Kod adları kelebekler gibi ömürleri çok kısa olmuştu; ama öyle bir çırpmışlardı ki kanatlarını, öyle bir uçmuşlardı ki o uçurumdan aşağı son bir gayretle, Trujillo gibi bir kötülüğü de çekip götürmüşlerdi artları sıra
“Gecenin vitrinine konulmuş
Büyük bir yakut parçasıydı sabah”
Didem Madak
Her 25 Kasım “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü”nde onların hikayeleri anlatılır bütün dünyada, üç can, üç yürek, üç kelebek; Minerva, Patria ve Maria Teresa Mirabal. Gerçek adlarından çok “Mariposas”(Kelebekler) olarak tanırız onları -kod adı olarak seçtikleri kelebeğin İspanyolcası-. Öyle bir kod adı ki, zalim diktatör Trujillo’ya karşı verilen canhıraş mücadele ile özdeş.
Trujillo 1930 yılında, kendisini, “Ulusun Babası” ilan edip Dominik Cumhuriyeti’nin başına çöktüğünde Mirabal kardeşlerden Patria 6, Minerva 4 yaşında idi, küçük Maria’nın doğmasına ise daha dokuz yıldan fazla zaman vardı.
Bırakın çocukları, onları dünyaya getiren anne babalarının dahi, bu yeni yönetimin ülkeyi ne denli bir felakete sürükleyip, kendilerine neler yaşatacakları konusunda henüz en küçük fikirleri yoktu.
Çok geçmeden anlaşılacaktı “hem seven hem de döven”, “hayırsever babacan” olarak tanıtılan Trujillo’nun yakın çevresi dışında herkes için tam anlamıyla nasıl bir “baş belası” olduğu.
Ülkenin başına bela olmadan önce vasat bir eğitim görmüş sıradan bir askermiş aslında. Ülkenin içinde bulunduğu durumda, yeminli komünizm karşıtı düşünceleri, Haitililere olan bitmez tükenmez nefreti ve Amerika’ya uşaklıkta sınır tanımazlığı sayesinde iktidar kapıları sonuna kadar açılıvermiş önünde. Bu sayede çıkmış kariyer basamaklarını, hiç zorlanmadan ve yapılan askeri darbeyle estirilen terör ortamında, ABD’nin ve Katolik kilisesinin doğrudan desteğini alarak başkanlık koltuğuna oturuvermiş sonunda.
Öyle bir oturmuş ki koltuğa tam 31 yıl boyunca kurtulamayacağı bir mengeneye sokulmuş sanki bütün ülke.
Karayiplerin en büyük adası Hispanyola üzerinde bulunur Dominik Cumhuriyeti. Aslında Haiti’dir bu adanın eski adı ünlü kaşif Kristof Kolomb tarafından sömürgeleştirilmeden önce. Kolomb, 1493 yılında 2/3’lik doğu kısmını keşfedince Hispanyola adını vermiştir İspanya’nın damgasını vurma anlamında. Adanın geri kalan 1/3’i ise daha sonra Fransızlar tarafından sömürgeleştirilip Haiti olarak anılmaya devam edecekti. Yani, bir adanın, iki farklı efendi tarafından sömürgeleştirilmesiyle oluşturulan yıllar boyunca körüklenen tarihsel düşmanlıklar içinde debelenen iki “kardeş” ülke imiş bu Dominik Cumhuriyeti ve Haiti.
Kardeş olmalarına kardeşlermiş ama ne efendileri izin verirmiş onların kardeşliği yaşamalarına ne de varlıklarını efendilerine borçlu olan ülkenin yöneticileri.
İşte 1930 yılında ülkenin başına çöreklenen Trujillo, bütün diktatörler gibi bu ezeli düşmanlığı kaşıyarak başlamış işe. Üstelik de bırakın uzak atalarının Haitili olmasını, Antilli bir baba ile Haiti kökenli bir anneden doğma olduğu halde nefretini açık edermiş her yerde. O kadar büyükmüş ki nefreti tıpkı onlar gibi olan siyah tenini gizlemek için, akşama kadar pirinç pudralarıyla ovarmış elini yüzünü.
