“Toplumsal mücadele ittifakının ilişkilerinde sosyalizme uzanan bir yol varken, günübirlik, dönemsel ve dar örgütsel çıkarların ilişkilerinde sisteme uzanan bir yol vardır. Eleştirilen budur, toplumun kabul etmediği de budur. O nedenle sosyalizmi, hep birlikte bugünden kurmaya çağırıyoruz. Kendimize ve herkese başka teklifimiz yoktur, olamaz da”
Sosyalist hareket, özeleştiri ve yeniden inşa dosyası kapsamında sıradaki söyleşimiz Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Eş Sözcüsü ve Yeşil Sol Parti İstanbul Milletvekili Cengiz Çiçek ile.
Çiçek, toplumsal direniş dinamiklerinin tümden yok olmadığı koşullarda yenilgiden söz edilemeyeceğini belirterek, “Adalet, eşitlik ve özgürlük mücadelesini de salt örgütlerin içine hapseden alanlarla tariflersek de yenilmemiş ancak yenilgiye yüz tutmuş olarak addedebiliriz kendimizi” ifadelerini kullanıyor. Çiçek, sosyalizmin bir fikir olarak değil, bir pratik olarak yenildiğini söyleyerek bunu aşmanın yolunun kitlelere açılmaktan geçtiğini belirtiyor.
Sosyalist hareket açısından yenilgiyi nasıl tanımlamalı, nerede aramalı? Neyin özeleştirisi verilmeli, nasıl bir özeleştiri süreci yaşanmalı?
Yenilgi, potansiyel halinde olanın da sönümlenmesi ya da toplumsal direniş dinamiklerinin tümden yok olması olarak tanımlanacaksa eğer, “bizler yenilmedik” diyerek söze başlayabiliriz. Adalet, eşitlik ve özgürlük mücadelesini de salt örgütlerin içine hapseden alanlarla tariflersek de yenilmemiş ancak yenilgiye yüz tutmuş olarak addedebiliriz kendimizi. Kapitalizm var olduğu ve ona has çelişkiler söz konusu olduğu sürece hayatın her anında ve alanında toplumsal direniş ve mücadele dinamiklerinin olduğunu nesnel olarak kabul etmemiz gerekiyor. Değişik biçimlerde ve içeriklerde seyreden bu itiraz etme, rıza göstermeme, teslim olmama halini doğanın ve insanın öz savunması olarak da değerlendirebiliriz. Bunun örgütlü yapılarımızı içkin ve aşkın olduğu yönlerini gördüğümüz ve mevcut duruma buradan müdahale ettiğimiz sürece yenilgi ya da yenilgiye yüz tutmuş hallerimize karşı doğrudan mücadele daha fazla öne çıkacaktır. Seçim süreçlerini de bu bağlama oturtmak, sosyalist hareketleri/örgütleri seçimleri hiçleştiren ya da her şeyin merkezine oturtan iki uç yaklaşımdan kurtaracaktır. Tarih, gün ve gelecek perspektifi de ancak bu diyalektikle kurulabilir bizler açısından.
Tarihsel açıdan dünya sermayesinin içine girdiği ’70 krizi ve SSCB’nin çöküşü ile adım adım gelişen karşı devrimci süreci ve 2002 yılında iktidara gelen AKP’yi daha derinlikli ele alabilirdik örneğin. Bu tarihsel ve bütünlüklü bakışın yaratacağı öngörü ve buna uygun ideolojik, örgütsel, pratik konumlanış, Türkiye sosyalist hareketi tarafından hayata geçirilemedi. Dünya sermayesinin kendi birikim krizine uygun konumlanışının 2000’li yıllar içinde Türkiye sathındaki uygulayıcısı denilebilecek AKP ve politikaları karşısında Kürdistan sosyalist hareketiyle kurulan ya da kurul(a)mayan ilişkinin ideolojik, örgütsel, politik ve toplumsal uzamları da masaya yatırılmayı fazlasıyla hak ediyor. Özetle Kobanê ve Gezi’de açığa çıkan iki kardeş dünyanın, iki devrimci dalganın, iki isyanın ortaklığını, bahsedilen dört boyutta kurabilmek, halen günümüzün en kritik sosyalist ev ödevi olarak önümüzde duruyor. Yeni yüz yılı, Kobanê ve Gezi’nin ideolojik, toplumsal ve kültürel karşıtlığı temelinde inşa etmek isteyen çökertme planının doğrudan hedefindeyiz nihayetinde. Kobanê ve Gezi’yi günün sonunda geriye düşüşün ya da yenilginin durakları olarak değil, günde potansiyel bir birikim ve bu birikimi zaferle taçlandıracağımız başlıklar olarak görüp kolları sıvayarak işe başlayabiliriz. Hakkıyla bir özeleştiri ve bu özeleştiri üzerinden gelecek perspektifi de ancak böyle kurulabilir.
