Galiba işçi sınıfı devrimciliği ile gençlik devrimciliği kıyaslaması üzerinden bir tartışmaydı. Tanımadığım biri bağırırcasına, “Gençler devrime başlarını koyuyorlar, sen ne koyuyorsun” gibi münasebetsiz bir laf etti. İsmet Demir sandalyesinden kalktı, arkaya doğru gerildi, elini başındaki şapkasına götürdü, gayet ciddi ve sert bir ses tonuyla, “Ben de şapkamı koyuyorum,” dedi ve hızla önündeki ping pong masasına fırlattı
İnternette tesadüfen İsmet Demir’in Anılar-Deneyler: İşçi Sınıfı Mücadelesinden Bir Kesit (1962-1975) kitabına rastladım. Haberim yoktu, anılarıyla da olsa, eski bir dostla karşılaşmak beni hem şaşırttı hem üzdü hem de sevindirdi. Epey zamandır bir anma yazısı yazmayı düşünüyordum zaten, savsaklamaktansa ölüm yıldönümünü beklemeden yazmak gerektiğine karar verdim.
Türkiye devrimci hareketinin parçalanmışlığı nedeniyle üstün meziyetli insanlarını yeterince değerlendiremediğini, dar fraksiyonlar içerisinde gerçek kapasitelerinin sonuna kadar kullanılamadığını gösteren isimlerden biridir İsmet Demir. Yalnız o değil, Deniz, Mahir ve Kaypakkaya, bizden Osman Yaşar Yoldaşcan ve başka gruplardan olağanüstü özelliklere sahip onlarca devrimci için söylüyorum bunu. Bölünmüşlüğün az olduğu Komintern ve Kominform dönemlerinde, komünist partiler güçlerini biraz da bütün potansiyeli kendilerinde birleştirmelerinden alırlardı.
Başarılı bir sendikacıdan değil, yaşamı ve mücadelesiyle, Türkiye işçi sınıfı hareketinde zirveye ulaşabilmiş doğal bir işçi önderinden söz ediyoruz. Kemerli burnu ve büyükçe kulakları, taranmamış saçları, kirli sakalı ve yıpranmış giysileri ile İsmet Demir, zamanın inşaat işçilerinin ağır, düzensiz, dağınık ve yoksul yaşam koşullarının resmedilmiş haliydi. Film ya da romanlarda rastladığımız idealize edilmiş jönprömiye işçi tiplerine benzemezdi. 1960’ların köyle bağlarını koparmamış, iş bulamadığında köyüne dönen, yarı köylü, yarı kentli inşaat amelelerinin bir timsaliydi. Sendikal çalışmasında önemli bir avantajıydı bu. Onu, yabancı bir unsur değil, içeriden biri olarak gören yapı işçileri, kendi dillerinden konuştuğu, meselelerini yakından bildiği, kendileriyle birlikte yaşadığı için anlattıklarını sakin sakin dinler, çabuk ikna olurlardı. Kendilerinden çok şey bildiği, günlük sorunlarına çare bulduğu için de saygı duyarlardı.
Almanca konuştuğu zamanlarda “İsmet ağabey” derlerdi işçiler. Eyleme geçip Fransızca konuşmaya başladığındaysa sakin ve mazlum görüntüsü gider, ses tonu, mimikleri ve jestleri değişir, yerini hasmının üzerine yürümeye hazır kararlı bir işçi önderi alırdı. O zaman da ya “Kumandan” ya da “Kara Kartal” derlerdi.
İsmet Demir’in hayatı bu kısa yazıya sığmaz. Burada özetleyeceğim ana başlıklarıdır.
1925 Eskişehir doğumlu, demiryollarında amele olarak çalışan bir babanın oğlu. Ortaokul birinci sınıftan ayrılarak geçici işlerde çalışıyor. Gençliği bir topoğrafın yanında farklı tarım bölgelerinde çalışarak geçiyor. Bu sayede toplumu, sınıfları, yoksulu zengini yakından tanıma imkânı buluyor.
