Filistin meselesi 7 Ekim sabahı başlamış gibi davranmanın bir âlemi yok. Öznesi kim olursa olsun şiddet her başlıkta tartışmalı olmaya mahkum bir meseledir elbette. Ama şu sıralar polemiklerde yöntem, yaklaşım sorunu, düzeniçileşmenin kesif bir ağırlığının hissedildiği de açık. Kendi caydırıcı gücünü yitirenlere başkalarının şiddeti üzerinden hakemlik, steril bir tarafsızlık, meseleleri tarihsizleştirme kalmış kala kala
7 Ekim sabahına “Hamas”, “İsrail”, “saldırı” başlıklı haberlerle uyandık. Muhtemelen birçoğumuz haberlerin üzerinde pek durmayacak gibi olduk önce. Öyle ya Filistin meselesi, tıpkı Kürt ve Kıbrıs meseleleri gibi artık “sıradanlaşmış” bir konuydu. Ya İsrail, Gazze’ye füze atmıştır ya da Hamas, İsrail’e. İsrail saldırdıysa çoluk çocuk çok sayıda insan ölmüştür ve ne yazık ki bu kanıksanmıştır. Filistinli direnişçiler saldırdıysa İsrail’in demir kubbelerine takılmıştır herhâlde.
Fakat kısa sürede olayın daha önce hiç tecrübe etmediğimiz bir şeye tekabül ettiğini fark ettik ve mesele artık kendisinden başka hiçbir mevzu üzerine konuşturmayacak kudrette bir olguya dönüştü. Hamas öncülüğündeki direniş grupları (M-L FHKC ve FDKC dâhil) canavarın kalbine, yani İsrail’e girip “Aksa Tufanı” adını verdikleri bir operasyon başlatmışlardı.
Yaşananlar ve bilanço “akıl almaz”dı. İsrail, son elli yıldaki en büyük kayıplarını vermiş ve güçlü askeri, istihbari devlet efsanesi yerle yeksan olmuştu. Üstelik eylemler devam etmekteydi. İsrail tarafında dehşet ve panik, direnişçiler tarafında zafer hissiyatı egemendi.
İşler daha önceki hiçbir şeye benzemeyince dehşet ve şaşkınlık dalgası tüm dünyaya yayıldı. Hâliyle tartışmalar da keskinleşti, pozisyonlar sallandı yahut netleşti.
Türkiye solunun -BirGün’de seküler elitizmiyle malul bir arkadaşımızın sorunlu yazısı hariç- örgütsel olarak onca tazyike rağmen Filistin hususunda geleneksel tavrında direnç gösterip iyi bir sınav verdiği rahatlıkla söylenebilir: Nehirden denize özgür Filistin. Türkiye devrimci hareketinin kanı Filistinlilerin kanına yıllar önce karışmıştır zaten. O sebeple ODTÜ’de Filistin bayrağı görünce baygınlık geçirenlere acil bir tarih tedavisi önerebiliriz.
Ancak solun göğüslemeye çalıştığı salvolar sadece İsrail yanlılarından gelmedi, ki bu önemli de değildir. Elrom eyleminden beri Türkiye devrimci hareketinin anti-semitist olduğu kifayetsiz muhterislerce iddia edilir zaten. Sol (özellikle orantısız gelişen ve tabanına ideolojik formasyon sunmayan TİP) tabanından ve çevre çeperinden de dayak yedi. Örneğin ESP’nin operasyona dair sert ve kararlı açıklaması en çok müttefiki Kürt hareketinin sempatizanlarından saldırı aldı.