O nedenle mevcut durumumuzu, seçim süreçleriyle sınırlandırmayan tartışmalara ve pratik arayışlara ihtiyacımız var. Seçimin, seçim günü öncesinin yıllara yayılmış devrimci teorinin ve pratiğin eksiklikleri üzerinden kaybedildiği ortada. Kitlelerle bağı kopmuş, kadro yetiştireceği alanlardan (fabrikalar, tarlalar, liseler, üniversiteler, evler, mahalleler…) geri çekilmiş, dünya sermayesinin saldırıları karşısında teorik üretimi çoraklaşmış, enternasyonal ilişkiler ağı neredeyse dibe vuran; cemaat ve tarikatlar eliyle örgütlenmiş bir halkın içinde yer alamayan sosyalist hareketin yengiden söz etmesi bu anlamıyla mümkün değildi zaten. Yanı sıra sosyalist örgüt ve hareketlerin yanı başındaki Kürt savaşı konusunda net tavır alamayışı, iktidar tarafından Kürt sorununun siyasi, iktisadi, kültürel bir bölen olarak kullanılması güncel tablonun en kritik belirleyenlerinden birisi olmaya devam ediyor. Devletçi ideolojiyle ve bu ideolojinin topluma salgıladıklarıyla yüzleşemeyen, hatta yer yer kaçışı organize eden “sosyalist” tavrın masaya yatırılması da kaçınılmaz ideolojik bir mücadele alanı olarak önümüzde duruyor. Kürt sorununu göçmen sorunundan, göçmen sorununu sınıf karşıtı politikalardan bağımsız ele alamayacağımızı ve bu kavrayışa uygun örgütlenme görevlerimizin de vaktinin geldiği hatta geçmekte olduğunu da kabul etmemiz gerekiyor.
Özcesi, an’ı ve andaki eşikleri ele almalıyız. Siyasal ve toplumsal mücadelelerin “anlarına” ait çeşitli tespitlerde bulunulabilir. Bu anlar bir eşik niteliği de kazanabilir. Özel değerlendirmeleri hak eden eşikler olabilirler. Her ne kadar bu anlar nitelik değiştirici anlar olsalar dahi öncesi ve sonrası ile değerlendirilmezlerse eşikler, kırılmalar, sıçramalar doğru kavranamazlar. Anın önüne dizili ve her gün devam eden siyasal toplumsal mücadelelerin, sürecin biriktirdiklerine bakmak bize yol gösterici olabilir. Seçimleri ve sonuçlarını da önü ve arkası devam eden bir dizi mücadelenin yeni göstergeleri olarak okuyabiliriz. Bugün yapılan bütün değerlendirmelerin odak noktasını da seçime ön gelen, kapsayan ve sonrasında açığa çıkan ve çıkacak olan yanlarıyla birlikte değerlendiriyoruz. Siyaset ve toplumsal mücadeleler bu seçimlerin sonuçları itibariyle şu ya da bu tarafa gidecekken, kendine yeni bir yol bulmakla, bir muhasebe, hesaplaşma yapma ihtimaliyle baş başa. Politik hedefler açısından bakıldığında, bir dönemi öyle ya da böyle sonlandırmak isteyen, bu politik hedef bağlamında seçimle ya da seçimin dışında bir istikamet belirleyenler bu hedefi tutturamadılar. Bu politik hedef, faşizmin kurumsallaşmasını durdurmaktı. Seçimle ya da seçimsiz, bu görevin neden başarılamadığının muhasebe ve muhakemesinden kimse kaçamaz. Bunun sıradan tartışmalarla geçiştirilmesi durumunda sorunlarımız katlanarak daha fazla ağırlaşacaktır. Böylesi bir durumda tarihe ve