“Kim sınıfa ve kitlelere bu denli yabancılaşmış sendikal bürokrasinin baştan kabullendiği bu rolün gönüllü ya da gönülsüz figüranı konumuna düşmek istemiyorsa bu grev kırıcı tutumu reddedip Kadıköy karnavalında boy göstermeyi de reddetmelidir”
“1 Mayıs 2025’e giderken sosyalist hareket ne düşünüyor?” dosyamız kapsamındaki sıradaki söyleşimiz Alınteri adına Mürüvet Küçük ile. Küçük, 19 Mart isyanında öncülük iddiasını taşıyan bütün siyasi parti ve örgütlere egemen olan siyaset anlayışı ve tarzını aşmış bir toplumsal muhalefet potansiyeli gerçekliği ile karşı karşıya olunduğunu belirtti. Gençliğin, iddia edildiği gibi “kayıp bir kuşak” olmadığı gerçeğini gösterdiğini belirten Küçük, son isyanın sürükleyici gücünün de gençlik olduğunu ifade etti.
Son isyan sürecinde solun yokluğuna değinen Küçük, devrimci odak yoksunluğuna ve hareketin siyasal yönlendirmesi bakımından solun geride kaldığını söyledi. “Toplumsal muhalefete öncülük edip ona yol gösteren bir konum, etki ve prestij sahibi olmak şurada dursun eylem kesitlerinde bile öne çıkarak yönlendirici olabilen bir soldan söz edemiyoruz artık” diyen Küçük, dönemsel bir güç kaybının ötesine geçmiş varoluşsal bir tıkanma söz konusu olduğunu ifade etti. Bu manzaranın yeni ortaya çıkmadığını belirten Küçük, bu durum karşısında stratejik bir perspektifle hareket etmenin zorunlu olduğunu söyledi.
Tüm bu tablo karşısında 1 Mayıs’ın “1 Mayıs ruhuna uygun biçimde” örgütlenmesi gerektiğini söylerken Taksim’in bu ruhun cisimleştiği bir alan olduğunu ifade etti. Bunun bir alan fetişizmi olmadığını, tarihsel anlamı bakımından Taksim’in 1 Mayıs’ın ruhuna uygun olan bir alan olduğunu söyleyen Küçük, tutumlar hakkında “1 Mayıs’ı ruhuna uygun kutlamakla onu kavgasız-gürültüsüz bir karnaval gününe çevirmeyi esas alan icazetçi reformist yaklaşımlar arasındaki fark meselesidir” yorumunda bulundu.
Dörtlü tarafından yapılan Kadıköy çağrısına da değinen Küçük, “Kim sınıfa ve kitlelere bu denli yabancılaşmış sendikal bürokrasinin baştan kabullendiği bu rolün gönüllü ya da gönülsüz figüranı konumuna düşmek istemiyorsa bu grev kırıcı tutumu reddedip Kadıköy karnavalında boy göstermeyi de reddetmelidir” dedi
Bu atmosferde 1 Mayıs’a giderken karşı karşıya olduğumuz manzaraya ilişkin değerlendirmeniz nedir?
Mart İsyanı olarak tanımlanmayı hak eden kitlesel bir birikim patlamasıyla karşı karşıya olduğumuz ortada. Bu isyanı doğuran nedenler, ortaya çıkış biçimi ve sonrasında kazandığı özelliklere dair kuşkusuz çok şey söylenebilir. Fakat açığa çıkarıp altını çizdiği temel olgular kapsamında özellikle:
I- Öncülük iddiasını taşıyan bütün siyasi parti ve örgütlere egemen olan siyaset anlayışı ve tarzını aşmış bir toplumsal muhalefet potansiyeli ve gerçekliğiyle karşı karşıya olduğumuz gerçeğini gösterdi.
II- Gezi’den bu yana hakkında yapılmadık çözümleme, söylenmedik söz kalmamış günümüz gençliğinin -ürkütücü kimi lekeler içermekle birlikte- zannedildiği gibi kendinden ve zevklerinden başka şey düşünmeyen ‘kayıp bir kuşak’ olmadığı gerçeğini gösterdi ki, son isyanın sürükleyici gücünü o gençlik oluşturdu.
III- Son isyan sürecinin altını çizdiği ürkütücü gerçeklerden biri de solun ‘yokluğu’ oldu. Kadınıyla-erkeğiyle, genciyle-yaşlısıyla sınıfın ve emekçi kitlelerin görüş alanına girmiş, politikalarıyla olduğu kadar pratikte sergilediği ön açıcı tutumlarıyla da onların güvenini ve saygısını kazanmış devrimci bir odak yoksunluğu bütün çıplaklığıyla bir kez daha çıktı karşımıza. Elbette barikatların ön saflarında solun yörüngesinde olan gençler vardı. Ancak hareketin örgütlenmesi ve siyasal yönlendirme konusunda sol açık ara yaya kaldı.
Eylemlerin ve katılanların nitelikleri ışığında sosyalistler bu süreçte ne yapmalı, nasıl bir tutum almalı?
