Kayıplarımız derin bir sızı olarak kaldı içimizde, yolu Fındıkzade’den geçen bizim yapıdan ya da farklı örgütlerden çok sayıda arkadaşımız da yıllarca yeraltında yaşadı, hapis yattı, ağır işkencelerden geçti. “Fındıkzade” bodrum kattaki bir evin “posta adresi” olmadı hiçbir zaman bizim için, hep başka bir anlam halesiyle kuşatılmış olarak kaldı…
Fındıkzade’deki yarı-bodrum kattaki evi dört kişi tuttuk, Erdal kısa süre sonra ayrıldı. Neredeyse takıntı halinde bağımsızlığımıza düşkündük. Aralıklarla da olsa mutlaka ek işler yapıyor, ailelere bağımlıktan kurtulmaya çalışıyorduk. Hangi işlerde çalışmadık ki… En absürt birkaç tanesini anayım. Mustafa ağabey bir gün, “yırttık çocuklar, parayı kırdık” diyerek çıkageldi: İstanbul Yat Fuarının personel yemekhanesin işletmesini almıştı. Bambaşka bir yerdi; Saffet, Ercan, ben papyon takarak yemek dağıtıyorduk, başında aşçı başlığı, dudağında sigarasıyla “aşçıbaşımız” da Mustafa ağabey. Battık tabii, sonuç fiyasko. PİAR anket şirketi yeni kurulmuştu ve tuvalet kağıdı anketini yapanlar arasındaydık, aylarca sürdü bu netameli anketin mavrası. Aynı şirket yabancı bir sigara firmasının piyasa araştırmasına katılmamızı önerdiğinde hemen kabul ettik, fakat son anda herkesin işi çıktı, iş başa düştü. Bir odaya kapanan çeşitli mesleklerden bir sürü insan, çeşit çeşit sigaraların birini yakıp birini döndürüyorduk, sonra da “hissettiklerimizi” yazıyorduk bir kağıda, aralarda bolca limonata-kurabiye ikramı tabii. Düpedüz kobaylıktı bu, ama akşam çıkışta zarf içinde iyi para verdiler, o akşam kalabalık bir ekibin Köprüaltı masrafını karşılayacak kadar iyi para. Herhalde evin proleteri Saffet’ti, bir yol yapım firmasında iş buldu, bütün yaz mevsimini geceleri asfalt dökerek geçirdi, sabaha karşı bitkin halde gelirdi eve.
Hesabı kitabı yapılan bir şey değildi ama kesemiz ortaktı-zaten hesaplı kitaplı olmaz bu işler. Kimin parası yoksa, ertesi sabah kendisi için masanın üzerine bırakılmış biraz para bulurdu, kim almış, kim bırakmış lafı edilmezdi, büyük ayıptı para mevzularını mesele etmek. Özel olanlar dışında giysiler bile “kamu malıydı”. Kız arkadaşıyla buluşmaya giden, evdeki en kıyak ceketi geçirirdi sırtına. Saffet’in, benim kareli bordo gömleğimle çekilmiş fotoğrafları çıkabiliyor hala sağda solda. Ben Ercan’ın güzelim anorak montunu 16 Mart 1989’da polise kaptırdım, geri gelmedi. Eşyasız eve geldik ve herkes seferber oldu, yavaş yavaş kuruldu ev. Hukuk’tan Metin ve Fahri’nin kaldığı komşu ev bir çekyat buldu örneğin. (Bu arada dönemin öğrenci evlerinin çoğunda TV yoktu, radyo ile idare ederdik, kritik zamanlarda da Metinlerin eve TV haberleri dinlemeye giderdik.) Fahrinin amcasının bize verdiği -Kumkumoğlu ailesinden, tanınmış bir CHP/SHP milletvekiliydi- eski çekyatını almaya kalabalık bir ekip gittik. Vatan caddesindeki Lunaparkın önünden Millet caddesine çıkan yolda dinlenmek için kaldırımda çekyata oturup çene çalmaya başladığımızda -bir poşet dolusu mandalinayı da kemiriyorduk bu arada- bizi seyre dalanlar yüzünden trafiğin kilitlenme noktasına geldiğini, “film mi çekiyorsunuz gençler” sorusuyla anlayabildik. Davranıp, gırgır