Takılmalar, bir uçtan bir uca laf atmalar, “Şirinevler muharebesinin” ayrıntılarının ballandıra ballandıra anlatılması, Ahmet Kaya’nın “Lili Marlen Türküsü”nün “an”a uyarlanan dizeleri; “devrin cefasını çektik / sefasını süreceğiz”, şiirler, marşlar, genç, pervasız kahkahalar…
Kitap, 1984 sonbaharında İÜ. Hukuk fakültesine kayıt yaptıran bir gencin -Özlem’in- hikayesiyle başlıyor. Büyük şehrin hengamesi, şaşkınlık, bazı naif hayallerin duvara toslaması, ilk arkadaşlıklar, yurt günleri… Yaklaşık 1,5 yıl ilk kurulan arkadaşlıklarla geçer. Fakat içinde bir boşluk, bir arayış vardır genç üniversitelinin. Sonunda yeni bir çevre ile tanışır. Bunlar “başka türden” insanlardır. Arkadaşlıkları, ilgi alanları, hayata karşı tavırları heyecanlandırmakta, mıknatıs gibi çekmektedir Özlem’i. Tanıştığı yeni çevrenin düzenlediği bir gezinin ardından, akşam yurttaki yatağına uzandığında şunları düşünür: “…Oysa o gün ilk kez duyduğum türküler ne kadar da güzellerdi. Geziye katılanlar hep birlikte bu türkülere eşlik ederken kendi aralarında benim bilmediğim bir dilde konuşuyorlardı sanki. Kulağa hoş gelen bu ahenkli dili kullananlar, birlikte türkü söylemeyi aşan bir duygudaşlık geliştirmişlerdi. Duyar duymaz hayranı olduğum bu dili öğrenmeli ve o gıpta edilesi duygudaşlığın içinde yerimi almalıydım.” (Süleymaniye Günlükleri- s.27)
İlk günlerimizin atmosferi ve o atmosferin, politik geçmişi olmayan, sağcı aileden gelen bir gencin üzerindeki etkisini çarpıcı biçimde resmeder yukarıdaki cümleler. O günler için bize doğal gelen, fakat geçen zamanın ardından ışıldayarak belirginleşen şey ise şudur: Genel bir sinme, geri çekilme atmosferinde, henüz örgütsüz olan bir avuç gencin hayat karşısındaki duruşları, işte böylesine bir çekim gücü yaratabiliyordu. (Daha çok insanı örgütleme gayreti siyasi yapıların doğal hakkı, hatta görevidir. Bu alandaki çiğlikler, gösteriş, böbürlenme, yaygın tabirle “kafalama” vs. saçmalıklarına duyulan tepki, örgütlenme çalışmasının, giderek örgüt fikrinin meşruiyetini sorgulama ifratına vardırılmamalıdır. Fakat asıl soru şudur: Hangisi daha etkilidir; “kafalama”- gösteriş, rekabet çiğlikleri mi, yukarıdaki türden doğal, içten, hesapsız-kitapsız, doğaçlamadan gelişen tarz mı?)
Günlükler’in ilk bölümünde Şirinevler’deki ev önemli, hatta merkezi bir yer tutuyor, bizim Fındıkzade’deki evin de epeyce bahsi geçiyor. (İkinci bölümde de ev hikayeleri eksik değil.) Bu evler basitçe “barınak”, evlerde toplaşanlar da “kirayı denkleştirmek için” rastgele bir araya gelmiş gençler değillerdi. Her iki ev de (bir çırpıda sayabileceğim diğer 7-8 ev de), belli amaçlar için kurulmuştu. Sorun(umuz) çok net olarak şuydu: Bir an önce ve fakat ne yaptığımızı bilerek, yeterli birikim ve kafa açıklığına ulaşarak örgütsel bir tercih yapmak. Çoğumuzun Yarın’cılarla yakınlaşması hayal kırıklığıyla sonuçlanmıştı. Bu defa işi sıkı tutmalı, esen her rüzgara kapılmayan bir donanım ve ciddiyetle örgüt meselesini çözmeliydik. (Nitekim o evlerde aldığımız kararlar çoğumuzun ömür boyu kaderini belirledi.) Yurtların boğucu atmosferi bu türden bir hazırlık, çalışma vs. için elverişli değildi, ev(ler)e çıkmalıydık, çıktık. Mayasında, harcında böylesi kararlar olan evlerimiz basit barınaklar olmadı. Politik-ideolojik olan, sokakta-dernekte yapılana indirgenemezse eğer, ki indirgenemez, yaşamın tümünü kuşatan bir duruş ve anlam dünyası ise, o evler bizim devrimci-sosyalist eylemimizin kurucu öğeleri arasındadır, bir bakıma “mutfağıdır”. Evlerimizin anlamı, ve o evlerin olağan manzaraları olan beynimizi çatlatan okuma-tartışmalar, arkadaşlık, içtenlik, neşe, dayanışma, aşklar, ayrılıklar ve yeri geldiğinde evi elde sopa savunma “ethos”u ancak bu bağlam içinde yerli yerine oturtulabilir. Değerli Ahmet Tulgar geçenlerde Duvar’da, Cihangir’deki bir başka evin, Yeni Bizans Apartmanı’nın 1985-89 arasındaki -bizim evlerimizle zamandaş- hikayesini iç sızlatıcı duyarlılıkla anlattı; okunmasını hararetle öneririm. (bkz. Radikal Yeşiller: Dar zamanların, zamanlı zamansız ütopistleri. / 27. 