İş aramak için gittiği Ankara’da Türk-İş’e bağlı Yapı İşçileri Sendikası Başkanı Fukara Tahir (Öztürk) ile tanışıyor ve devletin merkezinde sonlanan büyük bir eyleme imza atanlar arasında yer alıyor. “Yalınayak İsmet” lakabı, 1962 yılında 5000 yalın ayak işsizle Meclis binasına yürümesinden geliyor. İnönü’nün başbakan, Ecevit’in çalışma bakanı olduğu iktidarı terletiyorlar. CHP’nin “Ortanın Solu” söylemine geçmesi tesadüf değil, benzeri eylemlerle kendini gösteren dipten gelen dalgayı kesmek ve soğurmak için sahte sol bir barikat kurma ihtiyacı duyuyorlar.
Daha sonra Ereğli Demir Çelik Fabrikası’nın inşaatını üstlenmiş Amerikan Morrison şirketinde topoğraf olarak çalışır. Türk-İş’e bağlı Yapı-İş’in uzlaşmacılığı artınca İsmet Demir ve arkadaşları 10 Ağustos 1965 yılında Yapı İşçileri Sendikası’nı (YİS) kurarlar. Devrimci sendikacılık döneminde irtibatlı olduğu Hikmet Kıvılcımlı’nın görüşlerini benimser.
İlhan Selçuk, ölümünden bir yıl sonra şöyle yazmış:
“Evet, kimdi İsmet Demir? Tanımak için, önce Demir’in öz yaşamına bir göz atalım: İsmet Demir, uzun yıllar yapı işkolunda uluslararası tekellerin sömürü ve baskısına karşı yürütülen mücadelenin ön saflarında yer almıştır. 1965 yılında Amerikan MWK şirketine karşı yapılan Lumnus grevi, 1966 yılında İtalyan-Fransız Joint Venture Entrop-Techint şirketine karşı yapılan boru hattı işçilerinin grevi, 1967 de İspanyol Dragodos Y.Construcciones şirketine karşı Kadınhan barajı işçilerinin grevi, 1968 yılında Amerikan Foster Wheler şirketine karşı İzmit Petro-Kimya Tesisleri inşaatı işçilerinin grev ve direnişleri, 1970 yılında Amerikan Badger şirketi ve taşeronuna karşı rafineri yapım işçilerinin direnişi, 1974 yılında İskenderun Demir-Çelik Tesisleri yapım işçilerinin direnişi…”[1]
Burada değinilenler direnişlerinin tamamı değil elbette, mesela 1970’te Aliağa Rafinerisi ve daha birçok irili ufaklı direnişi saymamış. Ayrıca, İlhan Selçuk’un anlattığı gibi mücadelesi yalnız uluslararası tekelleri değil, devlet ve özel şirketlerden yerli patron temsilcilerini de hedef alıyor, sık sık jandarma ve polisle karşı karşıya geliyordu.
Barutla oynayan biri olarak görüldüğünden zaman zaman sorgulanıyor, işkence görüyor, hapsediliyor, çıkıyor, tekrar devam ediyordu. 1970 öncesi öğrenci hareketinin lideri Deniz Gezmiş’in işçi hareketindeki muadili olarak patronların ve siyasi şubenin hedef tahtasına alınmaktan kurtulamıyor.
İsmet Demir, Hikmet Kıvılcımlı dışında, Deniz Gezmiş dahil önde gelen devrimcilerin arkadaşıdır. Sendika binasını devrimci öğrencilere ve başkalarına açar. Zamanının birçok yazarı, sosyalist milletvekili, öğretim üyesi ve eski tüfekle aynı platformlarda buluşur. Devrimci sendikacı tipinin temelini atanlardan biri olarak ülke çapında sivrilir. İşverenlerle arka odalarda görüşen, yüksek maaşlı, yazlığı ve son model arabası olan, pavyon müdavimi, bürokratlaşmış, işçiye değil patrona benzeyen satılık sarı sendikacı tipinin tam tersidir. Bir sendikacıda olması gereken meziyetler açısından hepsini yaya bırakacak çaptadır, ama paraya pula, makama, milletvekilliğine tenezzül etmez, aç gezer kimseye avuç açmaz. Sözcülüğünü yaptığı inşaat işçileri gibi yoksul, düzensiz, nerede direniş potansiyeli varsa orada çadır kuran bir göçebedir. Militanlığı ile yaşam tarzı uyumludur, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur. Hayatı işçilere ve ezilenlere propaganda ve ajitasyon yapmak, grev ve direniş örgütlemekle geçer.