İsrail’in en çok desteği özellikle yeni nesil seküler Türk milliyetçilerinden ve PKK tabanının bir kısmı da dâhil Kürt milliyetçilerinden aldığı açıktır. Fakat burada Kürt hareketi (ve tabanıyla) ilgili bir parantez açmak âdil olmak adına elzem. Kürt hareketi her ne kadar bir miktar sallantılı bir konumda olsa da Filistin direnişini esastan destekliyor. Ancak gerek solun, gerekse de Filistin’e duyarlı başka kesimlerin Rojava ve genel olarak Kürt meselesinde ciddi oranda kör, sağır, dilsiz olabilmelerinden haklı olarak rahatsızlık duyuyorlar. Bu tepkisellik de bir yerden sonra tabanda Filistin’e karşı milliyetçi bir karşı-refleks yaratıyor. Aynı hareket Filistin kamplarında yeşermiş olmasına rağmen. Gelin görün ki eleştiriler kendileriyle birlikte Rojava’da savaşan gruplara da ya da -PYD’nin müttefikleri sebebiyle- Rojava’ya mesafelense de Kürt halkının özgürlüğü konusunda tereddütsüz olanlara da yöneldiğine göre ortada bir adaletsizlik olduğu aşikâr. Bu adaletsizliğin sebebi de kronik bir hâl alan sosyalist solu küçümseme tutumundan ileri geliyor. Öyle ya ESP, Partizan Kürtleri desteklese ne, desteklemese ne. Büyük güçlere yanaşmak lâzım… Birçok eğilimin bileşimi olan HDP içinde zaman zaman sübut eden gerilimlerin de sebebi budur.
Asıl meselemiz olan Hamas, Gazze, İsrail, şiddet meselesine dönelim. Yalçın Küçük’ün abartılı vecizesiyle İsrail’in Türkiye’de İsrail’den daha güçlü olduğunu gördük adeta. Çok kişiye göre milliyetçi, İslamcı, solcu biçimleriyle anti-emperyalist damarın kuvvetli olduğu Türkiye’de aslında işgalci İsrail’e sempatinin dikkat çekici boyutta olduğu ortaya çıkmış oldu. İdeolojik, ahlaki çöküş, devrimci solun gerilemesi, yaygınlaşan liberal bireycilik, tarih cehaleti sebebiyle bu sonuç şaşırtıcı da değil.
Öte yandan mazlumu hep acı çektiği bir tabloda izlerken onun için romantik şiirler yazmanın kolay olduğunu fakat garibanların öfkesi şiddet olarak ortaya çıktığında bunun sadece sömürgecileri rahatsız etmeyeceğini de biliyoruz. Bu gerçek sadece Filistin hareketinin sınandığı bir olgu değil, “haklıyken haksız duruma düşmek” tüm kurtuluş hareketlerinin muhatap olduğu bir eleştiridir. Bu, bu hâliyle artık bir aksiyom vaziyetine ulaşmıştır.
Egemenin şiddeti yalnızca devletlilerin, uluslararası hukukun nezdinde değil, birçok insanın belleğinde de bir “istikrar” hissi yaratmaktadır. Ezilenlerin şiddeti, yani şiddet tekelini kırmaya dönük her hamle ise konforlu alana yönelmiş bir hançer mânâsına gelir.
Bu yüzden Netanyahu’nun meskun mahalleri vahşice bombalarken bunu sosyal medyadan paylaşmaktan hiç çekinmemesi doğal bir durum. Tıpkı ABD’nin Irak’ı yerle bir edişini canlı yayında vermesi gibi.
Ancak direniş örgütlerinin karşı şiddeti her hâlükârda lânetlenmelidir. Hele ki bu şiddet, tartışmalı hedeflere yönelmişse ve siz bunu kınamamışsanız siz cânisinizdir. Hâlbuki biz hiç insanları diri diri evlerine gömerken bunları televizyonda insanlara porno gibi sunmadık. Yine de câni, tarafları eşitlemeyen bizler oluveriyoruz.