Yıllar birbirini kovalayıp da iktidarını iyice pekiştirince kendisinin Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olduğunu da ilan edivermiş Trujillo. Sadece ilan etmekle kalsa iyi, dağlara taşlara yazdırdığı yetmiyormuş gibi her evin kapısına da birer “Trujillo Tanrı’dır” ya da “Trujillo buranın iyiliksever efendisidir” plaketleri astırmaya başlamış “Çık çıkabilirsen Tanrı buyruğuna karşı” dercesine.
Çıkanın vay haline tabii ki kan ve zulmün ete kemiğe bürünmüş hali olan iktidarına. Elektrik sandalyeleri, işkence, kurşuna dizme, cezaevleri.. Hele iki katliamı var ki, aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ unutulmayan…
Bunlardan ilki 1937 yılında, Dominik güvenlik güçlerinin, şeker kamışı çiftliklerinde yaşayan binlerce Haitili göçmen emekçiyi boğazladığı ve otuz binden fazla fazla insanın canına mal olduğu söylenen kitlesel katliamdır. İki ülke arasında ırkçı temellere dayalı ezeli düşmanlık bir gecede körüklenerek öyle bir katliam başlatılmış ki, Kristof Kolomb’un ülkeyi köleleştirmek için uyguladığı vahşet bile hafif kalıvermiş yaşananlar yanında. Ne anne karnında süngülenmeyen bir bebe kalmış ne de ana kucağından koparılıp kayalara çarpa çarpa katledilmeyen tek bir çocuk. Tam bir hafta boyunca mezbahaya çevrilmiş koskoca ülke. Öyle bir mezbaha ki; domuzların bile günlerce kokmuş insan cesetleriyle beslendiği söylenecekti yıllar sonra bile.
Daha katliamın başladığı ilk gün, halkın karşına çıkıp “Bunlar ne ki, daha da öldüreceğiz bu hayvan hırsızlarını, göstereceğiz onlara günlerini!” diyecek kadar kana susamış bir katilmiş o.
Son katliamı olan Mirabal kardeşlere yaptıkları ve yaşattıkları ise zalimlikte geldiği noktanın ispatı gibidir adeta. Bu katliamın ispat ettiği bir diğer nokta da gecenin en karanlık zamanının aslında şafağın en yakın olduğu zaman olduğu gerçeğidir.
Olayların seyrine bakıldığında onunla karşılaştıkları o güne ne kadar “lanet” yağdırsalar yine de azdır Mirabalların. O gün ki; bir daha geri gelmeyecek şekilde alıp götürecektir yaşam sevinçlerini. Önceden ne kadar mutlu bir aile tablosu çizmektedirler halbuki.
Yörenin en ünlü tüccarlarından biridir baba Mirabal. Annenin mesleği ise terzi olarak geçmektedir evlilik kayıtlarında.
Evliliklerinden bir yıl sonra, 1924 yılında, Amerikan askerlerinin ülkeyi terki sırasında doğan ilk kızlarına Patria (Vatan) adını verirler büyük bir sevinçle.
Bir yıl sonra, sevinçlerine sevinç katar, “Dedé” diye çağırdıkları ikinci çocukları Belgica Adela.
Ve 13 Mart 1926, dünyaya gözlerini açar güzeller güzeli Minerva.
Minerva dokuz yaşında iken, 1935 yılında gelir kızların en küçüğü Maria Terasa.
Hepsi de iyi eğitim almış, kültürlü, güzel sanatlarla ilgilenen, ayakları üzerinde durabilen, soran, sorgulayan, neşeli, canlı, cıvıl cıvıl çocuklar.
Daha ilkokul eğitimi sırasında anlaşılır Minerva’nın sahip olduğu olağanüstü zekası; bu zeka ve ısrarı sayesinde alacaktır zaten bir süre sonra ülkenin ilk “hukuk doktorası”na sahip kadın unvanını, avukatlık hakkı yasaklansa bile bizzat diktatör tarafından kendisine.
Ders kitaplarının dışında en büyük tutkusudur okumak; edebiyat, şiir derken tiyatro, resim çalışmalarına da el atar. Gittiği her okulda kültürel etkinliklerin en aranan ismidir artık o.
Bir de güzelliği var tabii. Mirabal ailesinin kızlarının hepsi de güzeldir ama Minerva’nın güzelliği “efsane” denilen cinsten bir başka güzelliktir ve bütün dillerde hep onun adı vardır. Ve hiç kimsenin aklına bile gelmez seyretmeye doyamadıkları bu güzelliğe bir gün “kem gözlerin” dikileceği ve sadece onun değil tüm ailesinin hayatını altüst edeceği.