İsmet Demir’le belirli zamanlarda yollarımız kesişti. Hem yakından tanıdığım ilk devrimci işçi önderi hem de iyi ki tanıma fırsatım oldu diyebildiğim bir ağabeyimizdi.
İlk karşılaşmam ikamet olarak kullandığım Basın Yayın Yüksek Okulu’nun bodrum katındaki salonda oldu. 1969 yılıydı, yanında YİS yöneticileri ve muhtemelen şahsen tanımadığım Demir Küçükaydın vardı. Mustafa Kuseyri, Aktan İnce, Erhan Erel ve Aydın Çubukçu, benim ve başka devrimcilerin de olduğu kalabalık bir gruptuk. İsmet Demir ve yanındakilerin bazıları içkiliydi. Tam hatırlamıyorum, galiba işçi sınıfı devrimciliği ile gençlik devrimciliği kıyaslaması üzerinden bir tartışmaydı. Tanımadığım biri bağırırcasına, “Gençler devrime başlarını koyuyorlar, sen ne koyuyorsun” gibi münasebetsiz bir laf etti. İsmet Demir sandalyesinden kalktı, arkaya doğru gerildi, elini başındaki şapkasına götürdü, gayet ciddi ve sert bir ses tonuyla, “Ben de şapkamı koyuyorum,” dedi ve hızla önündeki ping pong masasına fırlattı.
Hepimiz makaraları koyuverdik. Bu sahneyi hiçbir zaman unutmadık. Benzer tartışmalar olduğunda taklidini yapar, o sevimli halini sık sık yad ederdik.
İkinci karşılaşmamız 1971 yılında İzmir Şirinyer Askeri Cezaevi’nde oldu. Biz Denizli Ziraat Bankası aracı soygunu dolayısıyla, o ise Aliağa Rafinerisi’ndeki faaliyetleri nedeniyle tutukluydu. Tahliye oluncaya kadar birkaç ay beraber olduk. Koğuşumuzun en yaşlısı, en sıcakkanlısı, en hürmet edileni İsmet Demir’di. Onunla volta atmak, koğuş işleri yapmak, top oynamak neşe kaynağıydı. Kitap okuma haricinde en çok satranç oynardık. Satrancı galiba yeni öğrenmişti. Yenileceğini anlayınca kızmış numarası yapar, elinin tersiyle taşları devirip masayı terk ederdi. Hepimiz kahkahalarla gülerdik.
Yeraltında Beş Yıl’da, o günler için şöyle yazmışım:
“Havalandırmada futbol oynardık. İyi oynayanların kaptanı Fatih, kötü oynayanlarınki ise efsanevi devrimci sendikacı İsmet Demir’di. Ben ve Osman, İsmet Demir’in kazma takımındaydık. Maç başlayınca onlar çalım yapar, topa çalışırlardı, bizse ayaklara çalışır, korkutup kaçırtırsak gol atardık. Ertesi gün, Fatih ve Ercan (Erel), ayak bileklerindeki morlukları gösterip bizden şikayetçi olurlardı. İsmet Demir, tahliye olduğu gün vedalaşırken, maçlarda giydiği arkası basık kunduralarını eline alıp, ‘Benden sonraki en yetenekli kazma olarak kaptanlığı sana bırakıyorum’ diyerek bana uzatmıştı. Ben de Osman’a dönmüş, ‘Bak senden daha iyiyim,’ diyerek ona hava basmıştım.”[2]
Yaşadıklarını kolay kolay anlatmazdı. En hoşumuza giden TBMM’ye yaptıkları protesto yürüyüşüydü. “Anlat, anlat!” diye tempo tutunca ısrarlarımıza dayanamaz anlatırdı. Aklımda, “İnönü istifa” gibi sloganlar attıkları, Meclis Başkanı Fuat Sirmen ve Senato Başkanı Suat Hayri Ürgüplü ile görüşüp iş istedikleri, kontrolleri dışında bazı protestocuların meclis duvarlarına işedikleri, ertesi gün sendikayı basan polisin kendisiyle birlikte öncülük yapanları falakaya çektikleri ve arkasından serbest bırakıldıkları kalmış.
