Bugün iktidardan gelecek olası provokasyonlar ya da şiddet kampanyaları karşısında halk savunmasızsa, miting meydanlarında halkın yüzü kana bulanıyor ve iktidar şiddeti tırmandırmakla tehdit edebiliyorsa, muhalif kitlelerin siyasete katılımı seçim kampanyalarına hapsedildi, faşizme karşı mücadele sınıf mücadelesinin / toplumsal mücadelelerin canlı gerçekliği içinde değil seçim kampanyalarında aranır hale geldi diyedir
Ekrem İmamoğlu’nun Erzurum mitinginde yaşanan saldırının ardından kısa bir video mesaj yayımlayan Kemal Kılıçdaroğlu, saldırıyı düzenleyenlerin “mafyalar, militanlar, SADAT’çılardan, Sinan Ateş’i öldüren torbacılardan, 5’li çetelerden, domuz bağcılardan oluşan bir militarist koalisyon” olduğunu söyledi. Böylece failin bütün mafya değil, bütün kontrgerilla aparatları değil, bütün ülkücüler değil, bütün sermaye değil, bunların yalnızca mevcut iktidarla bütünleşmiş olan belli bir kısmı olduğunu vurgulamış oldu. Ama paramiliterleşmeyi-çeteleşmeyi üreten sistemin mantığını sorunlaştırıp hesaplaşma konusuna dönüştürmedi. Zira öteki kısmı, 7 Haziran-1 Kasım 2015 arası süreçten farklı olarak, doğrudan ya da dolaylı biçimde mevcut iktidarın karşısında artık. O nedenle Erzurum örneğinde olduğu gibi şiddete başvurulsa dahi eskisi kadar “başarılı” olunamıyor, istenen sonuç alınamayabiliyor. İktidarın niyeti ile kapasitesi arasında ciddi bir fark oluştuğunu bilen ve 2019 yerel seçimlerinden bu yana egemen sınıfların gözünde gerçek bir iktidar alternatifi haline gelen Millet İttifakı da sistemle hesaplaşmaya değil toplumun iktidar karşıtı çoğunluğunun oy desteğini korumaya odaklanmış durumda.
Tam da bu nedenle Kılıçdaroğlu, Erzurum saldırısını düzenleyenlerin amaçlarının insanları korkutarak sandıktan uzak tutmak olduğunu belirtip “Sevgili vatandaşlarım, 14 Mayıs’a odaklanın. Başka her şey teferruattır” dedi. Kılıçdaroğlu’nun sistem içi barışçıl bir geçişe dayalı iktidar stratejisi açısından doğru bir tutum. Yıllardır halkı sokaktan uzak durmaya çağıran ve 2019 yerel seçimlerini de böyle kazanan Kılıçdaroğlu kendi içinde tutarlıdır. Ancak bu tutumun Erdoğan iktidarından kurtulmak için sandıkta Kılıçdaroğlu’nu destekleyecek olan halk kesimleri açısından doğru ve yeterli olduğunu söyleyemeyiz.
Geniş halk kesimlerinin desteğini alsa da bir egemen sınıf alternatifi olarak Millet İttifakı halkın siyasete katılımını seçmenlikle sınırlamakta[1], seçimleri güvence altına almaya odaklanırken halkı savunmasız kılmaktadır. Halkın savunmasızlığı seçimlerin ya da Millet İttifakı’nın savunmasızlığı demek değildir. Burada Millet İttifakı’nın bir çelişkisi yoktur ama öznesiz bir “faşizme karşı mücadele” tarifiyle devrimci siyasetin imkânını sınıf mücadelelerinde değil sistem içi güç mücadelelerinde arayan, Millet İttifakı’nın lideri Kılıçdaroğlu’na destek sunarak güç devşirebileceğini düşünen sol çevrelerin bir açmazı söz konusudur. Kılıçdaroğlu’nun halkı sokaktan, yani kitle seferberliğinden, örgütlü destekten ve öz savunmadan uzak tutan çizgisi ile belki Erdoğan hükümetine son verilecektir ancak bağımsızlığını ve eleştirel mesafesini korumayan sol çevreler de girdikleri bu yolun gereği olarak güç devşirmeye niyet ederken devşirilecektir.
