“Krizi aşmanın yolu bana göre “halka gitmek”ten geçiyor; halka gitmek, yani fabrikada, ofiste, mahallede olmak, orada yaşamak, oradakilerle birlikte hareket etmek, “dışarıdan” bilinç götürmek ama “dışarıdan” olmamak… İşçi çalışmasını işçi, herhangi bir sektörün çalışmasını o sektördeki çalışan, mahalle çalışmasını o mahallede yaşayan kişinin yapacağı bir örgütlenme modeline ihtiyacımız var. Yani “dışarıdan bilinç” taşıyacak olan devrimcinin lokasyon olarak “içeriden” olması, “derya içinde olup deryayı bilmesi” gerekiyor”
Sosyalist hareket, özeleştiri ve yeniden inşa dosyası kapsamındaki sıradaki söyleşimiz Fatih Yaşlı’yla. Yaşlı, Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi’nde akademisyen olmasının yanı sıra soL Haber’de yazıyor.
Yaşlı, önümüzdeki dönemde iktidarın dinselleştirme saldırılarının ağırlık kazanacağını ve solun bu saldırı dalgası karşısında emek mücadelesiyle laiklik mücadelesini bütünleştiren bir hat kurması gerektiğinin altını çiziyor. Yaşlı bu hattın kuvvetinin ise sahadaki örgütlü güçten geçtiğini hatırlatıyor. Krizi aşmanın yolunun ‘halka gitmek’ olduğunu ifade eden Yaşlı, ‘dışarıdan bilinç’ götürmesi gereken devrimcinin lokasyon olarak da içeriden olması gerektiğini vurguluyor.
Sosyalist hareket açısından yenilgiyi nasıl tanımlamalı, nerede aramalı? Neyin özeleştirisi verilmeli, nasıl bir özeleştiri süreci yaşanmalı?
Seçime girsin ya da girmesin, seçim sonuçlarından bağımsız ya da seçim sonuçlarından hareketle, yani neresinden bakılırsa bakılsın sosyalist hareketin genelinin uzunca bir süredir bir “yenilgi” hali içerisinde olduğu ortada. (Bu durumun istisnası olarak TİP’in aldığı bir milyona yakın oyu ve kamuoyunda gördüğü ilgiyi mutlaka not etmemiz gerekir, burada içeriği farklı açılardan tartışılabilir olmakla birlikte bir başarı olduğu muhakkak) Solun geri kalanına gelince, ben yenilginin solun seçim sürecinde izlediği stratejide değil, onun ötesinde bir yerlerde aranması gerektiği kanaatindeyim. Yani “Bir oy Kılıçdaroğlu’na” diyerek Erdoğan rejimi karşıtlığı üzerinden kesin bir şekilde taraf belirtmek bana göre yanlış değildi. Toplumun en az yarısının Erdoğan’dan ve AKP’den kurtulmak istediği, bunun dışındaki bütün pozisyonların daha baştan boşa düştüğü bir konjonktürde, sol adayları eşitleyemeyeceği ve ikisini birden karşısına alamayacağı gibi, tarafsızlık ya da boykot çağrısında bulunamazdı. Bunun için ne zemin müsaitti ne de solun böyle bir gücü vardı. Bilakis buradan bir toplumsallık üretilebilir, bir alan açılabilirdi; ne kadar denendi, ne kadar denenmedi o ayrı ama dediğim gibi bence seçim sürecinde yapılabilecek ve seçim sonrasına pozitif bir miras devredecek başka bir seçenek yoktu.
Dolayısıyla yenilgi bu stratejiden kaynaklanmadı; yenilgi, bu strateji dışında bir tutum izlemeyi imkânsız kılacak ölçüde zayıf olmaktan, geride kalan yıllarda bir toplumsallığa, bir güce, bir özneye dönüşememiş olmaktan kaynaklandı. Sol Kılıçdaroğlu’na destek açıklaması yaparken tek bir talepte bile bulunamadı; çünkü böyle bir gücü yoktu. “Seçimin ötesi” dediğim de esas olarak budur: Türkiye solu, 21 yıllık AKP iktidarı boyunca ideolojik olarak kesintisiz tek doğru hattı tutmasına rağmen, bu “doğruda durma”yı güce dönüştüremedi, özne ve aktör olamadı. Solun bazı özneleri kimi dönemlerde belli bir ölçeğe kavuştular, belli bir güce sahip oldular ama bu geçici oldu ve bir süre sonra sönümlendi. Bütün solu kapsayan topyekun bir yükseliş ise hiç söz konusu olmadı. Bilakis bu dönem, AKP’nin emek hareketi başta olmak üzere toplumsal muhalefeti neredeyse bütünüyle yok ettiği, solun da buna paralel bir şekilde giderek zayıfladığı, etkisizleştiği bir dönem oldu.