Her şey, eyalet yetkililerinin Mirabal ailesini, 1949 yılı Haziran ayında, Santiago’daki hükümet sarayında diktatör Trujillo onuruna verilecek olan bir partiye davet etmesiyle başlar. Minerva o dönemler çoktan “Halkçı Sosyalist Parti” kurucularından Perikles Franco ile tanışıp faaliyetlerinde onlara yardımcı olmaya başlamıştır bile.
Ülkenin mutlak efendisi onuruna parti verilir de bu daveti reddetmek olur muydu? Elbette hayır; ailenin “sosyalisti” Minerva dahil tüm aile orada hazır olmalıydı.
Olurlar da.
Nereden bileceklerdi o zamanlar, neşe içinde, güle oynaya, hep birlikte gittikleri bu partinin aslında tüm aile için bir dönüm noktası, hayatlarını altüst edecek olan trajik bir oyunun ilk perdesi olacağı.
Nereden bileceklerdi, 60’ına merdiven dayamış Trujillo’nun, 23 yaşındaki güzeller güzeli Minerva’yı görünce cin çarpmışa dönüp, gece boyunca gözlerini ondan ayırmadan bakacağı, ama sadece bakacağı, başkaca bir şey yapmayacağı.
Çünkü o gün, orada, Minerva’yı gördüğü anda, başka bir karşılaşmanın planlarını yapmaya başlamış, kafasında ağustos ayında yapılacak olan Montana Oteli’nin açılış davetine katılacakların listesini hazırlamıştı bile; ilk sırada Mirabal ailesi, eksiksiz tabii ki.
Bu ikinci daveti iple çeker Trujillo, bugün sadece bakmakla kalmayacak, ne istediğini açıkça söyleyecektir ona, ülkenin tek hakimi değil miydi o, ne isteyip de almamıştı ki o güne kadar. Bu duygularla dansa davet eder güzel Minerva’yı.
Dans sırasında niyetini belli edince rahatsızlığını dışa vurmaktan çekinmez Minerva, gerekli cevabı verir kendisine, daha doğrusu verdiğini sanır, çok geçmeden anlayacaktır bir kadının “hayır” demesinin “hayır” demek olmadığını Trujillo’nun lügatında. Bütün diktatörler gibi o da “reddedilemez” sanmaktadır kendini.
Aradan iki ay bile geçmeden gelir yeni davetiyeleri. Hem de bu sefer postacı değil, bizzat Vali ve Senatör tarafından çalınır kapıları, 12 Ekim 1949 günü, Trujillo’nun kır evinde “kesinlikle” beklendikleri haberini iletmek üzere.
Durum gerçekten ciddidir bu sefer.
Trujillo’nun niyetini ve ısrarını anlayan anne korkuya kapılır. Önce Minerva’nın partiye gitmesine karşı çıksa da sonuçta böyle bir daveti reddetmenin kendilerine neye mal olacağının hesabını yapıp,bundan vazgeçerler. Bütün aile hep birlikte gitmeye karar verirler.
O kadar büyük bir güç sarhoşluğu yaşamaktadır ki diktatör, o kadar pervasız, o kadar arsız, o kadar maçodur ki; yeniden tekrarlar teklifini. Bu kadarı da fazladır artık, tahammül sınırları yerle bir olan Minerva’nın “Hem benim hem de genç arkadaşım Perikles Franco’nun peşini bırak artık” diyen sesi doldurur salonu.
İş bu kadarla kalmamış, bu ortamda orada kalamayacaklarını anlayan aile doğal olarak parti sona ermeden alelacele çıkıp gitmişlerdi.
Vay sen misin benim verdiğim partiden benden izinsiz çekip giden!
Vali’nin önerisiyle, Trujillo’ya çektiği “özür” telgrafı da işe yaramaz baba Mirabal’ın.
Apar topar alınır gözaltına, hayatında hiç hırpalanmamış, kötü bir söz duymamış baba günlerce kalır işkencede. Hakaretin, aşağılamanın haddi hesabı yoktur.
Birkaç gün sonra sıra Minerva ve birkaç yakın arkadaşına gelir.