şamata eve yollandık. Belaydı çekyat, ancak yan yatarak ortadaki tahta çıkıntının tacizine uğramadan uyuyabiliyordunuz. Isınma işini tuğlalara yerleştirdiğimiz rezistanslarla, yani el yapımı elektrikli ısıtıcılarla çözüyorduk. Elektrik mi? Tabii ki saate “gerekli ayarı” çekmiştik. Karlı bir kış günü ellerim cebimde titreyerek, “bir sobamız olsa, üstünde çaydanlık kaynasa” hayalini kurarak kapıyı açtığımda, soba başına toplanmış arkadaşların kahkahaları karşıladı beni. Sıcacıktı ev, sobanın üstünde çaydanlık da cızırdıyordu. Her şey tam hayalimdeki gibiydi. Evi şenlendiren ördek soba Fındıkzade’deki komşu evin (Özlem’in “partililer” diye andığı Tarık’ların) hediyesiydi. “Odunu nerden buldunuz” diye sorduğumda, bakışlar Ethem’e döndü kahkahalarla. Çok yakında bir cami inşaatı vardı, etrafa saçılmış birkaç kalası oradan kamulaştırmıştı Ethem. Namık fırsatı kaçırmadı tabii, sazını alıp, Aşık İhsani’nin meşhur Mektup’unun ilgili bölümünü mırıldanmaya başladı: “Açlık neyse de, soğuğa dayanamadık, bir tabut çalıp yaktık, Allah affetsin”. Soba olmasa da neşemiz ısıtıyordu zaten içimizi. Ethem ertesi gün cami inşaatının bağış kutusuna katkıda bulunmayı unutmuyordu tabii. Hacı dayı, “ne kafirler var evladım, caminin kalaslarını çalıyola, herkes senin gibi olsa keşke” dediğinde, Ethem, “dünya çok bozuldu amca, sıkma canını” diyerek teselli ediyordu ihtiyarı. Mavra işlerinde Hikmet, Ethem ve Edebiyat’tan Şenol müthişlerdi. Özellikle Şenol, bizim dönemin Ringo’su olmaya adaydı. (İstanbul’un 78’li kadrolarından çok dinledik Ringo’nun hikayelerini.)
Ev, geniş bir ilişkililer ağının kesişme noktasıydı. Özellikle Vezneciler kız yurdundan çok sayıda arkadaş, hafta sonları biraz rahat nefes alabilmek için bizde alırdı soluğu. Şirinevler ekibi (Özlemler) ev bulana kadar bizde kaldılar. Tarıkların evde kontenjan dolduğundan bize postalanan Hukuk’tan Dersim’li Hıdır bir süre kaldı. 14 Nisan’da tutuklanan Hüsam’ın kız arkadaşı Filiz de uzunca süre misafirimiz oldu. TDKP davasından yattığı Çanakkale hapishanesinden tahliye olan Parmaksız Yusuf doğruca bize gelmişti, Ercan’ın akrabasıydı. Misafirimiz olduğu günlerde Kazlıçeşme’de deri fabrikasında işe girmiş, örgütlenme çalışmalarına başlamıştı. Süleymaniye’deki çay ocağının garsonu Cafer ağabey morali bozulduğunda bizde kalırdı zaman zaman; tabii evden “uzak kalmamız” gereken zamanlarda, Aksaray’daki UFİ mağazasının arka sokaklarındaki amele odalarının kapısını çalmamız zor olmuyordu bu sayede. Eve gelen en enteresan misafirler, Ercan’ın İzmir’den tanıdığı iki gençti. Kız kaçırma deyiminin modası geçti, kaçmışlardı, birbirlerini kaçırmışlardı diyelim, birkaç gün kalıp nikah kıymanın yolunu arayacaklardı. Bir gece yarısı tuvaletten gelen öğürtülerle fırlayıp kalktık. Delikanlının içi dışına çıkıyordu. “Ne oldu?” dedik, elinde tuttuğu Pınar Bulyon tabletini gösterdi. Özlem’in kitabında anlattığı bulyon anketi işini birlikte yapıyorduk. Gece yattıkları çekyatın arasına sıkışmış bir kaç tablet geçiyor ellerine kumruların, karanlıkta çikolata sanıp yutuyorlar, kız çabuk atlattı, delikanlı sabaha kadar öğürdü durdu.