Anılar-Deneyler kitabında, hayata veda etmeden önce arkadaşlarının sorusu üzerine, benim anlatmadıklarımı da İsmet Demir anlatmış.[3]
Cezaevinden çıktıktan sonra Ankara Maltepe’de bir tiyatroda (yanlış hatırlamıyorsam Demirtepe’deki Ankara Tiyatrosu) rastladım. İstanbul’dan tanıyan Zihni Çetiner’in kardeşi Ahmet, Taylan Özgür’ün kardeşi Tarhan ve başka devrimcilerin uğrak yeriydi. Sanırım tiyatro/sinema/dizi oyuncusu, yönetmen ve senarist Yaşar Güner’le ahbaplıkları vardı. Oyuncularından biri o yıllarda henüz yirmili yaşlarda genç bir tiyatro sanatçısı olan Levent Kırca’ydı.
Birkaç kez beraber oyun izledik, tiyatronun kulis kısmında ayak üstü kanyak içtik. 12 Mart karanlığı henüz dağılmadığından cezaevinden çıktıktan sonra sendikal mücadele yürütmesi mümkün değildi. Fakat çok geçmeden fırsatını bulur bulmaz soluğu İskenderun’da almış.
Basın Yayın Komünü adına faaliyet yürütmek üzere cezaevi arkadaşı Mehmet Çetintaş, Bahattin Aslan ve Coşkun’la birlikte, o sıra İskenderun Demir Çelik inşaatındaki işçilerle meşgul İsmet Demir’in yanına gittiler. İsmet Demir’i, oğluna “Demir” adını verecek kadar seven İnşaat Mühendisi Mehmet, sendika çalışmasında ve sınıf mücadelesi içinde nasıl biri olduğunu yakından gözleme imkânı buldu. Anlattığına göre İsmet Demir, sendikasını bütün devrimcilere kapısını açar, ayrım gözetmezdi. Bunu tamamlayan bir diğer özelliği de kendisini, sendikal çalışma yürüttüğü İskenderun Demir Çelik Fabrikası inşaat işçileriyle sınırlamaması, çevrede öğretmen, esnaf, köylü ne varsa hepsiyle ilişki kurmasıydı. Örneğin İskenderun’da çok ağır koşullarda çalışan fırın işçilerini örgütleyerek direniş yaptırır. Demir Çelik grevi esnasında, ilişkileri sayesinde Hatay’dan kamyonlarla yardım (ekmek, zeytin, narenciye, giyecek vs.) yağacaktır grevcilere.
Kaymakamından savcısına, emniyetinden işverenine kadar hepsinin gözü İsmet Demir’in üstündedir, sonunda bir bahaneyle İskenderun Cezaevi’ne atarlar. Bunu, yolunun bir kez daha kesiştiği sözde halkçı Başbakan Ecevit Hükümeti yapar. İsmet Demir buna rağmen cezaevinden dışarıyı yönetmeye devam eder. Tepki çekmesin diye bildirilerde aralara tırnak işareti kullanmadan Marx’tan, Lenin’den parçalar yerleştirir. Propagandada vasat, ama ajitasyonda eşsizdir. Mehmet’in anlattığı göre, binlerce işçi çıt çıkartmadan onu dinler, öylesine inanır ve güvenirler ki yürü dese yürür, yık dese yıkarlar. İnşaat amelesinin sorunlarını ve ruh hallerini, onları nasıl coşturacağını ve eyleme geçireceğini çok iyi bilir.