8. 2022 / Duvar) Kimbilir hikayesi anlatılmamış ne çok ev var… Şirinevler ve Fındıkzade’deki evlerin müdavimlerinden olan Mustafa (Yalçın Özgüler) ağabey, Mahir’lerin Çapa taraflarında gidip geldiği evlerden birinin, 1978’lere kadar devrimcilerin elinde kaldığını anlatırdı. Hayat sürprizlerle dolu, Berlin’de sahaflık yapan eski bir Kawa’cıdan Tophane-Cihangir taraflarında 70’li yıllarda sıkça uğradığı HY’lilerin bir evinin hikayesini dinledim, ne kadar benziyordu Özlem’in anlattıklarına, Şirinevler-Fındıkzade hattındaki evlere… Sevgi Soysal, “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” romanında, bir kavşaktaki kavağın kesilmesine tanık olan ve birbirlerini tanımayan insanların hikayelerinden hareketle nefis bir Türkiye panoraması çizer; eh, Nazım’ın Haydarpaşa Garı’ndan kalkan trenden hareketle yazdığı “Manzaralar” şaheserine zaten değinmeye gerek yok. Keşke yetenekli bir arkadaşımız çıkıp, “ev”den hareketle devrimci hareketimizin hikayesini yazmayı denese… Sezai Sarıoğlu, Cunta sonrasını “sokak ve ev” metaforları üzerinden ele alan yazılar yazdı, çok da iyi etti. Cunta, devrimcileri bir bakıma eve tıktı ya da tıkmaya çalıştı. Bizim kuşağımız ise evlerini “tıkıldıkları yer” değil; derlenip toparlanıp sokağa çıktıkları “üs”ler olarak değerlendirdi. Özlem’in anlattığı evlerin bu nazarla da okunması gayet isabetli olacaktır.
Süleymaniye Günlükleri’ne baştan sona ince bir mizah ve neşe eşlik ediyor. Birkaç anekdot eklemek isterim anlatılanlara.
Kitapta anlatılan Şirinevler’deki evi Özlemler tuttu. Kısa süre sonra yaz tatili başladığında memleketlerine gitmek istediler. Bunun üzerine biz -kitapta Fındıkzadeliler olarak anılan ekip-, kirayı üstlenerek yazın evde kalmayı önerdik. Herkes için şahane bir çözümdü. Bu arada ev sahibemiz Nimet Hanım’a ilk maruz kalanlar da bizler olduk tabii. Mustafa (Yalçın Özgüler) ağabey sıkça bizde kalıyordu ve ona bir anahtar vermiştik. Bir akşam oldukça geç bir saatte kan ter içinde geldi. Mevzu komik ve biraz da tehlikelice: Mustafa ağabey anahtarın kilide girmediğini fark ediyor ve söylene söylene hırsla zorlamaya başlıyor kilidi. Bir anda çığlıklar kopuyor içerden, “yetişin komşular hırsız vaaaar!” Neye uğradığını şaşıran Mustafa ağabey durumu izaha kalkışmak yerine panikle kaçmaya başlıyor. 120, belki de 140 kiloluk cüssesinden beklenmeyecek çeviklikle tabana kuvvet kaçarken, arkasından çığlıklar yankılanıyor: “Hırsız vaaaar, yetişiiin!” Meğer bizim ev diye, ev sahibemiz Nimet Hanım’ın kapısını zorlamış, ana-kız feryat figan tabii. Mustafa ağabey epeyce dolaşmış ve bizim ışıkların yandığını görünce hemen gelmişti. İçerdeki odada yanlamış sigarasını tüttürüyordu ki, Nimet hanım bahçede göründü, O da ışıkların yanmasını bekliyormuş meğer. Zemin kattaydı ev ve Nimet hanımın -bazen de liseli kızının- açık pencerenin pervazına yaslanıp bizimle uzuun sohbetlere dalması rastlanmadık bir şey değildi. Nasıl ballandıra ballandıra anlatıyor Nimet hanım “hırsızı”, yok dev gibiymiş -yalan da değil hani-, yok bir sıçrayışta köşeden kaybolmuşmuş -burası avcı hikayesi işte! Yatıştırdık ev sahibemizi, biz buradayken kimseler dokunamazdı onlara, döverdik biz o hırsızları vs. Sonunda ev sahibemiz “iyi geceler çocuklar” deyip gitti. İçerde uzandığı yerden hikayeyi baştan sona dinleyen “dev hırsız” gülmekten katılacak hale gelmişti, bir bardak suyu zor yetiştirdik. Sonraki günlerde, biraz da kılık kıyafetine çeki düzen vererek bizimle beraber eve girip çıkmasına dikkat ettik “hırsızın”. Ev sahibemizle selamlaşmaya, tatlı sohbetler etmeye bile başladılar. Nimet hanım kafasındaki heyulayla boğuşmaktan “gerçek hırsızı” tanıyamamıştı. Sevmişti ev sahibemiz hırsızı, biz de rahat bir nefes aldık bu sayede. Mustafa ağabeyin eve gelmesi mecburiydi, çünkü burada kalma sebebimiz olan eğitim çalışmasını onunla yürütüyorduk. Neyse ki tatlıya bağlandı mesele.
