Yaramaz mı değil mi bilinmez ama çok canlı, çok zeki, biraz da dik başlı bir çocuk olduğu bellidir Çarents’in, en büyük tutkusudur okumak henüz ilkokul sıralarında bile. Ortaokulda iken çoktan keşfetmişti Victor Hugo’yu, Dante’yi, Hayyam’ı, Rus klasiklerini ama ille de Ermeni edebiyatının kurucusu sayılan Sayat Nova’yı. O yüreğini en dağlayanı
“Yaramızdan sızan kanlar yüreğimi yaksa bile
Güneşli ve yetim yarim: Hayasdan’ a vurgunum ben.”
Yeğişe Çarents
1990’lı yıllarda Erivan’dan Ecmiyazin’e giden otoyolun sol tarafında Hrazdan nehri kıyısında bulunan arazinin sahibi, topraklarında gömülü kemikleri bulunca aklına ilk gelen elbette o büyük şairin adı olmuştu.
Sovyetlerin dağılmasından beri, o kadar konuşulmuş, o kadar anlatılmıştı ki hikayesi hiç kimse için bir sır değildi artık onun buralarda bir yerlerde gömülmüş olduğu tezi. Buralarda bir yerlerde ama nerede?
Şimdilerde herkes soruyordu bu soruyu ama yıllar önce, 27 Kasım 1937’de, Erivan Cezaevi’nin revirinden yapılan kısacık, kupkuru bir açıklamayla ölümü duyurulduğunda kimsenin aklına bile gelmemişti neden ve nasıl sorusu. Bırakın ölümünü sorgulamayı, cenazesinin peşine düşen de yoktu. Ermeni edebiyatının babası diye anılırdı halbuki, özgürlüğün büyüleyen savaşçısı, Maykovski gibi, Mandelstam gibi kendini adamış bir şair. Onun gibi büyük bir şaire düzenlenmesi gereken bir uğurlama töreni değildi elbette o şartlarda beklenen, ama en azından vurgunu olduğu o Ermeni toprağında, adıyla, sanıyla bir yeri olması da gerekmez miydi?
Üstelik de ölümünün doğal yollardan olmadığı herkesin malumuydu o zamanlar. Evet, hastaydı hasta olmasına, uzun süredir, dayanılmaz ağrılarıyla böbrek taşları musallat olmuştu başına ama öldürücü değildi herhalde, doktorların verdiği morfinle direnebiliyordu ağrılarına da. Daha 40 yaşında, ününün doruğundaki bir şair, birkaç ay önce kapatıldığı cezaevinde neden ölsündü ki birden bire? Ama, o zamanlar bunu dillendirebilmek kimin haddine.
Isabella gelir akıllara belki, hayat arkadaşı, sırdaşı, destekçisi Isabella. O düşebilirdi ölümünün peşine, o dillendirebilirdi. Bu haksızlığın peşine de ölümünden birkaç gün önce o da alınmıştı zaten gözaltına. Suçu mu? Elbette eşinin “yıkıcı” faaliyetlerini gizlemek, ona “yardım ve yataklıkta” bulunmak, öyle geçmişti resmi kayıtlara. Aleyhe somut delil mi? Daha ne olsun, baksana daha mürekkebi bile kurumamıştı eşinin hem suçsuzluğunu hem de sağlık sorunlarını bahane ederek salıverilmesini istediği dilekçesinin. Bu ne cesaret, bu ne cüretti böyle?
Sadece gözaltı ve sorguyla kalsa iyi, 5 yıllığına, Kazakistan’a, çalışma kamplarına gönderilmişti kadıncağız, Çarents’in ölümünden sonra. Ne acısını yaşamasına ne de çocuklarıyla vedalaşmasına izin bile verilmeden hem de.
İki kız çocukları olmuştu Çarents çiftinin.
İlk çocuklarına Arpenik adını koymuşlardı, ikincisine Anahit.
Arpenik şairin, 1921 yazında, büyük bir aşkla bağlanıp evlendiği ilk eşinin adıydı.
1927 yılının ilk günü kaybetmişti onu. Ne yarasına merhem ne acılarına ilaç olabilmişti. Öylesine, yapayalnız bir hastane odasında son nefesini vermişti, ilk bebeklerine hamile iken üstelik de.