14 Nisan eyleminde en öndeki beşli kortejde olan evin iki elemanı, Saffet ve Ercan tutuklanan 32 kişi arasındaydı. 13 Nisan akşamı heyecanımızı yenemiyorduk, komşu evden Tarık ve İsmail’de bizdeydi, sabaha kadar sürdü muhabbet. 14 Nisan, deyim uygunsa “kortejinin ilk sırasından sonuna kadar” örgütlenmiş bir eylemdi. Ertesi gün kortejin başında yürüyen beş kişiden dördünün (Saffet, Ercan, Tarık ve İsmail), “hoş bir tesadüfle” o sabah bizim evden çıkmış olması hep gizli bir gurur vesilesi olarak kaldı bizim için, beşinci arkadaş yine hukuktan Çözüm okuru Cemal idi, o akşam bizde olup olmadığını hatırlamıyorum, belki o da bizdeydi. (Kortejin en önünde İÜ. Hukuk Fakültesinin yürümesi İÖDP’de kararlaştırılmıştı, ikinci sırada İÜ. Edebiyat ya da İktisat Fak. vardı.) Sonuçta bizimkiler dahil çok sayıda arkadaşımız tutuklanmıştı. İstanbul dışından gelen ailelerin çoğunu karşılayıp misafir ettik evde. İki ay sonra mahkemeden tahliye kararı çıktığında da hapishaneden bırakılanların çoğu aileleriyle birlikte bize geldiler o akşam. Evin girişinde bir ayakkabı dağı yığılmıştı, bazı arkadaşlarımızın emekli asker babaları da misafirlerimiz arasındaydı.
Mustafa ağabey ve Emel’i misafirden saymaya gerek yok zaten. O zamanlar işçilere kuru iaşe yardımı yapılırdı. Emel, işçi ilişkilerinden topladığı kuru iaşe (fasulye, nohut, pirinç vs.) paketleriyle çalardı kapıyı çok zaman, nefes nefese “alın şunları elimden” diye. Bir yılbaşını beraber kutlamaya karar verdiğimizde, bizim eve sığmayacağımız anlaşıldı. (Özlem’in bunca yılın ardından yanlış hatırlaması normal, bizim ev iki değil, bir oda bir salondan ibaretti.) Doğal olarak ikinci adresimiz, bizim evle aynı özelliklere sahip iki sokak ötemizdeki Tarıkların eviydi. O yılbaşını elli civarı arkadaş Tarıklarda kutladık. (O ev de yarı bodrumdu.)
Bir akşam yarım kilo kıyma alarak köfte yapmaya karar verdik, harcına bolca bayat ekmek ufalar çoğaltırdık köfteyi nasılsa. Tam yoğururken birkaç kişi daha geldi. “Patates rendeleyelim harca” dedi Saffet, “hem çoğalır hem de yeni bir tat denemiş oluruz”. İyi fikirdi, fakat çok sulandı harç, tam o esnada kapı çaldı, üç-dört arkadaş daha geldi. “Ooo, köfte ha?” “Evet köfte ya, sizsiz boğazımızdan geçer mi hiç?” Ercan mutfağın kapısında elinde un paketiyle beliriyor, “un ekleyelim, hem sulanmayı gideririz hem de herkese yeter”. Sonunda büyük halkalar halinde kızarttık “köfteleri”, çok fena yağ içti ama iştahla yedik. Kıymayı çok beğendi misafirler, ısrarla kasabımızı öğrenmek istediler, söylemedik. Soğuyup tabakta kalan son köfteyi eline alan Saffet “tak tak” masaya vurdu. “Taş gibi maşallah, çatışmada bile kullanılabilir.” O günden sonra Fındıkzadelilerin “taş köftesi” dillere destan oldu.