Öğrenci evlerinde tepişme eksik olmaz. İşte böylesi bir anda nasıl olduysa avizenin bir parçası kırıldı! Dikdörtgen kahverengi camların içi içe geçtiği türden bir avize bu. Emanet evdeyiz, dahası ev sahibemiz pencereden konuşmakla yetinmeyip bazen misafirimiz de oluyor, ya görürse! Çözmemiz lazım bu işi. Tarih’ten sınıf arkadaşım Lökür Mustafa imdadımıza yetişiyor: Avizeci bir tanıdığı varmış. Ölçünün yazılı olduğu kağıda sardığımız kırık parçayı da sokuşturduk cebine. Bizimkinin ya dalgınlığına geldi ya da fazla lökürdedi, kaybetmiş numuneyi! “Sorun değil be yaa, hallederiz” deyip, göz kararı kestirmiş avizeyi. Getirdiği parçayı çengeline astığımızda diğerlerinin iki misli büyüklükte, rengi de siyaha kaçan parça, ördek sürüsü içindeki siyah kuğu gibi sırıtıyordu. O günden sonra ev sahibini çaya almamak için akla karayı seçtik. Başımıza türlü işler açan, acı tatlı anılarımıza mekan olan bu evi terk ederken ev sahibemize “son hediyemiz” o aykırı avize parçası oldu herhalde.
Hukuk’tan Nefise ile nasıl tanıştığımızı hatırlamıyorum. Yine Hukuk’tan Şafak ile gezelerdi ve daha Fındıkzade ufukta görünmemişken Şirinevler’deki eve de uğrarlardı zaman zaman. Bize misafir olduğu ilk günü hiç unutmuyorum. Üçümüz de çalışıyoruz ve geceleri eğitim çalışmasında bizim şişko hırsız ensemizde boza pişiriyor. Kronik uykusuzluktan muzdaribiz hepimiz. Sabah ilk kim kalkacak, kim kimi kaldıracak, kim geçen sabah hangi arızayı çıkardı, kim kimin yüzünden “işe geç kaldı” muhabbeti günlük çekişme rutinlerinin değişmez menüsü. O akşam ilk kez misafirimiz olan Nefise, henüz sizli-bizliyiz, “ben erken kalkıyorum, isterseniz kaldırırım sizi” deme gafletinde bulunuyor. Bomonti’de bir torna atölyesinde çalışıyorum ve ilk kalkması gereken benim, ben çıkarken Ercan, son olarak Saffet; beşer onar dakika fazla uyumanın önemini tahmin edemezsiniz, onun için bu silsileye titizlikle riayet edilmeli. Sabah rüyayla uyanıklık arası, sanki bir kuyunun dibinden incecik bir ses yankılanıyor kulağımın dibinde, “kalkın, kalkar mısınııız”, sanki serçe parmağım da çekiştiriliyor bu arada. Sonra birden bir karabasan çöküyor üstüme, Saffet bu, tek kelime etmeden hışım gibi kucaklayıp kaldırıyor beni ve tuvaletin kapısına kadar itekleyip, yine tek kelime etmeden yatağına dönüyor. Sadece Nefise’ye söylediği, “böyle kalkmaz bunlar, kalkar mısınızmış…” sözleri çalınıyor kulağıma. Tuvaletten çıktığımda Saffet horlamaya başlamıştı ve ben tek kelime etmeden Ercan’ı kucaklayıp tuvaletin kapısına kadar itekledim. Nefise şaşkınlık içinde olan biteni izliyordu… İyi ki tanışmışız Nefise ile, bize Fındıkzade’deki evi o buldu.