Peki, ezilenlerin “haklıyken haksız duruma düştüğü” demeyeceksek bile yanlış, hata yaptığı durumlar hiç yok mudur? Elbette var, üstelik burada nesne Hamas’ın, yani İslamî bir hareketin şiddeti. Her ne kadar Selefî teröristler gibi olmasa da Hamas’ın ya da İslamî Cihat’ın meşru olmayan hedefler konusunda devrimci sol gibi hassas olmayacağı açık. Onlara kefil olacak hâlimiz yok. Ancak ortalığın toz duman olduğu, neyin gerçek neyin dezenformasyon olduğunun belli olmadığı da bir süreçten geçiyoruz. Hamas’ın yüzlerce bebeğin başını keserek öldürmediği teyitli ama birçok sivili vurduğu da ortada. Bu sivillerin neye göre değerlendirileceği de karmaşık. Bir kere “yerleşimciler” adı verilen bir gerçek var ve bunlara ne kadar “masum sivil” denilebilir? Düşünün ki evinizde oturuyorsunuz ve birileri gelip sizin evinizi devlet desteğiyle işgal ederek sizin elinizden alıyorlar. Üstelik bunlar fanatik ve çoğu silahlı kişiler. Şimdi bu insanlara “masum sivil” denilebilir mi?
Yine de, genellemeler her zaman yanlış olduğu gibi İsrail toplumunun bütünü hakkında da yanlıştır elbette. Çift devletli çözümü savunan milyonlarca İsrailli olduğunu biliyoruz. Daha da ileri giderek, İsrail’in meşru olmadığını söyleyen, İsrail’in tümden yıkılıp yerine Filistin’in kurulmasını isteyen, bir bölümü dinen radikal kesimlerden Yahudilerin olduğunu da.
Lâkin Filistin/İsrail meselesi her başlıkta çetrefilli. Soykırıma uğramış bir halkın 1948’te başka insanların topraklarında birden bire bir devleti oluveriyor. Bu gerçeğin, yani vatansızlaşmanın Filistin halkı için şoke edici mahiyeti, şiddetin de biçimlerini belirliyor. Birbirini takip eden birkaç Arap-İsrail savaşındaki küçük düşmüşlüğü takiben Filistin halkı asıl silkinmesini ‘70’lerde, ‘80’lerde gerçekleştirdi. Dünya kamuoyunun meseleye kayıtsızlığı savaş yöntemlerini keskinleştirdi. Ve evet bugünlerde sebepler hâkim eğilimin soldan İslâmcılara geçmesinde aransa da, direniş çizgisi solun hâkimiyetindeyken de birçok tartışmalı eylem gerçekleştirildi.
Kaldı ki İslamî hareketin egemenliği Gazze’den ibarettir ve orada Hamas tek başına da değildir. Filistin davasının geleneksel aktörü Fetih ise Batı Şeria’da hâlâ egemen. Şimon Peres’le, İzak Rabin’le yaptıkları barış antlaşmasından beri hâkimiyet alanları sürekli yeni yerleşimlerle delik deşik edilmiş olsa da.
Yani Filistin meselesi 7 Ekim sabahı başlamış gibi davranmanın bir âlemi yok. Öznesi kim olursa olsun şiddet her başlıkta tartışmalı olmaya mahkum bir meseledir elbette. Ama şu sıralar polemiklerde yöntem, yaklaşım sorunu, düzeniçileşmenin kesif bir ağırlığının hissedildiği de açık. Kendi caydırıcı gücünü yitirenlere başkalarının şiddeti üzerinden hakemlik, steril bir tarafsızlık, meseleleri tarihsizleştirme kalmış kala kala.
Bunun sol tabanda da yansımaları muhakkak var. Kürt meselesinde askeri “çözüm”ün daha şiddetli örgütlenmesi ve 15 temmuz sonrasındaki özel baskı politikasıyla solun toplumla kısıtlı bağları da koptu, bu süreçte soldaki insan malzemesi de dönüştü. Önceki gerileme dönemlerinden çok daha yıkıcı bir bunalım hâli kemikleşti. Zaten sürekli geri çekilen soldan boşalan alan elbette dolacaktı. Üstelik bu kez ideolojik meşruiyet/özgüven krizi de ortadaydı. Buraya, beş on sene evvel ayıplanacak liberal bireycilikler, gericilik, burjuva muhalefeti, “sekülerlik” adı altında yakası açılmamış faşizmler doluştu.