Eğer bir özeleştiri verilecekse bence solun AKP karşısında toplumsal muhalefetin mevzilerini neden koruyamadığı, bu mevzileri tahkim edip neden buradan AKP karşıtı bir cephe yaratamadığı ve elbette ki bunu topyekûn bir düzen karşıtlığına evriltemediği soruları ekseninde bir özeleştiri verilmelidir. Türkiye’de emek hareketine ne olmuştur, sendikalara ne olmuştur, öğrenci hareketine, gençlik hareketine ne olmuştur, bu hareketler neden neredeyse silinip gitmiştir, sol bunu neden engelleyememiştir, engellemek için herhangi bir şey yapmış mıdır, yaptıysa neden yeterli olmamıştır; bu soruların hepsi üzerine yeniden düşünmek gerekiyor bana göre. Çünkü AKP’nin yeni dönemi emeğe yönelik saldırının derinleşeceğine dair ciddi ipuçları veriyor, bu ise potansiyel olarak yeni bir sınıf hareketinin zeminini oluşturuyor. Dolayısıyla yığınak teorik ve pratik olarak yakın geçmişten çıkarılan derslerle “sınıf”a yapılmalıdır.
Seçimin politik toplumsal sonuçlarından hareket edersek, politik rejimden hangi saldırı hamlelerini beklemeliyiz? Sosyalist hareket hangi çatışmalara hazırlanmalı?
Seçimin ortaya koyduğu üç sonuç var bana göre: Birincisi AKP rejimi seçimden bir güç tahkimatıyla çıktı ve hem devlet içerisinde hem de büyük burjuvaziyle ne zamana kadar süreceği belli olmayan yeni bir mutabakat tesis etti. Bu mutabakatın merkezinde çok net bir şekilde Erdoğan var. Erdoğan’ın şu an herhangi bir rakibi, bir alternatifi yok, yakın zaman içinde devlet/sistem içi bir güç savaşı bizi beklemiyor, burjuvazinin de şu an için bir adayı yok, iktidar bloku içerisinde Erdoğan’ı indirmeye dair herhangi bir irade mevcut değil. İkincisi, Kalın-Fidan ikilisinin üstlendiği roller bizi AKP rejiminin devleti giderek bir “güvenlik-istihbarat devleti”ne dönüştürmesi ihtimalinin ipuçlarını veriyor. Başta Ukrayna-Rusya savaşı ve esas olarak ABD’nin Çin’e yönelik “önleyici savaş”ı başta olmak üzere küresel gelişmeler de buna uygun. Dünya, neoliberal küreselleşmenin yerini daha kapalı ve korumacı bir kapitalizmin alabileceği, devletin kapitalizmin çıkarları adına daha etkili roller üstlenebileceği, güvenlikçi paradigmanın yükseldiği, radikal sağın küresel ölçekte güç kazandığı yeni bir döneme giriyor. Ben rejimin bunu gördüğü ve kendisini de buna göre konumlandırdığı düşüncesindeyim. Ve üçüncüsü: Artık “majestelerinin muhalefeti” bile diyebileceğimiz bir muhalefet yok; Türkiye, tarihinin en büyük krizini yaşıyor ve ister düzen içi ister düzen dışı olsun, muhalefetin bu krizden çıkabileceğine dair ipuçları henüz yok.
Tüm bunlardan yola çıkarak önümüzdeki süreçte rejimin daha da despotik bir karaktere bürüneceğini söylemek mümkün. Bu bir yandan her türlü muhalif sesin “güvenlikçi-istihbaratçı akıl” aracılığıyla hızlıca ve güçlü bir şekilde bastırılması anlamına gelirken, bir yandan da rejimin doğası gereği dinselleşmenin hızlanması anlamına gelecek. Tarihin en sağcı parlamentosunun da desteğiyle AKP dinselleşmeyi yasal ve Anayasal bir statüye büründürmek için birtakım adımlar atacak, kadın ve LGBT düşmanlığını “aileyi korumak” adı altında yükseltecek ve gericiliği buradan tahkim ederken, kutuplaşmayı da buraya tahvil ederek gittikçe derinleşen sınıfsal çelişkilerin ve yoksulluğun üzerini örtmeye çalışacak. Dolayısıyla sosyalistler hem “mavi” hem “beyaz” yakalı işçileri kapsayıcı bir sınıf hareketini inşa etmeyi öncelikli görev olarak önlerine koyarken, bir yandan da dinselleşmeye karşı ikirciksiz ve kayıtsız şartsız bir laikliği savunmak, laiklik mücadelesiyle emek mücadelesini birbirine yakınlaştırıp eklemleyecek bir strateji bulmak zorundalar. Bu ise rejimin neoliberal ve dinsel karakterinin birbirinden ayrıştırılamaz olduğunu görmek ve ikisiyle birden mücadele edecek bir hattı inşa etmekle söz konusu olabilir ancak.
