını talep ediyorsa deprem sonrası koşulları fırsata çevirmeye çalışan çapulcular muamelesi… Tek mesele devletin nasıl gördüğü değil. Halkın insanca bir yaşam özlemini ve sermayeye karşı sürdürdüğü yaşam kavgasını siyaset dışı ilan eden neoliberal ideolojiyi içselleştirmiş her gözde sorun var
“Vali bey çadır görmek istemiyor!” Ellerinde bıçaklarla mahalle arası arsalarda, ziyaret alanlarında, bahçelerde, halı sahalarda gördükleri depremzede çadırlarını kesip parçalayan görevliler, karşılarına çıkıp dert anlatmaya çalışanlara böyle diyor. Hatay Valisi Mustafa Masatlı aylardır kentte çadırda yaşayan kimse kalmadığını söylüyor, sonra bir acar muhabir ya da muhalif sosyal medya figürü konum bildirerek “İşte burada çadır var” deyip valiyi yalanlıyor, çok geçmeden ekipler ellerinde bıçaklarla orada beliriyor ve devleti yalancı çıkaran bu görüntü kirliliğini gidermek üzere bıçaklarla çadırları kullanılamaz hâle, daha doğrusu etkisiz hâle getiriyor.
Bu bıçaklı çadır avı kentte tuhaf bir hâl almaya başlamış durumda. Önce gerekçe üretiliyor. Evi ayakta olanlar evlerine geçtiği ve konteynır kentler kurulduğu için çadıra ihtiyacın kalmadığı, ortalıkta hâlâ çadır varsa bunun ihtiyaç nedeniyle değil, durumu fırsata çevirmek isteyen bazı depremzedelerin başıbozukluğu nedeniyle olduğu öne sürülüyor. Yalnız o iş öyle değil.
Depremin üzerinden 11 aydan uzun süre geçmesine, yani Tayyip Erdoğan’ın istediği bir yıllık süre dolmak üzere olmasına rağmen, değil kalıcı konutların teslimi, yıkım ve enkaz kaldırma işleri bile tamamlanmamış durumda. Şimdi kente canavar gibi dişlerini geçiren inşaat şirketlerinin kepçeleri temellerde kalan demirleri söküyor. Yasa ve yönetmeliklere bakılırsa kenti toza boğan, yolları delik deşik eden, su ve kanalizasyon hatlarını patlatan inşaat şirketlerinin yaptıkları da suç ama vali bunları görmekten rahatsız değil. Bir an önce beton çarkı dönsün diye şirketlere yol veriyor. Bodrum katlarda hâlâ çıkarılmayı bekleyen ölüler, tonu 10 binden giden hurda demirin hatırına geç de olsa gün yüzüne çıkarılacak ve yan yana binlerce mezar taşında 6 Şubat 2023 yazan mezarlıklara gömülecek.
Orta hasarlı evlerin durumunun ne olacağı belirsizliğini korurken hem belirsizlik hâli hem de çadır ve konteynır yaşamının güçlükleri nedeniyle pek çok kişi orta hasarlı, hatta mahkeme kararıyla kâğıt üstündeki hasar derecesi değiştirilmiş ağır hasarlı evlerini onarıp içine yerleşiyor. Ama kentte yıkım çok büyük, onarım ve inşa faaliyetleri yetersiz ve yavaş, evlerinde yaşayabilenlerin deprem korkusu sürüyor, bir ailenin bir hatta iki konteynıra sığması, kendisi sığsa bile eşyasını sığdırması zor. Konteynır kentlerin çoğu açık hava hapishanesinden farksız. Anayasa’ya bakarsanız herkesin barınma hakkı devlet garantisinde ama evi ya da arsası olmayanlar “hak sahibi” sayılmıyor.
Evi ayakta olup orada kalanlar bir sarsıntı anında tedirginlikleri geçene kadar dışarıda, kapılarının yakınında sığınabilecekleri bir çadır ya da konteynıra ihtiyaç duyuyor, evi yıkılan ya da hasarlı olduğu için eskisi kadar kullanım alanı olmayanlar eşyalarını koyabilecekleri, çocuklu bir aile iseler ek oda niyetine kullanabilecekleri kapalı alanlara ihtiyaç duyuyor. Yani ev ya da konteynır sahibi olmak bu kentte çadır ihtiyacını ortadan kaldırmıyor.