“Biz bu yola kefenimizi giydik de çıktık!” Tayyip Erdoğan’ın en sık kullandığı cümlelerden biri bu. Mesela 15 Temmuz darbe girişimi sırasında söyledi ama iktidarına meydan okuyan silahsız muhalefete yanıt verirken de dilinde bu söz vardı. Pek çokları bunu abartılı bir anlatı olarak görüp hafife alsa da Erdoğan’ın mesajı gayet açıktı. O gerektiğinde demokratik kanalları istismar etti ancak siyasi iktidar mücadelesi onun için demokratik bir yarış değil savaştı, yenilgi ölüm, iktidarına karşı çıkanlar ise düşmandı. O “kefenimizi giydik de…” sözünü dilinden düşürmezken kefene girenler hep karşısındakiler oldu. Askerinden milletvekiline, belediye başkanından yargıcına, akademisyeninden hekimine, gazetecisinden öğrencisine, hakkını arayan işçisinden doğasını savunan köylüsüne her kim ki onun iktidarına karşı koyduysa “terörist” diye yaftalanıp iç düşmanlar olarak hedef alındı. Öldürüldü, hapsedildi ya da yurttaşlık hakları yok sayılarak kendi yurtlarında mülteci haline getirildiler.
Erdoğan’ın Türkiye’yi 20 yıl boyunca böyle yönettiği dikkate alındığında, meselenin kötü şansla ya da bir tarihsel sapma ile açıklanamayacak yapısal bir mesele olduğunu kabul etmek gerekir. Türkiye toplumu hızlı bir mülksüzleşme, kentleşme ve proleterleşme süreci sonunda proleter bir topluma dönüşür ve kapitalizmin tarihsel krizi yaşanırken bütün hayatı kuşatan uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları siyasal alandaki yansımasını halka karşı savaş haline geçmiş bir iktidarda buldu. Kürt sorunu ekseninde yürüyen savaş başta olmak üzere, devletin bu ülkenin insanlarını “sözde vatandaş” olarak kodlayıp yurttaşlık haklarından mahrum bıraktığı baskı ve şiddet biçimleri bütün bir toplumu hedefine koyacak şekilde genelleşti. Kürt savaşında, Ergenekon operasyonlarında, 15 Temmuz sonrası Gülen Cemaati’ne karşı mücadelede elde edilen iktidar teknikleri bütün bir toplumu zapt etme yöntemine dönüştü. Olağanüstü hâl ve hukuksuzluk süreklileşti, yargı düşman hukukuna göre hareket etmeye başladı, ekonomik ve siyasal zor iç içe geçti. Biçimsel olarak var olan demokratik katılım kanallarının aslında kendisine kapalı olduğunu gören halk, tepki ve taleplerini isyan ve direnişle ortaya koydukça, iktidar da isyanı bastırmak ve direnişi dağıtmak üzere hareket etti.
Her ne kadar kimisi esas olarak hükümeti kimisi de o hükümetin yeniden yapılandırdığı devleti kastederek kullanıyorsa da muhalif çevreler içinde giderek daha geniş kesimler bu iktidarı tanımlamak için “faşizm” kavramını kullanmaya başladı. Ancak bu “faşizm” ne ülkemizde ne de dünyanın geri kalanındaki benzer örneklerinde parlamentonun askıya alındığı bir “açık faşizm” biçimini aldı. Günün somut toplumsal çelişki ve çatışmalarından soyutlayarak bakınca sürekli kendini tekrarlayan bir yanılsama açığa çıktı: Sol açısından “hâlâ” ve her seferinde “belki de son kez” değerlendirilebilecek bir demokratik siyaset imkânı ve faşist iktidar açısından “henüz” varılamamış bir asıl hedef… Bu durumu bir “menzile varamama” hali olarak değerlendirmek, faşizme karşı mücadeleyi sınıf mücadelelerinden soyutlayan, parlamenter “engelleme” stratejilerine temel oluşturdu. Faşizm polis şiddetiyle, savaşla, katliamlarla, iç savaş provalarıyla, kitlesel linç girişimleri ve kundaklamalarla, OHAL’le, kayyumlarla, siyasi tutuklamalarla, KHK’lerle, grev yasaklarıyla, güvenlik soruşturmalarıyla sahnedeydi ancak mücadele sandığa kilitlendi. Sandığın kendisi faşizmi engellemenin adresi olarak gösterildi. Oysa bu şekilde seçim sonuçları ne olursa olsun her durumda engellenen anti-faşist toplumsal güçlerin sistem karşıtı, örgütlü, bağımsız siyaset imkânları oldu. İşin doğrusu faşist baskı ve terör ile seçimlerin yan yanalığından sistemi zora sokan bir çelişki değil; sistem karşıtı direniş eğilimlerini ve isyanı bastıran etkili bir pasifikasyon stratejisi türemişti. Sosyalist hareket de büyük ölçüde bu pasifikasyon stratejisine teslim oldu.