Cezaevinden özel izinle getirilmişti cenaze törenine. Birkaç aydan beri, sarhoşken silahını çekip genç bir kadının yaralanmasına neden olmak gibi abuk sabuk bir olay nedeniyle kapatılmış olduğu cezaevinden. Bu nedenle hiç affetmeyecekti kendisini.
Zaten Çarents’le ilgili en küçük bilgisi olan birine onun hayatına etki eden olayları sayın dense hiç kuşkusuz, 1915 soykırımından sonra Arpenik ve Komitas adı gelirdi.
Nasıl da silmişti hayatından o güzelim gökkuşağı renklerini.
Nasıl da çekip almıştı çocukluğunun saflığını hoyratça elinden.
Büyük bir kırım başlatılmıştı İstanbul’da Ermenilere karşı.
Dönemin, tüm yazar, entelektüel ve aydınları gözaltına alınıyordu gece yarıları.
Sonunda olmaz denilen olmuş Ermeni kültürünün, Ermeni dininin bekçisi, sembolü, garantörü sayılan, o koca, o saygın, sadece Ermenilerin değil, bütün dünyanın kendisini ayakta alkışlayıp saygı gösterdiği Ermeni papaz, müzikolog, besteci Komitas bile yaka paça götürülmüştü.
O Komitas ki, yıllar sonra, cenazesi Erivan’a getirildiğinde “Senin o büyüleyici fikirlerin yaşayacaktır./Senin fikirlerin yükselen bir şarkıya, bizim fikirlerimiz ise toprağa dönüşecek!” diye seslenecekti ardından.
Büyük bir infial yaşanıyordu Anadolu’da.
Bir öfke fırtınası, bir öç alma isteği, bir boğazlaşmaya dönüşüyor sonuçta.
Önce gönüllü hemşire olarak yazılmıştı askere, sonra buluvermişti kendini Van’ın Artos dağı eteklerinde.
Kıran kırana bir mücadele.
Bir gün Ermeni birliklerinin elinde olan şehirler, diğer gün Osmanlı’ya geçebilmekte.
Halkın payına her iki taraftan da kıyım dışında bir şey düşmemekte.
Tam da Ahtamar ve Nareğli’yi kurtardıklarında yetişir Kürt birlikleri Osmanlı’nın imdadına.
Sonrası, açıktan açığa, gözler önünde sürüp giden, kelimelere sığmayan bir vahşet.
Mucizeydi yaşaması aslında, birlikte savaştığı arkadaşlarının düştüğünü görmüştü birer birer, omuz başında.
Çok değil, birkaç yıl sonra basılacaktı, Dante’nin cehennemine gönderme yaptığı Dantesk Efsanesi adını verdiği kitabı.
“Büyük Savaş’tan ve 20. yüzyılın ilk soykırımından geçmiş, erken gelişmiş bir şairin kitabı” diye değerlendirilecekti edebiyat çevrelerince, “Cehennemden bir geçiş, kara, kapkara bir kavşak, bir gece çökeltisi, bir şimşek aralığı.”
Şehit olan arkadaşlarına ithaf etmişti kitabını: Kutsal ve güzel bir vatan için yürütülen kutsal savaşta şehit olan arkadaşlarına. Mihran Margaryan, Stepan Gazaryan ve Asot Milıoncayan’a.
O günden sonra hiçbir şey ebedi görünmedi Yeğişe Çarents’e.
“Bir savaş yüzyılında yaşıyorsun
Ve sana hiçbir şey ebedi görünmedi.”
Aslında Çarents değildi soyadı, Soğomanyan olarak doğmuştu o, 13 Mart 1897’de, Kars’ın Sukapı Mahallesi’nde. Ticaretle uğraşan, varlıklı, çok çocuklu bir Ermeni ailede açmıştı gözlerini dünyaya.
Doğumundan birkaç yıl önce, İran’ın Maku şehrinden göç edip gelmişti ailesi.
Tam bir çekim merkezidir Kars o zamanlar.