Çadır görmek istemediğini söyleyen Vali merak etmesin, hâlâ çadır kullanmak zorunda olanlar da çadır görmeye bayılmıyor. Onlar da insanca yaşamak, insanca bir yaşama uygun koşullarda barınmak istiyor. Ancak devleti temsilen Vali, depremzedelere baktığında insanca yaşamayı hak eden bir halk değil, bir sosyal ölüler topluluğu, konteynır kentlere süpürülmesi gereken bir görüntü kirliliği görüyor ve mülki amirlikler emriyle hareket eden bıçaklı ekipler de mantıkları zorlayan bir iştahla çadır parçalıyor. Mesela Dursunlu Mahallesi’nde, mahalle halkının soğuklar nedeniyle tadilatı henüz tamamlanmamış evlerinde yatmasını fırsat bilerek sabah saatlerinde bir baskınla halı sahadaki çadırları bezlerini kesip, demirlerini götürerek ortadan kaldırdılar. Her gördükleri çadırı kesmeleri gerektiğini düşünen “görevliler”, Aşağıokçular Mahallesi’nde yaşlı bir çiftin kendilerine ait bahçelerine kurup eşya deposu olarak kullandığı çadırlarını da parçaladılar. Yaşlı kadın, gün boyunca bahçenin ortasında ellerini iki yana açıp, bir kaldırılan çadırın yerini bir de yağmur yağarken yarım yamalak bir brandanın altında ıslanan eşyalarını göstererek yoldan geçenlere derdini anlatmaya çalışıyor, “Evime sığsa dışarı niye atayım bu eşyayı” diyordu.
Depremin yıkımı karşısında halkı yalnız bırakan devletin gelişi, görüşü, dokunuşu böyle. Ölenlere Allah’tan rahmet, kalanlara da şayet kendine sunulan asgarinin fazlasını talep ediyorsa deprem sonrası koşulları fırsata çevirmeye çalışan çapulcular muamelesi… İnsanların bir konteynıra tıkılınca yaşamsal ihtiyaçlarının giderildiğini sananlar, iki ihtiyarın kendi bahçelerine kurduğu çadırı kanun namına parçalayanlar, inşaat şirketlerinin yasa yönetmelik tanımayan talanına ses çıkarmıyor, tersine teşvik veriyor. Gören göz de sınıfsal çünkü.
Tek mesele devletin nasıl gördüğü değil. Halkın insanca bir yaşam özlemini ve sermayeye karşı sürdürdüğü yaşam kavgasını siyaset dışı ilan eden neoliberal ideolojiyi içselleştirmiş her gözde sorun var.
Halkın barınma ihtiyacını gideremediği gerçeğini çadırları ortadan kaldırarak gizleyebileceğini sanan Vali’nin ekipleri çadır bıçaklarken, kente doğru düzgün elektrik arzı sağlayamayıp halkı soğuğa ve karanlığa mahkûm eden Toroslar EDAŞ şirketinin elemanları da kaçak elektrik kullanan çadır ve konteynır avına çıkmış. O esnada Samandağ’dan bir haber geliyor. Elektrik arızası nedeniyle çıkan konteynır yangınında iki çocuk yaşamını yitiriyor. Devletin psikososyal destek gibi bir gündeminin olmadığı kentte, deprem travmasını üstünden atamayan çocuklar panik anında masanın altına saklandıkları için kaçamıyorlar ve yangında ölüyorlar. Baba istihdam olanaklarının sınırlı olduğu kentteki pek çok yetişkin erkek gibi iş için yurtdışına gitmek zorunda kalmış. Anne üç çocuğuyla konteynırda yaşıyor. Toroslar EDAŞ’a abonelik başvurusu yapılmış ama özel dağıtım şirketi sağlıklı elektrik arzının değil, tahsilatın peşinde. Bu ölümlü yangın olmasa o konteynıra yapacakları şey, kaçak elektrik kullanımından ceza kesmek, diğer pek çok depremzedeye yaptıkları gibi.