Bu sorunuza verilebilecek en kısa yanıt ‘aklımızı bir an önce başımıza toplamak zorunda olduğumuz gerçeğini görmek’ olur herhalde. Toplumsal muhalefete öncülük edip ona yol gösteren bir konum, etki ve prestij sahibi olmak şurada dursun eylem kesitlerinde bile öne çıkarak yönlendirici olabilen bir soldan söz edemiyoruz artık. Dönemsel bir güç kaybının ötesine geçmiş varoluşsal bir tıkanma söz konusu. Dolayısıyla önce durumun vahametini görmek ve bunun gerektirdiği stratejik bir perspektifle hareket etmek zorundayız. Yoksa şu ya da bu konuda hiçbir taktik adım ve başarı bu tabloyu değiştirmeye yetmez.
Bu sarsıcı manzara bir günde ortaya çıkmadı elbette, giderilmesi de öyle “ha” deyince gerçekleşmeyecek bir süreç, sabır ve ısrar gerektiriyor. Gel gör ki reformist çevreler dahil solun ezici bir kesimi kendi gerçekliğinin de işin ciddiyetinin de farkında değil. Hâlâ göreli nicel üstünlüklerle tatmin olunup mazeret teorilerinin arkasına sığınılıyor.
1 Mayıs nasıl örgütlenmeli, ne hedeflenmeli?
İkinci sorunuza yanıtımızla bağlantısı içinde bu sorunuza da ‘1 Mayıs’ın ruhuna uygun bir biçimde’ yanıtını verebiliriz. 1 Mayıs proletaryanın burjuvaziyle kavgası içinde doğmuş ve o günden beri de her şeyden önce bu kavga bayrağının yükseltilmesini esas alan bir çizgide sürdürülüp yaşatılmıştır. Türkiye özelinde Taksim bu ruhun cisimleştiği bir alandır. Burjuvazi o alanda kanımızı dökmüştür ve sonrasında da proletarya ve devrimciler burjuvaziye meydan okumayı Taksim’i zorlayarak sürdürmüşlerdir. Dolayısıyla mesele bir alan fetişizmi falan değil 1 Mayıs’ı ruhuna uygun kutlamakla onu kavgasız-gürültüsüz bir karnaval gününe çevirmeyi esas alan icazetçi reformist yaklaşımlar arasındaki fark meselesidir.
Bu 1 Mayıs’ta Taksim dışında önerilecek her mekan -ve buna bir biçimde ortak olunması- sadece 1 Mayıs’ın ruhuna sırt dönmek olmayacaktır. 19 Mart ve izleyen gecelerde polis terörüne rağmen Saraçhane’de toplanmakla kalmayıp “sokak korkusu”nun mimarlarından CHP yönetimini bile “yasakları tanımama, barikatları zorlama ve 1 Mayıs’ta Taksim’de olma” sözünü verme mecburiyetinde bırakan isyan ruhunun itfaiyeciliğine soyunma anlamına gelir. Geçmiş yıllardan farklı olarak bu yıl kimse “kitle çizgisi” bahanesinin arkasına da saklanamaz. “Kitle çizgisi” gerekçesi zaten ‘öncü’ bir rol oynamanın değil kitlelerin en geri kesimlerinin korku ve tereddütlerini baz alıp onun arkasına saklanan kuyrukçuluğun sarıldığı bir bahaneydi. Bu yıl kitlelerin dahi gerisine düşmekle kalmayıp sürmekte olan isyan ateşini söndürmeye soyunmanın gerekçelerinden biri anlamına gelmektedir.
Ve her kim sınıfa ve kitlelere bu denli yabancılaşmış sendikal bürokrasinin baştan kabullendiği bu rolün gönüllü ya da gönülsüz figüranı konumuna düşmek istemiyorsa bu grev kırıcı tutumu reddedip Kadıköy karnavalında boy göstermeyi de reddetmelidir.
Keza bu yıl Taksim ısrarı 19 Mart’ta açığa çıkan ve bir toplumsal ruh haline dönüşen özgüveni daha ileriye taşımayı ifade ediyor. Bu noktada meseleye “Taksim’i illa açacağız” meselesi olarak görmüyoruz. Elbette bu iddiayla oraya gitmek ve bunun için ısrarla mücadele etmek gerekir. Ancak her iddiamız mutlaka gerçekleşecek diye savaşa girmeyiz. Mesele gelinen noktada faşist zorbalığın cisimleştiği bir alandan yani aslında faşizme karşı mücadeleden vazgeçmediğimiz, bunun ruhunu taşıdığımız ve bu ruhun hiç de azımsanmayacak bir toplumsal karşılığının olduğunu gösterme meselesidir. Keza Taksim’den “kitlesellik yakalamak” adına bir kez daha vazgeçilmesi en başta hasmımız tarafından böyle okunacaktır. Hasmımız politikalarını belirlerken kitlelerin öncüleşmiş ya da bunun potansiyelini taşıyan kesimlerinin iradesini kırmayı esas alır. Taksim iradesinin her yıl çeşitli gerekçelerle daha geri noktalara taşınması onun cephesinden bu kesimlerin nasıl bir haleti ruhiye içinde olduklarının okunması anlamına gelecektir. Oysa bu yıl sendika konfederasyonları ve meslek örgütleri, solun geniş bölükleri bu iradede birleşmiş olsaydı Taksim ısrarı doğallığında kitlesel bir nitelik kazanacak, bu yıl giremesek bile hem iktidara bir mesaj vermiş hem de kitlede gelişen sokak korkusunu aşma gerçekliğini daha ileriye taşıyarak 2 Nisan için hazırlığı buradan yapmış olacaktık.