Osmanlı’nın feci yenilgisiyle sonuçlanan “93 Harbi” nedeniyle, savaş tazminatı olarak bırakıldığı Ruslar’ın yönetimi altında, ışıltılı bir çekim merkezi. Gerek nüfus yoğunluğu, gerekse ticari, ekonomik ve kültürel yapısıyla Batı Ermenistan olarak da anılan bölgenin başkenti sayılabilen çekim merkezi.
Buram buram Rus ve Ermeni kültürü kokuyordu şehrin her yanı, doğal olarak onların tarihi okutuluyordu okullarında da.
Belki de bu nedenle çok erken yaşta kuruluverdi, dönemin en ünlü Rus ve Ermeni şair ve yazarların isimleri Çarents’in yüreğinin baş köşesine.
1914 yılında kullanmaya başlamıştı Çarents mahlasını. Kederli ve Narin Kız İçin Üç Şarkı adını verdiği ilk şiir derlemesini Astrik Rondakçıyan’a ithaf etmişti, o zamanlar aşık olduğu kız arkadaşına.
Ne kadar güzel bir davranış, hele de o dönemde, o yaşta.
Bir arkadaşına göre, kısa süre önce Kars’a gelmiş olan bir doktorun isminden esinlenerek almıştır bu Çarents mahlasını. Ama duyar duymaz itiraz ediyordu bir çocukluk arkadaşı; “Ne demek ya doktordan almak” diyordu, “Tam da ona göre bir ad işte, onu en çok ifade eden bir ad, çocukluğunda tanısaydınız siz de ona tam Çarents derdiniz.”
Afacan demektir Çarents çünkü, yaramaz, uyanık demek.
Yaramaz mı değil mi bilinmez ama çok canlı, çok zeki, biraz da dik başlı bir çocuk olduğu bellidir Çarents’in, en büyük tutkusudur okumak henüz ilkokul sıralarında bile.
Ortaokulda iken çoktan keşfetmişti Victor Hugo’yu, Dante’yi, Hayyam’ı, Rus klasiklerini ama ille de Ermeni edebiyatının kurucusu sayılan Sayat Nova’yı. O yüreğini en dağlayanı.
“Binlerce ama binlerce kitap okudum!
Ama hangisi Sayat Nova kadar yüreğime dokunabildi?”
Çok sonraları, kendisi anlatacaktı, evden ayakkabı alması için verilen parayı nasıl da dönemin en ünlü Ermeni şairlerinden Vahan Teriyan’ın kitabını alabilmek için harcadığını. Taa o yaşlarda, okul sıralarında yapmıştı o bir daha dönmemek üzere, şiirden yana olan tercihini.
Ah o 1915 yılı olmasa, hiç terk eder miydi çocukluğunun gömülü olduğu bu güzel şehri, bahçelerini ve derin mavi göklerini. Hiç yaşar mıydı o Van cehennemini.
“Bırakıp ardımda yuvamı
Nehir kıyısındaki harap evimi
Bırakıp Kars kentini
Bahçelerini ve derin mavi göklerini.
…
Gezinip dururum şimdi hep başka şehirlerde
Anayurdum gözlerimin önünde.”[1]
Her ne kadar, 1919 yılında, Mondros Mütarekesi’nden sonra öğretmen olarak atansa de Kars’ın Başgedikler köyüne, birkaç ay sonra, şehrin el değiştirmesiyle, bir daha dönmemek üzere elveda demek zorunda kalacaktır ömür boyu özlemini çekeceği bu topraklara.
O Van cehenneminden kurtulur kurtulmaz, ilk işi, bir zamanlar gönüllü olarak yazıldığı ordu saflarını bırakmak oldu, sonra Moskova’ya gidip Halk Üniversitesi’ne kaydoldu.
Bambaşka, yepyeni bir dünya vardı artık önünde.
Bu dönemde başlar, halkların devrim yoluyla kurtulacağına olan inancı. Söz eylem ile eş anlamlıdır ona göre, ayinesi iştir kişinin kısacası. Madem ki devrimdir bundan böyle yolumuz, gereğini yapmalı hep birlikte: Üniversiteden arkadaşlarıyla birlikte Moskova’nın en ünlü tutuk evi olan Boutirka Cezaevi’ni basıp siyasi tutukluların özgürleştirilmesi hareketine katılmasıyla sağlar ilk söz ile eyleminin birliğini.