Bu trajik ölümü konuşanlar bir başka ölü evine taziyeye gidiyor. Çekindiği için kanamasını uzun süre kimseye söylemeyen bağırsak kanseri orta yaşlı bir kadın, geç teşhis nedeniyle beklenmedik bir ölümle veda etmiş yaşama. Sağlık emekçilerinin hastayı ayağına beklemeden, daha doğrusu insanların hasta olmasını beklemeden ev ev gezdiği koruyucu sağlık hizmetleri ortadan kaldırılalı beri kabahat bütün bir halkı hastalığa mahkûm eden sistemde değil, şikayetini zamanında bildirmeyende aranıyor. Şimdi piyasalaştırılmış sağlık sistemi gereği hasta olacaksın, hastaneye gideceksin, tedavi hizmetini satın alacaksın. Bu sağlık sistemi, yalnızca hastaneler yıkıldığı için değil, ticaretin olmadığı yerde işlemediği için de depremle birlikte topyekûn çökmüştü. Bir yıla yakın süre geçti, hâlâ da ayağa kalkmış değil.
Ölüm sermayeden geliyor, hayat direnmeden yaşanmıyor. Yoksulluktan ve kendilerini yok sayan, sosyal ölü muamelesi yapan, yaşam kavgasını siyaset dışına iten bir siyasetin esiri olmaktan ölüyor insanlar. Sol siyaset reklam kampanyalarına sıkıştırılıp yaşam kavgasını ıskaladıkça, halkın gündelik hayatın içinde gelişen en ilkel ve geri tepkilerinin temsiline soyunan Yeniden Refah Partisi ve Zafer Partisi gibi yeni sağın yelkeni şişiyor.
Solun bu manzarada görüp edeceği şey basitçe kapitalizmi eleştirmek değil, onu yeri gelince dolar milyarderleri de yapıyor. Yapılması gereken şey halkın hayatına değmek ama dışarıdan seslenerek değil, toplumsal çelişki ve çatışmaların gündelik hayatta nasıl yaşandığını tam da o hayatın içinde deneyimleyerek, bilinç taşıma için kurulacak iletişimi de bu deneyimin içinde kurarak. Yapılması gereken şey sermayeye karşı yaşam kavgasını örgütlemek ama bunu sermaye ile karşı karşıya gelişin tek bir anı ya da gündeminde değil, sınıf savaşının işyerinde, mahallede, sosyal hayatın her anında, 7 gün 24 saat süren bir kavga olduğunu bilerek. Kimi zaman temel yaşamsal ihtiyaçları karşılamak üzere dayanışmalar ya da kamulaştırmalar ya da kamu otoritesini ve sermayeyi baskı altına alacak doğrudan eylemler örgütleyerek, kimi zaman tozlu bir yıkımı ya da bir ağaç kesimini durdurmak için kepçelerin karşısına dikilerek. Yapılması gereken şey yaşamak için örgütlenmek ama bunu mevcut örgütlerimizin üye sayılarını artırmaya yönelik çağrılar yaparak değil, yaşam kavgası ekmek, su, enerji, temiz bir çevre, doğa, sağlık, eğitim, barınma ve artık her nerede ve ne için ve kiminle veriliyorsa, onun halk meclislerini, yaşam meclislerini kurarak. Yapılması gereken şey sermaye düzeni karşısında insanca bir yaşamın mümkün olduğunu göstermek, eleştiriden ve ütopyadan vazgeçmemek ama propaganda ile yetinerek değil, direnişi hayatı güzelleştirmenin bir aracı olarak kullanarak. Devrimci irade sistem tarafından imkânsız olduğu söylenen şeylerin mümkün olduğunu göstermekle yükümlü, devrimci siyaset için muhtaç olduğumuz olanaklarsa tam da bu yaşam kavgasının içinde.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.