Erek, hem sosyolojik hem kültürel hem politik anlamda tükenişi anlatır performanslarında, bazen kesilen zeytin ağaçlarının yerine dikilip de tutmayan ağaçların kütüğünden yaptığı, mangalın yanışıyla… Bazen ateşsiz bir şömine ile aktarır zamanların beterinde, kışların en ayazında güneyden kuzeye göçü, yerinden edilmişliği, iliklere işleyen ruh üşümesini…
Gözlerimin bir oyunudur bana. Ne zaman içimden taşsa içim ya da tam tersi ne zaman çıkamasam içimdeki bürümcüklerden ya da tepeden tırnağa kalbimin gümbürtüsünden oluşsam, gözüm bir anda gördüğüm her şeyi bozar, görüntüler kayar, kimi sağa kimi sola, kimi ortadan, kimi üstten ya da alttan yırtılır. Dikey halden yataya geçer, gözlerimi yumar, karanlık isterim o an. Çünkü gözlerim kapalıyken kaymayı sürdüren görüntüler, gözlerim açıkken gördüğüm görüntülerden sıyrılıp geometrik şekillere dönüşür ve acayip bir renk göçü başlar. Korkarım. Büyülü de bulurum bir yandan bu durumu. Renkler yavaş yavaş canlılığını yitirir, kayan görüntüler yavaş yavaş durulur, göç biter. Dinginliğe kavuşamam yine de. Yarı açarım gözümü, kayıyor mu, parçalanıyor mu diye gördüklerim? Yok, “göründüğü kadarıyla” her şey yerli yerindedir. Açarım gözlerimi. Neydi o, derim her seferinde. Olmadık yerde beni ele geçiren, görüneni “görünmedik oylumlarıyla” bana gösteren bu göz oyununun sırrına eremem.
Aralığın başında Sümer Erek’in İstanbul’da açılan Yırtık Hava resim sergisine gidip de resimleriyle göz göze geldiğimde şaşkınlığımı yenemedim. Sanki bana göz oyunumun yaptıkları, bütün oylumlarıyla asılmışlar, duvardan bana bakıyorlardı. Gözlerimi kapattım, gene açtım. Benimkiler göz oyunu, duvardakiler birer sanat eseriydi. Yaşam gibi katman katmandı eserler. Büyülenip kaldım.
Şaşkınlıkla anlattım resimlerinde gözlerimin oyununu gördüğümü Sümer Erek’e. Dedi ki: “Belki de ilk kez biri bana benim işlerimde yansıttığımı kendi içsel deneyimi olarak bu kadar güzel ifade edebildi. Çünkü, işlerde tek bir düzlem yok. Birçok işler farklı düzlemlerden, düzeylerden ve katmanlardan oluşuyor. Figürler dikkatlice bakıldığı zaman, aslında dik duran bir figürün o dikliğinin yataylaştırılmış haline dönüştürülmesidir. Çalışma metotlarımı dikey ilişkileri kırmak, tamamıyla yatay, hiyerarşik olmayan bir diyalog sağlama temeli üzerinden oluştururum. İşlerimde zeminsel, nesnel bir düzlem, bir boyutun ötesinde tinsel bir boyut da var. Bu boyutlar arasında bir ilişki söz konusu. Figürler sanki bir zemini, bir havayı, bir şeyi yırtmış, onun içerisinde kendisine yer edinmiş hem alt ve üst hem yatay köprü görevini üstlenmişler.”
Nasıl başlıyor bir resme Sümer Erek? “Diyalog”la diyor. “Bir diyalog, bire bir diyalog”la diye pekiştiriyor… “Bir kişiyle sohbete başlıyoruz, süre içerisinde, hiyerarşik olmayan bu sohbeti derinleştirmek ikimiz için de bir amaç oluyor. Anlattığı ister kurgu ister gerçek olsun, o kişiyi bu kişi yapan özellik veya ruh hali nedir? Kişinin özünü bulmaya çalışıyorum. Sonra, kişinin anlatmış olduğu hikâyeyi kısa bir sanat performansına dönüştürebilir miyiz? Bunun için performansı destekleyecek bir nesne, bir obje yaratabilir miyiz? Bunu bulduğumda video ve fotoğraf çekimleri yapıyorum. Hem çok geleneksel hem hikâyeden çıkışla sanatın o ilksellik özelliğine de vurgu yaparak, dijital ortamda harmanlıyorum, hepsini farklı bir düzlemle veya farklı bir teknikle birleştiriyorum. Bunlar benim eskiz defterimi oluşturuyor, dijital ortamda sınırsız bir şekilde sınırsız üretiyorsunuz, sonra seçiyorsunuz içlerinden.”