Volgograd’da görülür daha sonra, günümüzün Stalingrad’ında yani; Kızıl Ordu saflarında, silah elde, beyazlara karşı savaşta. Öyle bir savaş ki 1918 yılında yayımlanan “Soma” şiirini yazdırmıştır ona.
Sadece beyazlara karşı mı? Sovyet sistemine isyan eden kendi ülkesindeki milliyetçilere karşı da savaşmamış mıydı aynı inanç ve kararlılıkla, Kızıl Ordu saflarında, büyük bir enternasyonalist ruhla, en ön saflarda hem de.
1921 yılında üye olmuştu Ermenistan Komünist Partisi’ne. Ağası Hancıyan’ın elinden almıştı üyelik kartını. Kendisinden birkaç yaş küçük, Van doğumludur Hancıyan. O kadar benzemektedir ki yaşam hikayeleri birbirine, 1915 katliamından canlarını kurtarıp Ermenistan’a geldiklerinde birisinin sanatı, diğerinin politikayı seçmesi dışında. Marksist Öğrenci Birliği’ni kurmuştu önce Hancıyan, sonra da Ermenistan Komünist Partisi’nin yöneticiliğine geçmişti.
Öylesine yakınlaştırmıştır ki bu iki genci o güne kadar yaşadıkları, yoldaştan da ötedir artık onların ilişkileri.
Kısacık yaşamı boyunca hep hissedecektir Çarents, Ermenistan Komünist Partisi yöneticisi Hancıyan’ın sırtındaki o koruyan, kollayan, destek sunan, sıcacık ellerini.
1920’li yılların ortalarında, kendini devrim mücadelesine ve oluşturulacak olan yeni kültüre adamış bir entelektüeldir artık o.
Ermeni edebiyatı ve sanatı konusunda Erivan ile Moskova arasında gidip gelmekte, çeşitli sanat faaliyetlerini yönetmektedir.
Sürekli yazmaya başlamıştır artık, yeni stil arayışları görülmektedir eserlerinde, sürekli değişir, gelişir şiir dili. Her geçen gün daha net ifade etmektedir zihninden geçenleri. Peşpeşe yayınlanır şiirleri; açlık üstüne, yoksulluk üstüne, savaş üstüne, ulusal sorun üstüne…
Gözünün bebeği Arpenek’ini de ihmal etmez tabii, ona ithaf ettiği birçok aşk şiiri de vardır bu dönemde.
Proletarya iktidarında sanatın rolü üzerinde yoğunlaşır, bu konuda toplantılar yapar, konferanslara katılır.
Sadece yurtiçiyle de sınırlı değildir çalışmaları. Yurtdışına da gider. Hem de Rusya Bolşevik Komünist Partisi’nin Transkafkasya ülkeleri sekretaryalarının önerisiyle 1924 yılında.
Batum’dan başlayan yolculuğu Trabzon, İstanbul, Atina, Roma, Venedik, Paris’ten sonra Berlin’de son bulur.
İstanbul’da iken yazdığı söylenir Mustafa Suphilerle ilgili şiirini:
“Aynen bugün gibi.
Aynen böyle parıldamış Pera,
Onları Trabzon’a götürdüklerinde
Tahtadan bir tekne üzerinde.
Tabii,
Ziyafet yapılmış,
Yeme-içme olmuş Pera’da –
O zaman orada sarı bir canavar
Suphi arkadaşı boğmuş.
Sevinmiş Taksim sineması,
Hareketli Tokatlıyan, Splendid –
Orada fakat onbeş boğulan
Yalpalamışlar kara sularda…
Aynen öyle parıldamış Pera,
Onları Trabzon’a götürdüklerinde…”[2]
Daha önceden tanışıyorlar mıydı yoksa bu yolculuğun Paris ayağı sırasında mı görüşmüştü ilk defa Zabel Yesayan ile bilinmez. Hani bizim şu 24 Nisan 1915 tarihli meşhur genelgemize göre ilk elde tutuklanacaklar listesindeki tek kadın ismi olan Zabel Yesayan ile. Sadece listede yer alan tek kadın mıydı Zabel, elbette hayır, bu uygulamaya, bu listeye ilk başkaldıran, ilk direnen kadındı da. Genelgeden haberi olur olmaz evini terk etmiş, geceyi bir hastanede geçirerek kurtulmuştu kendisini tutuklamaya gelenlerin ellerinden.