Bütün çevresinden Minerva’nın genel olarak komünistlerle özel olarak da Perikles ile ilişkisi hakkında ifade alınmaya çalışılır. İstediklerini elde edemeyince baba dahil hepsi serbest bırakılır.
Artık, insanları canlarından bezdiren yakın takip dönemi başlamıştır.
Neredeyse aldıkları nefes bile anında rapor edilir Trujillo’ya.
Baba Enrique Mirabal bu kadar baskı ve acıya daha fazla dayanamaz.
Birkaç yıl sonra, sessiz sedasız hayata gözlerini kapar.
Yaşadığı aşağılanma ve gördüğü haksızlıklar, hukuksuzluklar öfkesine öfke katar Minerva’nın. Sonunda ne yapar eder, bir yolunu bulup hukuk fakültesine kaydını yaptırır.
Okul sırasında tanışır, sonradan evleneceği ve birlikte “14 Haziran Devrimci Hareketi” örgütünü kuracağı Manolo Tavárez Justo ile. Hiç düşünmeden katılır, diktatöre karşı en etkili mücadeleyi yürüten bu çevreye.
Artık hem “kelebek”tir o. Eşiyle birlikte katıldığı illegal yapılan toplantılarda; hem düzen karşıtı hem de kitlesel eylemliliklerin coşkulu ve güzel militanı.
O kadar öfke doludur ve o kadar güzel ifade ediyordur ki Trujillo’ya olan nefretini; o konuştuğunda akan sular bile dururdu.
Hele de en yakın arkadaşlarından birinin Trujillo’nun talimatıyla öldürüldüğünü öğrendiğinde, o ne öfke o ne isyan dolu konuşma idi öyle. Özgürlük ve cesaret timsali, taş kesmiş olağanüstü bir kadın heykeli idi sanki.
Bu nedenle kısa sürede dikkatini çekmişti istihbarat teşkilatlarının da.
Defalarca gözaltı, işkence, cezaevi.
Ama her defasında kaldığı yerden başlamasını bilir Minerva.
Önce küçük kız kardeşi Maria’yı çeker yanına, aynı örgütte birlikte mücadele etmek için sonra ablası Patria’yı. Abla o kadar zorluklarla karşılaşmış, o kadar haksızlığa uğramıştır ki; hiç ikiletmeden kabul eder teklifini. Artık “kelebek” değil, Kelebek Kardeşler”in eylemleri idi dillerde olan.
Bu arada, Trujillo’nun karşı çıkmasına rağmen, okul arkadaşı, sevdiği, komünist Manolo Tavárez Justo ile evlenir Minerva, abla Patria da aynı okuldan Manola’nın bir arkadaşı ile. Daha da güçlü atılırlar mücadeleye.
Ne gözaltı ne işkence ne cezaevi tehditleri; Trujillo ne yaparsa yapsın onları engelleyemiyordu.
1950’lerin sonuna gelindiğinde bütün Latin Amerika’yı etkileyen özgürlük rüzgarı onların ülkesinde de hissedilmeye başlandı.
Önce 1957 yılında, Kolombiya’daki diktatörü alaşağı etmişti bu rüzgar, ardından sıra Venezüella’ya gelmişti.
Ve işte muhteşem Küba, Fidel Castro ve Che Guevara önderliğinde elveda diyordu Batista’ya.
Dominikli devrimciler ilgisiz kalabilir miydi bu hareketlere?
Tam sırası değil miydi Trujillo’yu iktidardan alaşağı edecek güçlü bir hareketi örgütlemenin; hazır bütün bölge özgürlük rüzgarları ile sarsılırken?
10 Ocak 1960 günü yapılır, çeşitli ülke ve bölgelerden gelen delegelerin katılımıyla “14 Haziran Hareketi” kuruluş kongresi.
Eşi Manolo Tavares Justo’nun başkan seçildiği bu kongreye katılan iki kadından biridir Minerva.
Ancak kuruluş sevinçleri kursaklarında kalır.
Toplantıyı haber alan istihbarat teşkilatları büyük bir sürek avı başlatır.
İçlerinde Minerva ve Manola’nın da olduğu yüzden fazla kişi gözaltına alınır.
Günlerce işkence, kötü muamele, hakaret.
Ancak, 14 Haziran örgütünün üyeleri arasında burjuva aile çocukları da vardır.