İşverenler ve patron uşağı sarı sendikacılar, yapı işçilerinden bile eski püskü kıyafetlerle dolaştığı, en ucuz yerlerde karnını doyurduğu, işçilerle beraber bekar odalarında, barakalarda yaşadığı için, bir açığını bulamazlar. En fazla “Komünist İsmet” veya “Sarhoş İsmet” diye karşı propaganda yaparlar. Gerçekten de çok içiyordu ki, tek lüksü buydu. İçkiyi de öyle meyhanelerde falan değil, şantiye barakalarında en ucuzundan şarap ve leblebi gibi mezelerle, çilingir sofralarında içerdi. Aslında, beraber içtiği inşaat amelelerinin bir kısmının yaşamının bir parçasıydı içki. Gurbetteki yoksul ve meşakkatli yaşamlarını biraz olsun hafifleten bir çeşit ağrı kesici. Sözleşmelerde kazanılan paraları sendikaya harcar, zorda kalanlara yardım eder, kendi zaruri ihtiyaçları haricinde en ufak bir pay almazdı. İşsiz olarak sendikacılığa başladığında neyse, olgunluğa ulaştığında da oydu.
1977 veya 1978 yılıydı. Ankara’ya uğradığımda, Kızılay’da Mülkiyeliler Birliği civarında rastladım. Zayıflamış, eski canlılığını ve dik duruşunu kaybetmişti. Kucaklaşırken boğazında hava alabilmesi için açılan deliği görünce gırtlak kanseri olduğunu anladım. Ayaküstü biraz sohbet ettik. Hastalığıyla ilgili gelişmeleri kısaca anlattı. Gericiliğin başaramadığını içki ve sigara başarmıştı ne yazık ki. Teselli etmeye çalışmam nafileydi, ömrünün sonuna geldiğinin farkındaydı. Bir daha göremeyeceğimi tahmin ederek ayrılırken, döndüm bir daha kucakladım ve içimden “elveda İsmet Ağabey” dedim.
1979 Mart’ında yaşama veda ettiğini duydum. 54 yaşındaydı. Kısa yaşadı ama tarihe geçecek izler bıraktı.
Benim gibi, anılarını mezara kadar yanlarında taşıyacak yüzlerce dostu olduğuna inanıyorum.
İzmir Şirinyer Askeri Cezaevi, 1972. Ayaktakiler: Fevzi, Mehmet Fatih Öktülmüş, Ercan Erel, Erhan Erel, Osman Yaşar Yoldaşcan, Muammer ve ilerici bir astsubay. Oturanlar: Semih Demirtepe, Mutahhar Bengi, Selahattin Bora, Mehmet Çetintaş, İsmet Demir ve ben.
Dipnotlar:
[1] İlhan Selçuk, Cumhuriyet, 20 Mayıs 1980.
[2] Yaşar Ayaşlı, Yeraltında Beş Yıl, Yordam Kitap, İstanbul, 2011, s. 133-134.
[3] İsmet Demir, Anılar Deneyler
“İsmet abi, hapiste beraber kaldığınız şu İzmir de banka aracını devrimcilere para sağlamak için soyan gençler vardı, onların hikâyesini anlatsana… hapishanede yılbaşını nasıl geçirirdiniz?”
“Geçen yılbaşı İzmir, Şirinyer Cezaevindeydim. Biliyorsun o aracı soyan gençlerle aynı koğuşta kalıyorduk. Yılbaşı akşamı hapishanede ne hazırlığı yapılır ki? İnsanlar anılarına dalmışlar moralleri bozuk ama gençlik her yerde gençliktir. Gene de şakalaşıp gülmekten geri kalmıyorlar. Onlardan Erhan diye bir genç vardı, aramız onunla çok iyiydi. Diğerleriyle de iyiydi. Ama onu evvelden tanırdım, o da sendikacıydı. Diğerleri de bana hep yakınlık gösterirlerdi. Aileleri ne getirirse benimle paylaşırlardı. Ama o akşam bak ne oldu? Bilirsin aralık ayında günler iyice kısalır, havanın kararmasıyla insanın neşesi de gider. O akşam da bir hüzün üzerimize çöktü ki sorma gitsin. Sonra gençlerin muzip tavırlarıyla gene kendimize geliyoruz. Saat yediye doğru geliyordu, çocuklar anne babalarının yılbaşı için getirdiği yiyecekleri masaya koymuşlar yiyor içiyor ve