Kanına susamışların elinden kurtulmayı başarmıştı da 1937 Haziran’ında kurtulamamıştı kapısını çalan “yoldaşlarının” ellerinden. Daha dört yıl bile olmamıştı halbuki yaşadığı Paris’i bırakıp da rüyalarını süsleyen Erivan’a taşınalı.
Dünya ikinci bir paylaşım savaşının eşiğindeydi ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Stalin önderliğinde o “Büyük Temizlik” harekatına girişmişti. Herkes payına düşeni alıyordu bu harekattan; aydınlar, entelektüeller, sanatçılar, yazarlar, sıradan insanlar, manavlar, kasaplar, ev kadınları… Kimisine Troçkist deniliyordu, kimisine devrim düşmanı, kimisine ulusalcı. Seç, beğen, al misali, kime ne yakışıyorsa işte. Eleştiriye, eleştirene, hayal kırıklıklarını, aksaklıkları dile getirene tahammülün olmadığı bir dönemdi. Bir kalemde çiziliveriyordu üstleri listelerde, Ermenistan’ının en ünlü şairi Yeğişe Çarents olsa bile adı.
Halbuki daha üç yıl yeni geçmişti Ağustos 1934’de başlayan Sovyet Yazarlar Birliği’nin o ünlü birinci kongresine Ermenistan delegesi olarak katılmasının üzerinden.
Nasıl da ayakta alkışlamışlardı “İşte bizim Naïri Ülkemiz” diye takdim ederken Maxim Gorki onu.
“Ahh güneş tutan bol meyvelerine, eski sazının sızısına, kan damlayan çiçeklerine, ışıldayan pak güllerine, ve Nairli çevik belli kızlarına vurgun olduğu ülke.” (Pars Tuğlacı cevirisi)
Nasıl da güzel romanlaştırmıştı onu, ne büyük sükse yapmıştı tüm Rusya’da kitabı, kaç baskı yapmıştı Moskova’da bile.
Ne yazık ki, diğer eserleri gibi bu romanı da görmek mümkün değildir Türkçe’de. Bir dil, bu kadar mı uzak olur konuşulduğu ülkede daha kısa süre önce yaşanılmış olanlara, bu kadar mı ilgisiz. Atelieremploi.fr/wiki/Yeghishe_Charents internet sitesinden aliyoruz kitap ile ilgili bölümü:
” Yerkir Naïr’in (Nair Ülkesi) birinci bölümü Kars’ın kimi yerlerinin ve halkın içinden kişilerin betimlenmesine ve Ermenilerin yaşadığı ortamın tanıtımına ayrılmıştır” diye başlanıyor tanıtıma. Çarentz’e göre, Yerkir Naïr gözükmez, ”Orası anlaşılması mümkün olamayan bir mucizedir: Korkunç bir sır, inanılmaz bir şaşkınlıktır.” Romanın ikinci bölümünde ise, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Kars ve yöneticileri görülür; üçüncü bölüm Kars’ın düşüşü ve rüyanın yıkılışını anlatır. Kitap, Ermeni milliyetçilerinin yaydığı ve idealize edilmiş millî bir vatan düşüncesini eleştirel bir biçimde ele alır..
Ve diyelim ki bulamadınız onu, muhterem, sakın beni suçlamayınız – belki de Naïri’nin bir serap olduğu gerçektir (…) ama onun yerine – Hayastan denilen bir yer var günümüzde (Sovyet Ermenistanı’na atıf yapıyor), ve işte o yaşlı ülkede, geçmişten günümüze sıradan insanlarda hep görülen ortak özelliklere sahip oldukça sıradan insanlar yaşadı. Başkaca bir şey de olmadı.”Naïriler Ülkesi” diye bir şey yok. [3]
Kongrede Gorki’nin davetiyle yaptığı konuşmasında Sovyet kültürünün oluşmasında ulusal edebiyatların rolüne değinerek bu konudaki hegemonik bakışlarla ilgili endişelerini dile getirmişti. Ona göre, sınıfsal yamyamlığından kurtularak özgürleşmiş halklar açısından büyük-küçük ulus ayırımı abestir, Ekim Devrimi de bunu çok güzel bir şekilde göstermiştir. Aralarında, biçimsel farklılıklar dışında, yetenekleri ya da emeğin yaratıcılığı gibi konularda hiçbir fark yoktur; sadece eşit ve özgür halklar ve bu halkların kardeşçe oluşturdukları kolektif birliktelikleri vardır.