Sosyalist hareketin krizini aşmak için ne yapmalı; kimle yapmalı, nasıl bir kadro ve kitle politikasıyla yapmalı? Nasıl yapmalı; hangi söylem, araç ve yöntemlerle yapmalı? “Sol birlik” ve “ittifak” meselesine nasıl yaklaşılmalı?
Krizi aşmanın yolu bana göre “halka gitmek”ten geçiyor; halka gitmek, yani fabrikada, ofiste, mahallede olmak, orada yaşamak, oradakilerle birlikte hareket etmek, “dışarıdan” bilinç götürmek ama “dışarıdan” olmamak… Türk sağının jargonundan bir sözcük ödünç alarak söyleyecek olursam “teşkilatlanmak”tan geçiyor çıkış. AKP, MHP, hatta Yeniden Refah Partisi ve BBP; bunlar farklı ölçeklerde de olsa teşkilatları bulunan partiler ve kimi yerlerde güçlü kimi yerlerde zayıf olmakla birlikte her yerde teşkilatlılar, birer tabeladan ibaret değiller yani. Bu sayede de fikirlerini, ideolojilerini, propagandalarını halka iletebiliyorlar, onları yaşanılan sefalete ikna edebiliyorlar, dinciliği ve milliyetçiliği yaşanan krizin üzerine örtebiliyorlar. Bu nedenle teşkilatlanmak, belki pilot bölgeler ve pilot sektörler seçerek, oralarda gömülü ve uzun vadeli çalışmalar yürütmek, bunun için ara yüzey mekanizmalar yaratmak ve başkalarını örgütleyecek yeni kadroları da oradan çıkarmak gerekiyor. İşçi çalışmasını işçi, herhangi bir sektörün çalışmasını o sektördeki çalışan, mahalle çalışmasını o mahallede yaşayan kişinin yapacağı bir örgütlenme modeline ihtiyacımız var. Yani “dışarıdan bilinç” taşıyacak olan devrimcinin lokasyon olarak “içeriden” olması, “derya içinde olup deryayı bilmesi” gerekiyor.
Bunun dışında sosyalist sol, kendisini popüler kılacak, kavramlarını, jargonunu, hedeflerini, programını halka anlatacak yeni iletişim araçları bulmak zorunda. Klişe bir tabir olabilir ama dünya sahiden değişiyor; okuma, görme, algılama, öğrenme biçimleri değişiyor. İnsan yaşamı giderek bilim-kurgu filmlerinde ya da romanlarında gördüğümüz bir yere doğru, üstelik distopik bir şekilde evriliyor. Devrimciler de o film ya da romanlardaki insanlığı distopyadan çıkartacak, ona hakikati gösterecek kahramanlara dönüşüyor. Bu distopyaya uygun örgütlenme modellerini ve bu örgütlenme modellerine uygun yeni iletişim ve propaganda araçlarını da zorunlu kılıyor. İnterneti, sosyal medyayı nasıl kullanacağız, bu alanları fetişleştirmeyen ama insan üzerinde yarattığı izole edici, toplumdan koparıcı etkiyi bertaraf edecek yöntemler geliştirmeyi nasıl başaracağız, kitleleri kafalarını ekrandan kaldırmaya yönlendirecek bir iletişim stratejisini nasıl hayata geçireceğiz, bunlar üzerine kafa yormak gerekiyor.
Tüm bunları her örgüt her yapı kendi kendine yapacaktır ama sol asgari müştereklerde buluşacağı böyle yapılar inşa edebilir mi, örneğin tüm evlerde izlenebilen bir haber kanalımız olabilir mi, tartışmalar yürütebileceğimiz bir fikir dergimiz, entelektüel/akademik tartışmalar yürüteceğimiz bilimsel yayınlarımız olabilir mi? Paneller, konferanslar organize edebilir miyiz? Bu soruları da sormamız lazım. Türkiye solu şu an belli ki ittifaklara hazır değil, bir ittifak siyaseti yürütemiyor ama benim şu an için somut önerim, yılın belli dönemlerinde örgütlerin/yapıların, eli kalem tutanların, gazetecilerin, yazarların bir araya geldiği, Türkiye’yi ve dünyayı konuştuğu, sonuç raporları hazırladığı ve bunları kamuoyu ile paylaştığı süreklileşmiş bir toplantı formatını hayata geçirmek olacak. Türkiye’de sosyalistler geçmişten farklı olarak birbirini okumuyor, dinlemiyor, birbiriyle konuşmuyor, bunları yapmaya bir başlangıç olarak böyle bir geniş toplantının organize edilmesi teklifimi Sendika.Org vesilesiyle sosyalist kamuoyu ile paylaşmış olayım.