Bugün iktidardan gelecek olası provokasyonlar ya da şiddet kampanyaları karşısında halk savunmasızsa, miting meydanlarında halkın yüzü kana bulanıyor ve iktidar şiddeti tırmandırmakla tehdit edebiliyorsa, muhalif kitlelerin siyasete katılımı seçim kampanyalarına hapsedildi, faşizme karşı mücadele sınıf mücadelesinin / toplumsal mücadelelerin canlı gerçekliği içinde değil seçim kampanyalarında aranır hale geldi diyedir.
İster Erdoğan büyük bir toplumsal itiraza rağmen seçimden galip çıksın ister Erdoğan cephesinden gelecek güçlü dirence rağmen Millet İttifakı hükümeti devralsın… 14 Mayıs seçimleri nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın Türkiye’yi çelişki ve çatışmaların süreceği krizli bir gelecek beklemektedir. Bu durum esasen iki iktidar alternatifinin de niyet ya da karakterlerinden bağımsız olarak, köklü bir çözüm ortaya koyamadan onarmaya talip oldukları sistemin yapısal krizi ve ekonomik anlamda her açıdan bir enkaza çevrilen ülkede şiddetlenerek sürecek olan sınıf mücadeleleri ile ilişkilidir. Erdoğan iktidarı devam edecekse ancak halka karşı savaş halinde bir iktidar olarak devam edebilir. Seçimi kaybetmesi halinde de devlet içindeki uzantıları yeni hükümetle karşı karşıya gelecek, bütün devlet içi çatışmalarda olduğu gibi toplumu gerici kamplaşmalara taraf etmeye yönelik siyasal şiddet kampanyaları gündeme gelecektir. Bu olası çatışma hallerini besleyen nesnel bir zemin mevcuttur. Seçim kampanyalarında anlatılan toz pembe senaryolara rağmen ülkenin kasası boşalmış, bütçe dengeleri altüst olmuştur ve yeni hükümet nereye kaynak aktaracağı konusunda daha önce yapmadığı kadar sert tercihler yapmak zorunda kalacaktır. Bu da hem egemen sınıflar içi hem de egemen sınıflarla ezilen sınıflar arasındaki çelişkileri derinleştirecektir.
Ne var ki Türkiye sosyalist hareketi bu koşullarda özel bir inisiyatif alması gerekirken, 14 Mayıs sonrasında yeni bir çözülme süreci ile karşı karşıya kalacaktır. Erdoğan’ın kazanması halinde kaçış ve geri çekilme eğilimlerinin, Kılıçdaroğlu’nun kazanması halinde ise yeni iktidara eklemlenme eğilimlerinin tetiklenmesi sürpriz olmayacaktır.
Her ne kadar seçimlere yüksek bir ilgi gösterse ve sandık günü geldiğinde Erdoğan’a yenilgi yaşatmanın gereğine göre davranacak olsa da Türkiye halklarının geniş kesimleri onurunu, yaşamını, özgürlüğünü ve haklarını savunmak için ayrıca örgütlenmek ve harekete geçmek gerektiğini bilmiyor değildir.
Yani sosyalist hareket kendi özgün evrimi içinde bir çözülme süreci ile karşı karşıya olsa da bir yanda da devrimci siyasetin yeniden inşasının imkânları durmaktadır.
Bunu görmek için alttan alta kaynayan işçi sınıfına ve yeni işçi hareketlerine, kadın ve LGBTİ+ hareketine, ekoloji hareketine, gençlik hareketine, Kürt hareketine, deprem sonrası toplumsal dayanışma hareketlerine bakmak, solun temsil alanında kendi sesinin yankısı ile sarhoş olduğu popüler evreninin dışına çıkarak sokağı adımlamak yeterlidir.
Her durumda sosyalist hareketi bir altüst oluş ve yeniden şekillenme süreci beklemektedir. Önümüzdeki çatışmalı süreçte halkın savunmasız olmadığını gösteren her pratik, halkın örgütlü gücünü sahneye çıkaran her deneyim bu yeniden şekillenme sürecinde geniş kitlelerin ilgisini sürükleyecek ve devrimci potansiyelini harekete geçirecek bir öncü eylem olarak rol oynayacaktır.
Dipnot:
[1] Bu sınırlamanın boyutunu, Kılıçdaroğlu’nun seçim kutlamaları için dahi olsa sokağa çıkılmaması yönünde yaptığı uyarısında görebiliriz.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.