Bırakalım Yazarlar Birliği Kongresi’ni, bu kongreden bir yıl sonra katılmıştı Sovyetler Birliği’nin VIII. Sovyet Kongresi’ne Sovyet Ermenistanı Merkez Yürütme Kurulu adına. Orada da belirtmişti görüşlerini.
Gerçi kongreden hemen sonra yapışmıştı yakasına İçişleri Halk Komiserliği (NKVD) yönetimi ama, bir şey çıkmamıştı sonuçta.
Büyük ihtimalle dostu Hancıyan’a borçluydu takipsizlikle sonuçlanmasını, gerçi çok da uzun sürmeyecekti onu da ekarte etmeleri.
Tam bir işaret fişeği gibi olmuştu onun ölümü de.
Dört bir koldan saldırmaya başlamışlardı onun ardından, peş peşe gelmeye başlamıştı “vakitsiz ölüm” ve “intihar” haberleri.
Tıpkı Hancıyan’ın intiharında olduğu gibi. Çünkü hiç utanmadan intihar demişlerdi ona da.
Halbuki, Tiflis’e, Beria ile görüşmeye gitmeden üç gün önce uğramıştı Çarentslerin Erivan’daki evine.
Üç gün sonra da kendisi değil, ölüm haberi gelmişti işte.
“Beria’nın bürosunda” denmişti resmi açıklamada “Beria’nın bürosunda intihar etti.”
Bir zamanların savaş arkadaşı, yoldaşı Beria’nın Tiflis’teki bürosunda.
9 Temmuz 1936’da.
Bu “intihar” olayından sonra sanki boynuna bir taş bağlanıp dipsiz bir kuyuya itilivermişti Çarents.
Önce, Hancıyan zamanında alınmış olan yurtdışında tedavisini finanse etme kararını iptal etti, üyesi bulunduğu Ermeni Komünist Partisi, ardından İçişleri Halk Komiserliği (NKVD) kapısına dayanıp sorgulamaya başladı.
24 Eylül’de, ev hapsi verilmişti bile, evden çıkmadan bekleyecekti soruşturmanın sonucunu.
Soruşturulan konular o kadar tanıdıktı ki:
Anti devrimci, milliyetçi, Troçkist ve terörist.
Bütün kitapları yasaklanmıştı anında, kitabevlerinde, kütüphanelerde ne kadar kitabı varsa toplatıldı. Değil onun kitabını bulundurmak, artık adını anmak bile yasaktı.
Soruşturmanın üzerinden bir yıl bile geçmeden, o kadar büyümüştü ki ona karşı duyulan öfke, eşi ve iki kızının, kalmakta oldukları, Tsarkadzor şehrindeki Yazarlar Evi’ne ait küçük oda bile geri alındı .
24 Temmuz 1937’de, yaka paça konulurlar kapı önüne.
Doğal olarak Çarents’i çılgına döndürmeye yeter bu olay.
Ne uymak zorunda olduğu bir ev hapsi vardır gözünde artık, ne Merkez Komitesi’ne gönderdiği hakkındaki suçlamalara yönelik savunma dilekçelerinin cevabı.
Olayı duyar duymaz, anında yola çıkıp çocuklarının yanına koşar.
Ertesi gün alır getirir onları Erivan’a, ama o da ne?
Evine bile giremeden götürülür cezaevine.
Sovyet iktidarını yıkmaya yönelik suç sayılmıştır çocuklarına sahip çıkma eylemi.
Çok geçmez zaten, birkaç ay sonra, 27 Kasım 1937’de, açıklanıverir ölüm haberi.
Öyle bir hava estiriliyordu ki korkudan kimsenin sesi, soluğu çıkmıyordu.
Korkunç bir sessizlik sinmişti toplumun her kesimine.