*
Peki bu eserleri yapan Sümer Erek kim? Ben, İstanbul’da açılan Yırtık Hava adlı sergisiyle tanıdım sanatçıyı. 1978’den bu yana Londra’da yaşayan Kıbrıs Türklerinden Erek’in sanat pratiği çocukluk yaşlarda başlıyor. Annesi terzi, babası marangoz, dedesi bahçıvandır. Annesinin model çizişine, ölçü alışına, malzemeyi seçişine, kumaşı kesmesine, biçmesine, dikmesine bir şekilde dâhil olur. Kendine bir fil bebek yapar daha sekizinde, dokuzunda… On ikisinde dedesinin portresini, arkadaşlarını çizer. “Resimdir, heykeldir, seramiktir, fotoğraftır, her bir şey yapmışım. Çocuk yaşta karma sergilere katılmışım, kişisel sergimi açmışım” diyor. 1974’te savaşı görür. Güneyden kuzeye göç, büyük bir ganimet dolandırıcılığı, yerlerinden edilmişlik, kaybedilmesi, kaybettirilmesi her şeylerinin…
1977’de Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde okumak arzusuyla İstanbul’a gelir. 3 bölümün sınavlarına girer. Heykel bölümünü birincilikle, resim bölümünü ikincilikle, grafik bölümünü de üçüncülükle kazanır. Kıbrıslı arkadaşlarıyla yurtta kalır Ülmen.
Ülmen de mi kim? Ha Ülmen Aygın, ha Sümer Erek. İkisi de birdir.
12 Eylül faşist askeri darbesinden önce, 7 Aralık 1977’de Lefkoşalı arkadaşı Muharrem Özdemir’le yurttan çıkıp okullarına gideceklerken, silahlı faşistler yollarını keser ve kaçırılırlar. Oralarda bir süre tutulduktan sonra Cerrahpaşa Hastanesi’ne yakın bir bodrum katında, küçük hücreleri, gizli yerleri olan yere götürülürler, sabaha doğru da Küçükçekmece tarafına… Muharrem ile Ülmen’i kurşuna dizerler. Muharrem öldürülür. Ülmen mucizevi bir şekilde hayatta kalır, kurşun ağzına sıkılmış olmasına rağmen.
Dinliyorum: “Sonra bambaşka bir hayata başlamak zorunda kaldım. Faili meçhul değildi olay, o kişileri tespit ettikten sonra Kıbrıs’a dönmüştüm. 1978 sonunda hem okumak hem kaçmak için Ada’dan İngiltere’ye geldim. Elbette dünyaya bakışımı, bir ölümden dönme deneyiminin bende oluşturmuş olduğu psikoloji çok etkiledi. Ama, o hikâye üzerinden bir yaşamı sürdürmemeyi tercih ettim ve İngiltere’de adımı değiştirdim.” Adını Sümer Erek olarak yazarsanız mutlaka yırtılacaktır hava ve Ülmen Aygın çıkacaktır yırtık havadan. Ülmen Aygın diyecek olursanız da Sümer Erek yırtacaktır havayı.
Yanında öldürülmeden önceki günlerde Muharrem’in resmini yapmaya başlamıştır Ülmen, o yarım kalmış resmi 40 yıl sonra Sümer bitirecektir. Yaşanmamış Günler sergisinde yerini alacak, DGSÜ’nin bahçesinde o resimle Anı Duruşu ile performans yapacaktır.
*
Erek, hem sosyolojik hem kültürel hem politik anlamda tükenişi anlatır performanslarında, bazen kesilen zeytin ağaçlarının yerine dikilip de tutmayan ağaçların kütüğünden yaptığı, mangalın yanışıyla… Bazen ateşsiz bir şömine ile aktarır zamanların beterinde, kışların en ayazında güneyden kuzeye göçü, yerinden edilmişliği, iliklere işleyen ruh üşümesini… Bazen sergilemediği resimlerinin sergisinde, sadece adları yazılı resimlerin önüne eğer varsa canlı öznelerinin, yoksa da canlı tanıklarının gelip resmin hikâyesini anlatmalarıyla doldurur çerçeveleri… Şimdi kim diyebilir o çerçeveler boştur? Bazen tamamen yapı malzemeleriyle inşa ettiği bir baş aşağı ev ile… Aynadan kendini değil ötekini göstererek… Bazen farklı kültürlerden ve coğrafyalardan insanlarla atölyesinin bahçesinde asma yapraklarından sarma yaparak…
İstanbul’da birincilikle girdiği heykel bölümünü, İngiltere’nin en iyi üniversitelerinden St. Martin’s School of Art’ta birincilikle bitirir. Temeli hep kavramsal bir anlayışla atmayı sürdürür. Hiç kurumaz alın teri… Onlarca yıl büyük ölçekli işlerden sonra küçük ölçekli işlerde konuşturur farkını farklı disiplinlerle… “İngiltere’de bir göçmen olarak yaşamımın büyük çoğunluğunu sürdüren bireyim. Londra gibi çok kültürlü, çok uluslu bir yerde kendimi tek bir coğrafyanın parçası olarak görmüyorum. Kültürel mirasımı hem coğrafya hem politik duruş olarak birleştirdiğim bir birey olarak görüyorum kendimi.” diyen Sümer Erek, keskin havayı yırtandır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.