Tabii bunların Trujillo ve çevresi ile olan yakın ilişkileri de.
Bu tutuklamalar büyük bir krizi patlatır hükümet aleyhine.
Bu arada otuz yıldan beri diktatöre destek veren kilise de rüzgarın yön değiştirdiğinin farkındadır, bir bildiri ile uygulamaları kınamak zorunda kalır.
Önce tutuklu kadınları bırakır Trujillo, ardından da bir kısım erkek tutukluyu.
Ama Minerva ile Patria’nın eşlerinin de içinde olduğu örgüt yöneticileri için hiçbir şekilde bırakılma söz konusu değildir. Ömür boyu Puerto Plata Hapishanesi’dir onların yeri.
Öyle bir cezaevidir ki Puerto Plata Hapishanesi; hem evlerine oldukça uzakta hem de dolambaçlı ve tehlikelerle dolu bir yolun sonunda; ne çileli bir yolculuktu bu genç kadınlar için her seferinde severek yapsalar da.
Kısa sürede anlaşılır bu cezaevine kapatılmalarının hikmeti; kulaktan kulağa yayılmaya başlayınca bir “trafik kazası”na kurban gidebilecekleri söylentileri.
Olur mu olur; Trujillo’nun en sık baş vurduğu yöntemlerden biridir bu.
Önemli bir düşmanı ortadan kaldırmak mı istiyor?
Hemen bir “trafik kazası” senaryosu yazılıverirdi; suçunu örtbas etmenin en basit yöntemi.
Ve cezaevi güzergahı böylesi bir pusu için o kadar da uygun ki.
Söylentiler Minerva’nın kulağına geldiğinde Manola’ya da aktarır; haklı olarak büyük bir endişeye kapılır o da.
Hemen bu geliş gidişlerin durdurulmasını ve onların da Puerto Plata’da kalmalarını önerdi. Küçük bir ev tutup oraya yerleşebilirler mesela.
Ama bu öneri için çok geçtir artık; Trujillo’nun cellatları çoktan harekete geçip Puerto Plata’ya gelmişlerdir bile.
O gün, 25 Kasım 1960’ta, Patria, Minerva ve Maria cezaevi görüşünü bitirdikten sonra bir ciple evlerine doğru yola çıktıklarında bir araba takılır peşlerine. En uygun yere geldiklerinde kurşun yağmuruna tutup durmaya zorlarlar onları.
Yoldan uzakta sessiz bir yere çekilip önce tecavüz ederler, sonra palalarla bitirirler işlerini.
Bir uçurumun dibinde arabalarıyla birlikte bulunur cansız bedenleri.
Trujillo’nun “İki düşmanım var benim: Biri Katolik kilisesi, diğeri de Mirabal Kardeşler” demesinin üzerinden sadece iki gün geçmişti.
Katledilmelerine isyan çığ gibi büyüdü.
Hele de katledilme biçimlerine.
Üç silahsız kadının, şoförleriyle birlikte böylesine hunharca katledilmeleri hiç bir vicdanda kabul görmez.
Her geçen gün Trujillo’nun sonunu bir adım daha yaklaştırır.
Çok değil, altı ay sonra 30 Mayıs 1961’de, arabasının içinde makineli tüfek ateşiyle öldürülecekti o da.
Sanki, yıllar önce bu günleri görerek söylemişti Minerva, “Bir gün beni öldürürlerse, o zaman da kollarımı mezarımın dışına çıkarır onlardan daha güçlü olduğumu gösteririm!” diye.
Gerçekten de ne kadar güçlü olduklarını herkes anladı katledilmelerinden sonra.
Kod adları kelebekler gibi ömürleri çok kısa olmuştu; ama öyle bir çırpmışlardı ki kanatlarını, öyle bir uçmuşlardı ki o uçurumdan aşağı son bir gayretle, Trujillo gibi bir kötülüğü de çekip götürmüşlerdi artları sıra.
Geride kalan tek kız kardeşleri Dedé’ye kaldı onların hikayesini anlatmak.
Biz dünya kadınlarına da koskocaman bir mücadele mirası.
Kitaplar basıldı onlar için, paralar basıldı, yollara, okullara verildi isimleri.
Öldürüldükleri gün “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” ilan edildi.
Onlar gecenin vitrininde, özgürlüğe kanat çırpan üç altın kelebek idi.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.