Yine de, vicdanlarının sesini dinleyip, gizliden gizleye, alttan alta, soranlar, soruşturanlar varmış demek ki o dönemde bile. Onlardan biriymiş Eğliche Hovhannisyan da. Şairin adının anılmasının bile yasaklandığı yıllarda, iğneyle kuyu kazar gibi başlamış işe hiç acele etmeden; önce onu mezara koyanı bulmuş, aynı dönemde aynı cezaevinde tutulanlardan biriymiş bu. Un çuvalının içinde götürüldüğünü söylemiş cesedin, sonradan kemiklerin bulunduğu araziyi tarif ederek. Öğrenmiş öğrenmesine ama yıllarca bu sır ile yaşamak zorunda kalmış. Kendi deyimiyle Sovyetlerin yıkılmasından sonra açıklayabilmiş öğrendiklerini.
Aslında yıkıldı dediği SSCB değil, bürokratik kapitalizm ve onun insanlık dışı uygulamaları idi.
O dönemden sonra, önce itibarı iade edilmişti şaire, sonra adına pullar basılıp, anıtlar dikilmişti sevdiği yerlere.
Birer birer çıkıyordu kitapları gün ışığına; şiirleri dolaşıyordu dilden dile.
Kızı gibi sevdiği Regina Hazaryan saklamıştı onları, o zor günlerde, toprağın derinliklerinde. Son anda Isabella aracılığıyla emanet edebilmişti ona, elindeki tüm el yazmaları ile kitapları, başına gelecekleri tahmin edermiş gibi.
1915’te, Van’dan kaçıp gelen bir ailenin aynı yıl Erivan’da doğan kızıydı Hazaryan. Ondan daha güvenilir biri olur muydu?
Gözü gibi sakınmasını bilmişti emanet edilenleri.
Hemen hemen her yıl bir şey yapılıyordu anısına, Çarentsavan adı verildi Lusavan şehrine, müze haline getirildi Erivan’daki bir zamanlar yaşamış olduğu evi.
Ve işte, tam da o günlerde bulur, yazının başında belirttiğimiz, Hrazdan nehri kıyısındaki toprakların sahibi, bazı insan kemiklerini. Elbette o şartlarda, Çarents adından başka bir isim gelmez kimsenin aklına.
Hiç bekletmeden yapılır Ulusal Bilimler Akademisi’nce kemik analizleri:
“Ufak tefek, 40 yaşlarında, kaval kemiği kırık ve kafası kesik bir adama ait” diye yazıyordu gelen raporda.
Donup kalmıştı raporun “kafası kesik” bölümünü okuyan herkes.
Kaval kemiği kırığı tamam da kafası niye kesilir ki zaten gömülecek olan olmuş birinin?
“Sorgusunu yapan Rus subayının, potinleriyle tekmelendiği için” diye açıklar edebiyat eleştirmeni Hovik Sarkisyan, “Çarents’in başı o derece deforme olmuş, o derece mahvolmuştur ki belli olmasın diye yapılan işkence, bırakmamak için ardlarında bir iz, ayırıvermişlerdir o eğilmeyen başı gövdesinden.”
Herkes sussa da susmayacak bir ses vardır o zor günlerde de.
Çok değil, birkaç yıl sonra ezilecektir onun da başı, ne bir kayıt ne bir tarih düşülmeden hem de.
Zaber Yesayan’dır onun adı.
Tıpkı Çarents’in Komitas’ın ardından seslendiği gibi seslenecektir o da:
Yeğişe Çarents, en büyük şairimizdir bizim. Tartışılmaz bir gerçektir bu bizim için. Onun parlak yeteneği hepimizin gözlerini kamaştırıyor. İsimlerimizin çoğu yok olacak ama gelecek nesiller Çarents adını hep hatırlayacak, unutmayacaklar!
Hâlâ, gözleri kamaştırıp yüreklere dokunmaya devam ediyor Çarents.
Etmeye de devam edecek!
[1] çeviri Ludmila Denisenko
[2] Çeviri Sarkis Hastpanyan
[3] Fransızcadan çeviren Ziya Deren
* Bu yazı Sancı Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi’nin 2022 Ocak sayısında yayımlanmış olup dijital ortamda ilk kez Sendika.Org’da yer almaktadır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.