Özgürlüğü, bilincine varılmış zorunluluk şarkısı olarak algılayan Osman Yaşar Yoldaşcan, onu hayatı boyunca kafa dinçliği, canlılık, güç ve sabırla dokumasını bilmiştir. Tarih yapıcılarından biridir o da ama fazlasıdır aynı zamanda. Sadece bizim için değil, tüm tarihsel birikimi açısından TDH için de
Onlar ki aydınlık üzre
ecel toprağına umut ektiler.
Onlar ki karanlık üzre
korku mazgalına zulüm serdiler.
Onlar ki cehennem üzre
yürekten cennet süzdüler. (Refik Durbaş)
Tarih bizi bize anlatır, bize dünyayı öyküler. Geçmişi söylence olmaktan çıkarıp onu hayatlarımızın tam orta yerine elle tutulacak kadar somut olarak yerleştirir. Bazen biz bile farkına varmayız ama aklımızın bir yerinde durur, kararlarımızı ve yönelimlerimizi etkiler. Her özne tarihte kendi çapında iz bırakır. Her insan, bilincinde olsun ya da olmasın -bir yerde- tarih yapıcıdır. “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Fakat bunun ancak o tarihsel koşulların sınırları içinde gerçekleşmesi mümkündür.”
“Özgürlük, bilincine varılmış zorunluluktur”. Engels tarafından formüle edilen bu özgürlük anlayışının, idealistlerin iddia ettikleri gibi, insanı edilgen bir kaderciliğe ve eylemsizliğe sürüklemek şöyle dursun, nasıl enerjik bir pratik etkinliğin ruhsal temelini oluşturabileceğini örneklerle açıklar. Ünlü bir burjuva bilim adamı ve düşünür olan Priestley’, “Son derece önemli amaçlar için uğraşırken, zorunluluk düşüncesine inanan insanlardaki kafa dinçliğinden, canlılıktan, güç ve sabırdan daha fazlası nerede bulunabilir ki” diye sorar.
Osman, 1967 yılında girdiği üniversite sınavında 46 bin kişi arasında birinci olmuş ve ODTÜ Fizik Mühendisliği’ne kaydını yaptırmıştı. Sonra devrimcilik geldi, fiziği gerilerde bırakarak komünistleşmeye yöneldi. Osman seçimini yapmış, tarihsel akışta nerede duracağına karar vermişti. O, insanlığın kurtuluşu davasına ter akıtarak özgürleşme yolunu seçti, fiziği başkalarına bıraktı.
Özgürlüğü, bilincine varılmış zorunluluk şarkısı olarak algılayan Osman Yaşar Yoldaşcan, onu hayatı boyunca kafa dinçliği, canlılık, güç ve sabırla dokumasını bilmiştir. Tarih yapıcılarından biridir o da ama fazlasıdır aynı zamanda. Sadece bizim için değil, tüm tarihsel birikimi açısından TDH için de…
“TİKB ruhunun mimarı” olarak niteleyegeldiğimiz Osman Yaşar Yoldaşcan, çoktan unutulmuş ya da bir kenara atılmış hasletlerin özümlenmiş hali olarak beliriverir mücadelemizde. Fıldır fıldır hareket eden zeka deryası gözlerine inat, sükunet ve gösterişsizlik sinmiştir hücrelerine -en olağanüstü işleri bile sıradan bir şeymiş gibi halledivermesi çok az insanın başarabildiği bir özelliktir. Yeni tanıştığı insanları ilk anda elektriklendirmez mesela, tersine sıradan, silik bir görüntüdür onunkisi. Gerekmedikçe ağzını açmaz ve neredeyse hiç boş konuşmaz. Aniden gelişen olaylarda bile sanki daha önce farklı olasılıklara uyacak şekilde kurgulamış gibi isabetlidir sözleri..
Kayıtsız görünümü altında müthiş bir merak ve gözlem gücü gizlidir oysa… Çevresinde olup bitenle hiç ilgisi yok sanırsınız her şeyin farkında olduğunu anlarsınız bir süre sonra. Sorularından, önerilerinden, çözüme ilişkin akıllıca yaklaşımlarından aslında olayın kıyısında değil tam göbeğinde olduğunu, böyle hissedip buna göre konumlandığını farkedersiniz.