O ev(ler)de, müthiş bir arkadaşlık atmosferinde hayata dair temel tercihlerimiz şekillendi. Uzun ve zorlu yolculuklara o evlerde, duman altı olmuş Süleymaniye’deki kahvehanede, Köprüaltı’nda yapılan hararetli tartışmalarda hazırlandık. Fındıkzade’deki evde MÜ.’den İsmail Oral ile son kez Maoist Filipinler KP’sinin seçim taktiğini tartıştığımızı hatırlıyorum, bir süre sonra Hasanpaşa operasyonunda hemşire Hatice Dilek Aslan’la birlikte katledildi İsmail. O bodrum kata yolu düşen BYYO’dan Hamiyet Yıldız İzmir’de, Edebiyat’tan Adnan Berber Dersim’de katledildiler, MÜ.’den Hüseyin Toraman gözaltında kaybedildi. İÜ. Hukuk’tan Engin Egeli ve Metin Göktepe ise kuvvetle muhtemeldir ki komşu eve, Tarıklara sıkça uğramışlardı. Kayıplarımız derin bir sızı olarak kaldı içimizde, yolu Fındıkzade’den geçen bizim yapıdan ya da farklı örgütlerden çok sayıda arkadaşımız da yıllarca yeraltında yaşadı, hapis yattı, ağır işkencelerden geçti. “Fındıkzade” bodrum kattaki bir evin “posta adresi” olmadı hiçbir zaman bizim için, hep başka bir anlam halesiyle kuşatılmış olarak kaldı…
Bize evi bulan Nefise sıkça misafirimiz oluyordu. Hamileydi, karnı burnundaydı ve çocuğunun babası belli ki yeraltındaydı, pek sormazdık kim nerede, ne yapar diye. Biz, doğum sancıları başlarsa ne yaparız diye çaktırmadan endişelenirken Nefise gelmez oldu, sonra da uzun süre görüşemedik. Yıllar sonra 1997’de Sakarya hapishanesinin avukat görüş odasında karşılaştık. Avukattı. “Çocuğumun babası bu hapishanede” dedi, “kızım da geliyor ara sıra babasının yanına”. Kimdir, hangi koğuştadır demeye kalmadan durum anlaşılıyor. Havalandırmamıza Narçiçeği adında 8-10 yaşlarında narin bir kelebek konardı ara sıra, babasını ziyarete gelirdi; duvarlar yıkılır, kır çiçekleri kuşatırdı gönlümüzü. Meğer Narçiçeği o çocukmuş. Fındıkzade’deki evimizde annesinin doğum sancıları başlarsa ne yaparız diye çareler düşündüğümüz o çocuk kelebek olmuş, havalandırmamıza konmuştu. Bazı şeyleri sözcüklere sığdırmak çok zor…
Ailelerimiz de misafirimiz olurdu ara sıra; DY davasından hapis yatmış heybetli bir adam olan kel İbrahim hoca (Ercan’ın babası), abim ve Saffet’in anne babası. Saffet’in babası Servet amcayı bir ziyaretinin sonunda yolculamak istedik hep beraber. İzmit’e gidecekti. Süleymaniye’de son çaylarımızı içtikten sonra Mercan yokuşundan Eminönü’ne doğru yürüdük. Aşağıda, Mahmutpaşa taraflarında Sümerbank mağazasının önünden geçerken, “çocuklar” dedi Servet amca, “Saffet’e kaban alacağım, gelin beraber beğenelim”. Beğendik Saffet’e bir kaban. “Siz de giyin bakalım, yakışacak mı” diye takıldı Ercan’la bana amca. Biz gırgır şamata giyip çıkarıyoruz