halklara vereceğimiz hesabın daha da ağırlaşacağının bilinciyle hareket etmeliyiz. Bu muhasebe ve muhakemeyi, sözün ve pratik politikanın kurucularından başlatmak doğru ve gereklidir. Ancak görevin gerekleri konusunda uzunca süredir nesneleşmiş, seçmene indirgenmiş halkla bu muhasebe ve muhakeme gerçekleştirilmezse yeni başlangıçlar doğru yapılamaz. Halkın nesne ve seçmen kılındığı gerçeği, bizler açısından verilecek ilk özeleştirilerden biri olmalıdır. Halk için hayati olan sorunların çözümünde kendisi bir özne olmaktan uzak ise devletin politik aygıtları tam da bunun için çalışıyorken bizim bu kanalları açmamış, açamamış olmamız politikanın en önemli konusudur. Çünkü toplumsal ve siyasal sorun sahiplerinin, sorunların çözümünde gerçek özne olmamaları, sosyalist hareketin yapısal sorunları olarak adlandırılan başlığın en önemli sorunsalı olarak öne çıkmaktadır. Özeleştirinin konusu da tam olarak budur: Toplumsuz toplumculuk.
Faşizmin kurumsallaşmasını engelleme görevine geri dönersek şunlar belirtilebilir: Türkiye’de çok partili hayata geçilen 1945 yılından sonra ilk defa bir partinin devlet mefhumuyla bu düzeyde iç içe geçtiği, özdeş hale geldiği bir dönemi yaşıyoruz. Süreç içinde AKP devlet olmaya doğru yol alırken çeşitli merhalelerden geçti. Kimi zaman “devlet”le çatıştı, kimi zaman uzlaştı. Ama her yeni dönemeçte daha çok devletleşti. Dolayısıyla devletleşen bir partinin devletleşme sürecini kavramalıyız. Bu seçimlerde de bir devletin seçime nasıl el koyabildiğini ve bir partinin devletten el çektirilmesi çabalarına neden set çektiğini açıklamak zorundayız. Yani bir kez daha devlet dersinden sınıfta kaldık.
Tariflediğimiz devlet ve partisi, seçim sürecinde de boş durmadı ve yeni ittifaklarıyla güçlü bir hegemonyanın inşasını her zeminde sürdürdü. Bu ittifaklarla sağcılığın, milliyetçiliğin ve dinciliğin de toplumsal-siyasal inşasını güçlendirdi. Kürdistan ve Türkiye demokratik, devrimci muhalefetinin siyasal ve toplumsal olarak geldiği kilit olma düzeyini de bu inşayla berhava etmeye çalıştı. Tüm üst yapı kurumlarını reorganize etti. Reoganizasyon sürecinde kitleler nezdindeki hegemonyasının tesisinden ve rızasından bir an olsun vazgeçmedi, vazgeçemedi. Bu seçimlere devletin el koyma kabiliyetini çelecek, ona izin vermeyecek mekanizmaları yaratamamak, devlet dışında kalan partilerin en temel başarısızlığıdır. Demokratik ve sosyalist hareket ise hazırlığını elbette bir seçim anının görevleri olarak kavramaz. Ancak tam da sorun aynı zamanda burada çıkıyor. Başka bir kitle seferberliğini yaratmak noktasında görevlerini yerine getiremeyen demokratik muhalefet tam olarak bu noktada devlet dersinden sınıfta kalmıştır. Dolayısıyla demokratik, sosyalist solun özeleştirisi, toplum içinde her türlü muhalefet zeminlerinde faşizmin kitle seferberliğini aşacak bir düzeyde cevap verememesidir.