Günün sonunda solun çevre çeperinde Filistin’e dair liberal ya da Kemalizan tesirlerle hatalı yorumlamalar gözlemlenmesi şaşılacak şey değildir. Ancak dediğimiz gibi şiddetin kendisi zaten şeylerin doğası gereği tartışmalı bir konudur ve bu tartışmalı durumun solun şimdiki hâliyle hiçbir ilgisi yok. Ezelî bir mesele.
Devlet dışı şiddeti devrimci, İslamî, milliyetçi şiddetler başlıklarıyla tasnif edebiliriz. Elbette bu başlıkların kendi içinde de örgütten örgüte farklı yaklaşımlar var. Yukarıda da belirttik örneğin Selefî terör diğer İslamî şiddet hareketlerinden farklıdır. Birçok İslamî örgüt en azından söylem bazında sivillere ya da meşru olmayan hedeflere karşı duyarlı olduğunu söylemek zorunda kalacaksa da, Selefîler için böyle bir kısıtlama yoktur. Onlar için bırakın kâfirleri, kendileri gibi düşünmeyen Müslümanlar da (Kaide ve Taliban bile dâhil) ölmeyi bin kere hak etmiştir. Eylemler dolayısıyla suçsuz yere ölenlerse zaten cennete giderler. Önemli olan tek şey, amelin yani eylemin gerçekleştirilmiş olmasıdır.
Şiddetin her türlüsüne karşı olduklarını beyan edenleri burada değerlendirme dışı tutuyoruz. Dünyada güçler dengesini eşitmiş gibi algılasalar da ahlakî bir tutum aldıklarını varsayalım.
Ama sırf İslamî ya da faşizan şiddet değil, devrimci şiddet yahut ulusal kurtuluş hareketlerinin şiddeti de her zaman tartışmalı başlıklar olmuştur. Sol içinde de. Ki devrimci örgütlerin ya da ulusal kurtuluş hareketlerinin eylemlerinde sapmaların vâki olmadığı da iddia edilemez. Türkiye’ye ve Türkiye Kürdistanı’na bakalım. Burada da devrimcilerin birbirine şiddet uygulaması gibi lânetli zaaflar yaşandı. Ya da Marksist-Leninist bir temelden gelen PKK’nin birçok eylemi sorgulandı, tartışıldı. Bunlar derin yarılmalara ve tartışmalara sebep oldu. PKK ile diğer Kürt hareketleri, PKK ile sol arasında da birçok defa şiddet eylemleri gündeme geldi. Dünyada da birçok sol örgütün eylem hedeflerinde de geçmişten bugüne sorunlu yönelimler oldu. Ne ki devrimci şiddet kendini kastre eden, hedefleri konusunda meşruiyete hep önem vermiş bir hareket oldu. Sapmalar hep eleştirildi ve özeleştiriler de verildi. Kazaen ya da özensizlikle sakatlanmış eylemleri kastetmiyorum.
Savaş bir kere başladı mı temiz çok az şey kalıyor ve bu temiz kalmakta samimi olarak ısrar edenleri de zaman zaman kapsayabiliyor.
Şiddetin tartışmalı mahiyetinin bir sonunun olmadığını orta yere koymak lâzım. Hele ki sol içinde. Sadece savaşın tarafı olmayan siviller meselesinde değil, “sıradan” bir kolluk gücünün rastgele hedef alınması dahi polemik konusudur. Bunda sadece ideolojik saikler değil, “Erleri çekin rütbeliler gelsin” söylentisi de psikolojik/ahlakî olarak etkili olmuştur. Tartışma yaratmayacak gibi gözüken birçok eylemde dahi, bizzat sol içinde büyük polemikler kopmadı mı? -Bilhassa ‘78’den yakın tarihe dek Devrimci Sol’un ve devamı P-C’nin çoğu, her ne demekse “sansasyonel” addedilegelmiş eylemleri-. Zira şiddet, varlığıyla bir saflaşma da dayatır.