kabanları. “Hadi gidelim” dedi Servet amca, “çıkarmayın kabanları”. Şaka sandık önce. Sonra baktık ısrarlı, biz de diretip çıkardık kabanları. Servet amca Saffet’e dönüp, “sen de çıkar oğlum o zaman kabanı, almıyoruz ” dedi sakin bir kararlılıkla. Yapacak bir şey yoktu, duygularımızın tarifi de… İkisi lisede, biri ilkokulda, biri Üniversite’de okuyan dört çocuk babası Şavşat’lı Servet (Koşar) öğretmenin Sümerbank’tan taksitle aldığı üç kabanın hikayesi böyle… Şu yaban ellerde öğrendim Servet amcayı kaybettiğimizi, ışıklar içinde uyusun…
2020’de Sendika org’daki tartışma yazılarından birinde, “Fındıkzade komünü diyebileceğimiz…” diye yarım yamalak bir cümle kurup geçtim. Şimdi bu eksik ifadeyi düzeltiyorum: Burada anlatılanlar (hiç kuşkusuz eksiktir) büyük harflerle FINDIKZADE KOMÜNÜ’nün hikayesidir. Hiçbir zaman ad koymadık ve belki de değeri, adlandırmayı gerektirmeyecek kadar doğaçlamadan gelişmesindendir. Yukarıda tariflenen tabloyu, birazcık düşünce disiplini, az biraz soyutlama/kavramlaştırma kabiliyeti -elbette birazcık da iyi niyet sahibi- olan kimin önüne koysanız, ilk aklına gelecek kavram “komün” olacaktır.
Özlem, dönem arkadaşımız Semra Kardeşoğlu’nun Birgün için yaptığı röportajda sorduğu, “sence niye solcu oldun, olduk?” sorusuna; “Ben solcu olmadım aslında. Benim durduğum, hayata baktığım bir nokta vardı. O nokta solmuş. Yoksa ben sol geleneği olan bir aileden gelmiyorum” yanıtını veriyor. (bkz. Birgün – 15. 8. 2022) Özlem’in sözlerinin altı kalınca çizilmelidir: Çoğumuzun ailelerinde “Servet amcalar” vardı, bugünün bireyci, bencil atomizasyonuyla kokuşup çürümemişti henüz toplum -belki de “kapitalizmin yeterince gelişmemiş olması” iyi bir şeydir, kimbilir?- ve o günlerin toplumsal değerleri/ahlakının yukarıda örneklenen yanlarıyla sosyalizmi ayıran bir “Çin Seddi” yoktu. Servet amcalardan, daha tam bir tabirle o günün -hala gözlerimizi yaşartan- toplumsal değerlerinden öğrendiklerimizle, sosyalist gelenek/kültürden edindiklerimiz nice “Fındıkzade komününe” hayat verdi; 87’lilerin kökünde her şeyden önce bu kaynaklardan beslenen cansuyu vardır.
Özlem’in kitabının ilk bölümü ve benim burada anlattıklarım; 87’lilerin bir kuşak olarak şekillenme süreçlerini, kendilerine özgü özelliklerini anlamak isteyenlere üzerinde düşünebilecekleri anlamlı veriler sağlar. Elbette belli örnekler üzerinden tariflemeye çalışıyoruz dönemi ve bu örnekler birçok örneğin bileşkesi/temsili olarak değerlendirilirse anlamlıdır; yoksa çeşitli arkadaş öbeklerinin, şu veya bu gençlik örgütünün hikayesine daraltılamayacak kadar kapsamlıdır mevzu.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.