Ortada kurumsallaşmasını tamamlamaya doğru giden bir siyasal rejim var diyoruz. Bu tespiti yapıyorsak yalnızca partiden ya da partilerden değil devletten de bahsediyoruz demektir. Peki söz konusu devlet ise siyasi partiler bunun neresindedir? Faşizm, İtalya ve Almanya örneklerinde görüldüğü üzere, partiler aracılığıyla açığa çıkmış olmakla birlikte, partinin bir baskı aygıtı olarak devlet mekanizmasıyla girdiği özel bir biçimin adıdır. Bu özel biçim olağanüstüdür. Olağanüstülüğünün en temel niteliklerinden biri olağanüstülükleri sıradanlaştırmak, olağanlaştırmaktır. Türkiye’de de durum bu ya da buna yakınsa devletin ve faşizmin yeni biçimini ve içeriğini yeniden konuşmak icap eder. Devlet bugün partileriyle daha fazla özdeştir ve giderek bir bütünleşme söz konusudur. Toplumsal muhalefet ve ezilen toplumsal kimlikler için devlet hep aynı devletti diyebiliriz ve doğrudur da. Ancak adım adım el değiştiren sermayeler, Aydın Doğan örneğinde olduğu gibi el konulan TV’ler, gazeteler, CHP örneğinde olduğu gibi içerdeki “AKP köstebekleri” vs. örnekler çoğaltılabilir. Egemenlik alanındaki sivil ve askeri bürokrasinin, sermayenin, ideolojik ve zor aygıtlarının sahiplerinin değişmesi; gaspla, kumpasla, senaryolarla, tehdit ve şantajlarla el değiştirilmesi, bir süredir bu yeni devletin, devlet partisinin temel kimliğidir. Bu kimlikle seçimlere girdi ve neredeyse aynı yöntemlerle herhangi bir “yoldan çıkmaya” izin vermeyerek seçimleri “kazandı”. İşte bu yeni biçim, seçimlerde muhalefetin karşısına bir parti olarak değil bizatihi devlet olarak; bakan, vali, kaymakam, rütbeli asker, emniyet müdürü, il ve ilçe milli eğitim müdürü, diyanet, TRT olarak çıktı. Hem de önceki seçimlerin aksine herhangi bir makyaja bile gerek duymadan. Biz faşizm kurumsallaşıyor derken tam da bunu söylüyorduk. Dolayısıyla seçimden önce bu yapı toplumun kılcal damarlarında zaten vardı. Faşizm, toplumu kendine bağlamadan, kitle desteğini toplumun ezilenlerini ve sömürülenlerinin içinde kurmadan var olamaz, ayakta kalamaz. Seçim bu olağanüstü rejimlerin meşrutiyet aygıtı olarak da çalıştı. Oysa karakterinde bu meşrutiyet aygıtını dahi ortadan kaldırmak vardır. Buna gerek kalmadı ve faşizm tüm aygıtlarıyla çalıştı ve seçimi devlet kazandı.
Seçimin politik sonuçlarından hareket edersek, politik rejimin hangi saldırı hamlelerini beklemeliyiz? Sosyalist hareket hangi çatışmalara hazırlanmalı?
Faşizmin karakteristik özellikleri var. Bizim olağanüstü dediğimiz ne varsa onların olağanlarıdır. Esas hakimiyetlerini sadece merkezi bir baskı aygıtı kurarak sürdüremezler. Toplumun kılcal damarlarında belirli araçlar, kurumlar eliyle sürekli örgütlenerek “halkı” kendi kontrol mekanizmalarının içine almak zorundalar. Örneğin A Haber’in evlerde, kahvehanelerde, iş yerlerinde bu düzeyde yaygın izlenilmesi kendiliğinden mi? Yoksa büyük toplumsal kapatılma projesinin sonucu mu? O nedenle faşizm örgütlenmeden ayakta kalamaz diyoruz. Ben en büyük saldırı dalgasının tam da bu olacağını düşünüyorum. Faşizm ayakta kalabilmek için tam gaz örgütlenmek zorunda. Bu örgütlenmeyi, bizim “toplumsal mücadele” alanlarımızın tamamında var olana yenilerini ekleyerek yapacaklar. Örneğin bir kayıt dışı gelir alanı olarak uyuşturucu trafiğine yol vererek zehirledikleri toplumu, uyuşturucu