Asıl kritik nokta, hemen herkesi bir biçimde işin içine çekebilmesi, mevzilendirebilmesi, yapacak bir iş vermesidir. Az iş değildir bu! Kitle örgütçüsü değildir, ama örgütü örgütleyenlerin en maharetlilerinden biridir o. Yaratıcılığı ile esinleyici, koşullara teslim olmayan irade gücüyle öncü, kalıpların ve reçetelerin tutsağı olmayışıyla sürekli yeni yollar ve yöntemler arayan bir keşifçidir. Alışılmışın güvenli kolları boğar onu, zehir gibi çalışan kafası daima arayış içindedir. “Daha ne yapabiliriz”, “daha iyisini nasıl yapabiliriz”, “hangi güçlerle yapabiliriz”, “hedeflediğimiz alanlara nasıl, kimlerle ulaşabiliriz”, “eylem kapasitemizi nasıl artırabiliriz”, “ajitasyon ve propagandamızı hem içerik hem biçim olarak nasıl geliştirebiliriz?” Bu liste uzar gider kafasında…
Tahta kurusu kaynayan bir gecekonduda yaşarken de, İstanbul’un sokaklarını dur durak bilmeden arşınlarken de, sigara dumanı ve yoldaş sıcaklığının ele geçirdiği Merkez Komitesi toplantılarında da kafa yorar bütün bunlara. ‘Daha yapacak ne çok şey var’ karamsarlığı ve boğuntusu kaplamaz içini, zayıflık ve eksiklerin bütünüyle bilincine varacak bir gerçeklik toprağına basar ayağını her şeyden önce çünkü.
Osman’ın ayağı… demişken şu kesite değinmemek olmaz. Osman’ı birçok yönden tanımlamayı kolaylaştıran, onda kristalize olan bir komünistin katmanlı kişiliği çıkacaktır buradan.
1976’da 1 Mayıs afişlemeleri sırasında polisle çatışmaya girmiş ve bacağından ağır bir biçimde yaralanmıştır. Üstünden çıkan kimlikte direnmiş, silahlı olmasına rağmen afişleme yapanlarla ilişkisini reddetmiş, onca işkenceye rağmen pes etmemiş, “sıradan bir gaspçı” senaryosu yazmış emniyette. Hastaneye götürmüş polisler ve kırılan kemikleri o haliyle alçıya aldırmışlar. Sonra yeniden hapishane… Osman tek bacağını kullanabiliyordur artık, iki koltuk değneğinden medet umuyordur…
Osman’ı hapishaneden kaçırdıktan sonra yoldaşları onu ameliyat ettirdiler. Tam 14 ay sonra yeniden kırıldı yanlış kaynayan bacak kemikleri. 20 cm’lik çelik bir çivi taktılar uyluk kemiğine. Beline kadar uzanan alçılar içinde aylarca kıpırdamadan yattı… Yaz aylarıydı… Yaralar açıldı vücudunda. Diğer hastalar acıyla inlerken, o, çelikten iradesini, sabrını konuşturdu… ne inledi ne de yakındı… Sonra uzansın önünde İstanbul sokakları, gelsin mücadelenin meseleleri, açmazları, zorlukları, keyfi ve mutluluğuyla kolektif ailesi…
“Efendi bir çocuğa benziyor” demişti evin annesi, ameliyatlı ayağının iyileşmesi için bir aile evine teslim etmişlerdi yoldaşları. Evin aristokrat ninesi, herkesten kıskançlıkla sakladığı kahvesini sadece onunla (Mehmet) paylaşmaya başlamıştı. Odasına gidiyor, sohbet ediyorlardı. Onun bir an önce iyileşmesi için dört kişilik aile adeta seferber olmuştu. Beslenmeyse beslenme, dinlenmeyse dinlenme, hareketse hareket, masajsa masaj… Okumuş ve düşünmüştü en çok. Koltuk değneklerini atmış, kanadyenle yürümeye başlamıştı evden ayrılırken. “Mehmet iyi mi?” sorularını bırakmıştı ardından.
Üç santim kısa kalmıştı bir ayağı, özel bir ayakkabı kullanması gerekiyordu. Örgütün mali olanakları elinde olmasına rağmen kendi kişisel ihtiyaçları söz konusu olduğunda müthiş cimrilik yapıyordu. Hatırlatmaları duymazdan geliyor, ayakkabı siparişini sürekli öteliyor, başka işleri bahane ederek erteledikçe erteliyordu. Teknik konulara ilgili ve yatkın yoldaşları peşinden sürükleyerek Perşembe Pazarı’ndaki (İstanbul) hırdavatçılar çarşısına dalıyor, örgütün ihtiyaçlarıyla yatıp kalktığı için “bu şuna, bu buna lazım” diyerek ayakkabı için kullanması gereken parayı o yine örgütsel ihtiyaçlara harcıyordu.
Osman Yaşar Yoldaşcan’ı, bizi biz yapan özelliklerin büyük bir çoğunluğunu kişiliğinde toplamış o önder komünisti, daima bir adım ötesini görmeye çalışan o zeka kıvılcımını 29 Eylül 1980’de kaybettik.
Yaşamı gibi ölümü de devrimci bir mesaj yüklüydü: Osman, 12 Eylül askeri faşist cuntasına sıkılan ilk kurşun oldu. Ortalığı kaplamış olan şaşkınlık, korku ve yılgınlık bulutlarını yaran bir direnme manifestosu yazdı. Bu anlamda yaşamını hangi tercihler şekillendirdiyse örgütlü-militan bir devrimcilikte, devrimci baş eğmezlikte ısrar örneği olarak ölümsüzleşti.
Kaynak: Alınteri
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.