Çalakalem yazdığımız yazının sonuna gelirken Filistin/İsrail gerçeğiyle ilgili birkaç noktanın altını çizelim. Zira görünüyor ki hakikatlerden epey bir uzaklaşılmış.
Birincisi özellikle seküler milliyetçi tayfanın dillendirdiği bir Filistinlilerin topraklarını satması ezberi var. Bu bir yalan, 1945’te Filistin topraklarının sadece yüzde 5’i satılmıştı ve satanların hepsi de Araplar değildi. Farklı etnik kökenlerden büyük toprak sahipleri de vardı.
Ülkücülerle İslâmcılar malum, Osmanlı konusunda çok hassaslar. Siyaseten dayanak, motivasyon sebeplerinden biri bu. Ama şu “Arapların bizi arkadan vurması” mevzuunu sürekli işleyenlerin de yeni nesil seküler ulusalcı tayfa olmasına dikkat buyurmanızı isterim. Oradan sömürgeciyle dostluk, mazluma düşmanlık devşiriyorlar. Bir şeriat devleti olan İsrail’i seküler diye belleyip onun amigoluğuna soyunuyorlar.
İkinci bir gerçek: “Aliyah” yani Filistin’e dönüş, Osmanlı döneminin sonlarında başladı. 1517’de 5 bin olan Yahudi nüfusu 1882’de 24 bine, 1914’te 94 bine ve 1946’da 543 bine çıktı. Ve bugünlere gelindi. Yahudilerin yurtları olan Filistin’den ya da Kenan’dan sürgünleri, daha öncesi de olsa, büyük isyandan sonra Roma tarafından gerçekleştirildi. Yani yaşanan travmalar bir yana bu geri dönüş hikayesi eşi benzeri olmayan ilginç bir olaydır. Tıpkı Yahudilerin bir avuç din adamı dışında kimsenin bilmediği İbraniceyi yeniden anadil olarak öğrenmiş olması gibi. Ne var ki tarihi boyunca hep soykırım, sürgün ve aşağılamalara maruz kalmış bu milletin devleti de soykırımcı olmuştur. Müslüman, Musevi, Hristiyan, Dürzi ve Samirilerin bir arada yaşayabildiği bir Filistin devleti İngiliz sömürgeciliği döneminden sonra ortaya çıkamadı. (Yahudiler İngilizlere karşı da silahlı hareketlere girişmişlerdi.) Bunun yerine böyle bir coğrafyada, sonradan gelenin tek hâkim olduğu bir din ve ulus devleti inşa edildi.
Son olarak kadınların, feministlerin, Kürtlerin, kimi solcuların Aksa Tufanı operasyonun mahiyetine dair eleştiri ve tepkilerinin haklı zeminleri olduğunu da belirtelim. Ancak tarihsizleştirme ve eşitlemeyle, sarkazmla, her şeyi laiklik üzerinden okuma ya da tüm Müslüman hareketlerini tek bir torbaya yerleştirmeyle, Orta Doğulu düşmanlığıyla, halk düşmanlığıyla kimilerince kantarın topuzu öyle kaçırılıyor ki sağlıklı bir tartışma atmosferi ortadan kalkıyor. Elbette eylemi sahiplenme açısından da kantarın topuzunun kaçırıldığı noktalar olduğunu da teslim etmek gerek. Kendi etkin, eylemli kudretinden mahrum kalan solda İslami direniş hareketlerine ya da Rusya, İran gibi güçlere abartılı bir yakınlaşma yönelimi yeni bir şey değil zaten.
Filistin, Lübnan konularında kendi vatanıymış gibi hassas olan, Feyruz’un sesinden “Le Beyrut” dinlerken her defasında aynı duyguları hisseden Türkiye solu bizce son mesele dâhilinde örgütsel planda oldukça tutarlı bir sınav vermiştir. Güç, kudret noksanlığı, dört bir yandan gelen baskı, ideolojik meşruiyet noktasında hâsıl olan kimi zaaflar var olsa da bunlar tâlidir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.