çetelerine karşı savunacak yeni kurtarıcı imajlar (Hüda-Par/Adana örneğinde görüldüğü üzere) oluşturacaklar belki de. Bu da topluma, muhalefete dönük bir saldırı biçimi olarak görülmeli. Yeni dönemde sadece zor’u değil, ideolojik araçları ve makyajlanmış yeni aktörleri devreye sokarak çoklu bir saldırı konseptini geliştirecekler. Aileden okula, camiden kışlaya, mahalleden şehre, esnaflardan işçilere kadar her alanda bir mıntıka temizliği başlayacak. Onlar için de bu yeni dönemin zorunlulukları. Bu saldırı dalgasının özü, kurdukları sermaye rejimine dikensiz gül bahçesi hazırlamak. Ama onlar da biliyor; bahçe dikenli. Faşizmin Türkiye’de kimlik kartı Türk, İslam, hetero, erkek karakterinden oluşuyor. Sermayenin yeni egemenlik alanı Türkiye Cumhuriyeti’nin ideolojik kodlarını güne, konjonktüre göre yeniden uyarlıyor. Ağırlık merkezlerini değiştiriyor. Ancak ana karakterine yeni eklediği bir şey yok. Bu karakter yeni dönemin çatışma dinamiklerini de ortaya koyuyor. Bu “karakter”, uluslararası” zemindeki çatlaklardan kimlik kartına uygun pragmatizmi ve uzlaşma arayışıyla da boy göstermek zorunda. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemin çatışma dinamiklerine, mevcut olanın derinleşmesi gözüyle bakmak mümkün.
İşte bu sömürge aklına, egemenlik sahasını genişletecek emperyalist akla karşı, anti sömürgeci bir hat kurmak çok önemli. Tam da bu noktada Türkiye ve Kürdistan’ın tamamında Kürt halkının sömürgecilik karşısındaki anti-sömürgeci mücadelesinin başka bir boyuta taşınması, demokratik bir Kürdistan ve Ortadoğu için mücadelede yeni hamlelerin geliştirilmesi, bu saldırı dalgasına karşı verilecek yanıtların başında geliyor. Aslında toplam başarısızlığa rağmen Kürt halkının seçimlerde bir kez daha gösterdiği politik tutum, toplam başarının yolunu da gösteriyor. İstanbul ve Amed’i politikanın merkezi kılacak bir aklı hep birlikte örgütlediğimizde Türkiye’de demokrasi sorunu, Kürdistan’da özgürlük sorunu kendi çözüm yolunu bulacaktır. Yanı sıra Kürt halkının özgürlük ve statü mücadelesi, devlet tarafından karşıtlık geliştirilerek Türkiye halkının da sömürülmesinin en önemli dayanağı halini getirilmek isteniyor. Kürt savaşı ya da Kürt çözümsüzlüğü, Türkiye’de devletçi, dinci, cinsiyetçi, milliyetçi ve sermaye odaklı ideolojinin toplumsal rıza üretimine dönüştürülüyor. Bu durum, sömürünün yeni sermaye birikim süreci, yeni bir mülksüzleşme süreci olarak şekilleniyor ki, yeni sermaye sahipleri de faşizmin ideolojik kimliğinde yer bulanlar olarak öne çıkıyor. Bu kimlik kartının özelliklerini taşımayanların -Türk, İslam, erkek, hetero olmayanların- yeni sermeye birikim sürecinin mülksüzleri olduğunu ve olacağını görmemek imkânsız. Devletin ve onun düzenin dışına atılmış ve daha da atılacak olanların kendilerini daha fazla açlık, daha fazla sömürü, daha fazla dışlanma, daha fazla… Bu daha fazla saldırının adlarını çoğaltmak mümkün. Sömürülenlerin ve ezilenlerin kendilerini savunmak için geniş bir alanda haklar ve özgürlükler mücadelesine hazır olmaları gerektiği de çok açık.
Sosyalist hareketin krizini aşmak için ne yapmalı; kimle yapmalı, nasıl bir kadro ve kitle politikasıyla yapmalı? Nasıl yapmalı; hangi söylem, araç ve yöntemlerle yapmalı? “Sol birlik” ve “ittifak” meselesine nasıl yaklaşılmalı?