konuşuyoruz, meyvemiz da var ama ne rakı ne de şarap yok. Benim için ise en önemlisi bunlar. Zaten ne zamandır bir şey de içmemişim. Biz sofrada yiyip içerken koğuşun haberleşme penceresi vuruldu. Oysa sayım falan yapılmış, gardiyanların bizimle işi kalmamıştı. Hepimiz sofradan başımıza kaldırıp pencereye baktık. Koğuşun kapısının tam ortasında dışarıdan açılan, ama biz içerdekilerin açamadığı küçük görüşme penceresi var ya? İşte oradan içeriye elinde viski şişesi olan bir el uzandı. İçimizden biri yemekten kalktı ve viskiyi aldı. El hemen kayboldu. Başka bir şey göremedik hepimiz şaşırmış ve susmuştuk. Sadece kısa süreliğine eli ve viski şişesini gördük. Galiba karacı subayın ya da ast subayın eliydi. Elini uzatırken gördüğümüz elbise kumaşından bunu çıkardık. Ama acelesi vardı korkuyordu, görünmek de istemiyordu ve hemen geri çekildi ve kaçtı. Bu anlattıklarım saniyeler içinde oldu ve bitti. İşte o an bizleri görecektin. Sanki devrim olmuştu. Önce bir coşkuyla bağırdık, neşelendik sonra bir an hepimiz sustuk ve birbirimize baktık. Yalnız olmadığımızı nice suskun kalbin bizlerle olduğunu hissettik… Gençlerden biri şişeyi aldı. Herkesin önünde bardakları var, içkiyi ortaklaşa içeceğiz viskiyi dağıtan kendisine en yakın olan Erhan’ın çay bardağına viskiyi koyacak, Erhan eliyle bardağın üstünü kapattı: Benim payım, İsmet abinin olsun dedi. Daha sonrakilerde aynı şeyi söylediler ve viskiden kimse almadı. Ben ağlamaya başladım. Şimdi burada da gözüm dolduğu gibi, dedi ve sustu.”
“Hepimiz donup kalmıştık. Masaya bir sessizlik hâkim oldu. İsmet abi, yani bu viskiyi bir subay mı verdi acaba?”
“Bunu kesin olarak bilmiyorum ve öğrenemedik. Ama ben, hapse girince benimle birlikte sendikacılık yapan sendikanın sekreterlik, saymanlık işlerini gören işçiler de tutuklandı. Onlar bilinçli işçiler değillerdi ve onlarla birlikte olmak hiç hoşuma gitmiyordu. Tutuklandıkları için beni sorumlu görüyor bana karşı aralarında birleşiyorlardı. Huzursuzdum. Sonra İzmir de para nakil aracını soyanlar geldi. Onların içlerinden Erhan Erel’i zaten evvelden tanıyordum. O da sendikacıydı, söylemiştim. Üniversite mezunu çok çalışkan biriydi. Bir oraya bir buraya koşar dururdu YSE’de işçileri örgütlemişti, o da yapı işkolundaydı ama devlete ait işyerleriyle ilgileniyordu. Diğer tutuklu arkadaşlar gelince hem onların sayesinde yalnız kalmadım hem de çevremde çelik bir çember oluştu. Cezaevinde ezilmek istemiyorsan çevrenin olması lâzım, kuvvetli olmalısın ya da çok zengin olmalısın. Benim zaten param yok bilirsin. Çevrem desen, o da yetersiz bana kim gelecek de ne getirecek. Meselâ Nurcular vardı.[İçlerinde Fethullah Gülen’in de olduğu-YA] Adamlara nerdeyse kamyonla yiyecek içecek gelirdi. Beni geçin, arkadaşım tutuklu gençlere bile çok az şey gelir sıkıntı çekerlerdi. İçerde bakayım gençlerden kimler vardı? Erhan’ı söyledim. Bir de onun kardeşi Ercan Erel. Osman Yaşar Yoldaşcan bak bu çocuk o yıl üniversite giriş sınavı birincisiydi. Fatih Öktülmüş, Yaşar Ayaşlı, Mehmet Çetintaş ve en küçüğümüz olan Selâhattin Bora belki unuttuklarım da vardır. Aklıma şimdi bu kadarı geliyor…”
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.