“Sosyalist hareket” ve “kriz” kavramları birbirine yapışık iki kardeş gibi anılıyorlar. Bu durumun iki nedeni var. Birincisi, kapitalizme özgü bir yan; kapitalizm varsa kriz vardır. Kapitalizmin krizi, doğal olarak toplumsal tepkilere ve alternatif rejimlerin açığa çıkmasına neden olur. 20. yüzyıla, kapitalizme alternatif devrimlerle girildi. Ve yine 20. yüzyıl, karşı devrimlerle sonlandı. Elimizde 20. yüzyıl devrimlerinin dersleri var. Ve elbette karşı devrimlerden çıkarılacak dersler de var. Bu dersler, dünya ölçeğinde aynı zamanda “sosyalist hareketleri” de krizle kendi yapısal sorunları nedeniyle kriz olgusuyla yan yana getirdi.
Sosyalizm fikrinin bu topraklarda değil, tüm dünyada bir kriz içinde olduğunu söylemek gerekir. Ancak, bu kriz halinin bu topraklara has yanına dair kimi özgün ve özgül ağırlıkları olan başlıklar da sıralanabilir. Sorunumuz dünya çapında, çözümümüz ise ayağımızı bastığımız topraklardadır. Dünya halklarının tarihsel birikimi ile dünyanın güncel sorunlarına çözüm üretemeyen bir sosyalizm fikri ve tahayyülü olamaz. Tüm sömürü ve ezilme ilişkilerini ortadan kaldırmaya aday fikrin bunların tüm faillerini de uluslararası bir zeminde kavrıyor, fikrine dahil ediyor ve bunun mücadelesini veriyor olması gerekir. Fikir yenilendikçe eylem de yenilenecektir. Varsa bir yenilgi; sosyalizm bir fikir olarak yenilmedi, pratik olarak yenildi. Fikri yeniden kuracak olan da yeni pratiklerdir. Daha önce bir vesileyle söylediğimi burada yeniden ifade edeyim: Sosyalizm bir slogandan fazlasıdır.
Sosyalist politika, ilhamını tüm sömürü ve ezilme ilişkilerini ortadan kaldıracak bir perspektiften alsa da bu çatışmaların yaşandığı yerde kendini ayağa kaldıracak söylemleri ve pratikleri de açığa çıkarması gerekiyor. Aksi takdirde pratikleşmeyen, görünmez bir geleceğe erteleniyor. Oysa devrim her yerde ve her gün yeniden üretilmek durumunda. Çünkü devrim her yerde ve her günde bir potansiyel olarak mevcut. Ayrıca insanlık fikrinin bile kaybedilme riski taşıdığı bir atmosferde insanlığın yeniden kazanılması gerektiğini ifade ediyoruz. Ve insan olmaya, insanlık için mücadele etmeye ve bunun için de sosyalizmde ısrar etmeye çağırıyoruz. Israrımız belli. Sosyalizmde ısrar ediyoruz, insan olmakta ısrar ediyoruz. İnsan kalmakta ısrar eden insan, bu ısrara sahip olanlarla ve mutlaka insanın sorununun olduğu yerde, sorununa çözüm ararken aynı zamanda bir bakıma yeniden insanlaşma mücadelesinin bizatihi içinde bir özne olarak şekillenebilir. Bunu fark edenler bir anlamıyla öncü olarak, kadro olarak ifade edilebilir. “Olmuş, tamamlanmış” öncü ve kadro anlayışına da bir itirazdır bu aynı zamanda. Çözüm, halkın sorunlarının yaşandığı mekanlardadır, ilişkilerdedir, dışında ve ötesinde değildir. Yenilmiş devrimler bunu gösterdi. Ayrışmış, ayrıksı ele alınan kadrolar ve kitleler tanımlaması tehlikelidir. Sosyalizmin öz fikirlerine de açıkça aykırıdır.
İttifak meselesinin özü de ısrarla ve inatla savunduğumuz üçüncü yolun stratejik mücadele hattı da buradadır. Pratik politikadaki esnekliğini de toplumsal doğanın esnek zekasından alır. O nedenle pratik, taktik esneklikleri kabul eder. Ama tersine ideolojik ve ilkesel tutumlarında katıdır. Bu ideolojik, ilkesel tutarlılığın verdiği öz güvenle de taktik planda diğer iki egemen siyasetle mücadele eder, müzakere eder. Halkın kazanımlarını, çıkarlarını her daim önde tutacak planlar ortaya koyar. Bunu yaparken siyasal ittifaklarını bir taktik plan etrafında değil, stratejik plan çerçevesinde örmek ister. Bu da aslında toplumsal ittifaktır, toplumsal mücadele ittifakıdır. Toplumsal mücadele ittifakının ilişkilerinde sosyalizme uzanan bir yol varken, günübirlik, dönemsel ve dar örgütsel çıkarların ilişkilerinde sisteme uzanan bir yol vardır. Eleştirilen budur, toplumun kabul etmediği de budur. O nedenle sosyalizmi, hep birlikte bugünden kurmaya çağırıyoruz. Kendimize ve herkese başka teklifimiz yoktur, olamaz da.
Bu anlamda işe on yıllarca süregelen zihinsel ve pratik ezberlerimizi terk ederek başlayabiliriz. Sosyalist yapıların kendi konfor alanları da sayılacak bu ezberlerden kurtulması ve el birliğiyle ördüğümüz yankı odalarından çıkmamız gerek. Türkiye’de karşı devrimci cephe genişlerken sosyalistlerin kitleler içindeki konumu da kendi aralarındaki ilişkileri de ciddi akamete uğramış durumda. Sosyalist mücadelenin temel halkası işçi sınıfı ve ezilen halklarsa bu halkaların içine girmeyen, onunla hem hal olmayan her durum, sosyalist hareketlerin krizi olarak devam edecektir. Sosyalist örgütlerin kadrolarının bile yeterli düzeyde yan yana gelmediğinin söz konusu olduğu bir ortamda, içinde bulunduğumuz krizi varın siz düşünün. Bunca yalıtılmış bir hareketin ülke sosyolojisine yabancılaşmaması da mümkün değil zaten.
Yaşam biçimine indirgenen mücadele tarzı, sınıfsal karakteriyle öne çıkmış belirli semtlerde konumlanışı beraberinde getirdi. Bu anlamda sosyalist mücadelenin iktidar bloku karşısında yaşam tarzı direnişine, kültürel direnişe indirgenen tehlikeyle de ideolojik ve toplumsal olarak baş edebilmesi gerekiyor. Böylesi bir fotoğraf karşısında yapılacaklar da ortaya çıkıyor aslında. O halde dindarından inançsızına, sosyalistinden milliyetçisine, işçisinden işsizine, gençliğinden kadınına; halkla iç içe bir örgütlü mücadele hattını ve bunun propagandasını ve eylemini hayatın içine yaymak kaçınılmaz hale geliyor. Sosyalist hareketin öncüleri, kadroları da bu dönüştürücü ilişkilerin içinden çıkacağı gibi bu tarz, ideolojik faaliyetlerimizin ihtiyaçlarını ve temelini de oluşturacaktır. Kapalı devre ittifakları, örgütsel hayatları, ideolojik çalışmaları aşmanın yolu da kitlelere açılmaktan geçiyor. Bu görev, geç kalınmışsa da zorunluluğunu koruyor. Sistemin içerisinde sistem dışı karakterimizi ancak böyle inşa edebiliriz. Sistemin bizde inşa ettiği dogmalar da ancak bu yolla kırılabilir. Çünkü devinim içindeki hayat, kendi pratik doğrusunu ve yıkıcı teorisini de üretiyor. Örneğin görünmeyen emeğin politikasını aile, ev içinde görünmez kılınan kadınla birlikte örebiliriz, somutlayabiliriz. Ya da kapitalizmin bize dayattığı işçileşmenin sınırlarına hapsolmak yerine işçiyi politikadan, kültürel faaliyetlerden, kişisel zamanından alıkoyan mesai saatlerini zihinlerimizde mutlaklaştıran ve sadece ücret arttırımına odaklanan eylem tarzımızı ve mücadele anlayışımızı yıkmakla işe başlayabiliriz. Yeniden kuruculuk ve günün sosyalizmi ancak ve ancak zihinlerimize ve pratiklerimize kazınmış kabulleri söküp atmakla ve bize ait olan doğruları, değerleri teorik ve pratik olarak mümkün kılmakla gerçekleşecek.