Doğrusu “içki içmeye karşı değildik”, başımızda “ayıptır, günahtır” diyen devrimci büyüklerimiz de yoktu, bildiğimiz gibi, kendi yordamımızca yürüyorduk. Sonraki illegalite yıllarında kendiliğinden uzaklaşıp gitti hayatlarımızdan çilingir sofraları, doğrusu da buydu. Köprüaltında biralamayı saymazsak genellikle “köpeköldürene” talim edilirdi, bazen sürprizler de olurdu tabii. Özlem, Mersin’den boğma rakı getirmişti bir defasında. Bildiğimiz bir içki değil ve Özlem’in yokluğunda şöyle bir tadına bakıyoruz… Ertesi gün geldiğinde perişan halimizi gören Özlem kahkahalar içinde, “nasıl içtiniz bunu” diyor. Böyle işte susuz, yanında bir bardak suyu yudumlayarak, leblebi falan… Özlem, “yahu biz bunu saf haliyle soba tutuşturmada kullanırız” diye mavrayı ateşlerken, bizim halimiz hiç de komik sayılmazdı… Yine böyle bir akşamda Ali, gecenin bir vakti, “benden bu kadar” deyip içerdeki odaya yatmaya gitti. Bir süre sonra dış kapı gümbürdemeye başladı. Kim olabilirdi bu saatte? Baskın mı yemiştik kafalar dumanlıyken! Derin bir sessizlik çöktü salona. Sonunda Özlem (aklımda Özlem diye kalmış, belki de Hikmet) kapıyı açıyor ve açmasıyla kapaması bir oluyor, şaşkınlıkla bize bakıyor. Daha sert yumruklanıyor kapı. Açıyor ve üstü başı, pijamaları darmadağınık Ali görünüyor eşikte. Gözlerimize inanamıyoruz! Ali içerdeki odadaydı ve salondan bize görünmeden dışarı çıkması mümkün değildi, üstelik de pijamalı! Ali, öfkeyle gülme krizi arasında gidip gelerek anlatıyor durumu. Midesi bulanmış, biraz hava almak istemiş, pencereden fazla sarkınca da… Ayık kafayla rahatlıkla girilebilecek pencereden içeri girmeyi de başaramamış, mecburen dış kapıdan gelmiş. Şirinevler’deki o küçük evden kahkahalarımız geceye ağarken, şafağın ucu belirmeye başlıyordu…
(Özlem’e ilk itirazımı not edeyim. Ali fakültede sınıf, yurtta oda arkadaşımdı, 4-5 yılımız birlikte geçti. Zaman zaman gerilimler de yaşadığımız farklı bir gençlik örgütündendi. Özlem’in kitabında Ali’ye ve Songül’e dair çizdiği tabloyu kabul etmiyorum. Öyleydi-değildi, bunların tartışmasına giremeyiz. Ali, dönemimizin en saf, temiz, naif simalarından biriydi; tanıyanların ezici çoğunluğunun da böyle düşündüğünden şüphe etmiyorum. Geleceğe belge olarak kalacak bir kitaba böyle nakşedilmeyi hak etmedi. Aradan geçen otuz küsur yılda sadece bir defa, birkaç saatliğine görüştük, hala öğretmen olduğunu tahmin ediyorum. Yani istese de kendini savunamayabilir, o halde bu şerhi düşmek benim boynumun borcudur.)
Sonunda o gün gelip çattı ve Özlemlerin zorla evden çıkarılma tehlikesine karşı seferber olduk. Hatırladığım, Hikmet’in yalnız olduğu bir anda evin dış kapısı, pencereleri mütahitin adamları tarafından sökülüp götürülmüştü. Gergin bir bekleyiş hüküm sürüyordu evde. Ve ne zaman kopacağı belli olmayan fırtınaya bu kez hazırlıklıydık. 15, belki 20 arkadaş zamana yayarak, sezdirmeden eve girmiş, dikkat çekmemek için de uzanarak bekliyorduk içerde. Haberi yaygınlaştırsaydık çok daha fazla arkadaş gelirdi, şimdilik bu kadarı yeterliydi. Sonunda göründü ev sahipleri, müteahhit tayfası. Kurumlu havalarla, kolay lokma belledikleri “talebeleri” evden atmaya gelmişlerdi. Sopalar, demir çubuklarla “teçhizatlanmış” 15-20 genci bir anda karşılarında görünce dut yemiş bülbüle döndüler. Bir nezaket, bir incelik, hiç sormayın… Berlin’de zaman zaman eski binalara yerleşen gençlerin -bazı evler “komün” diye adlandırıyor kendilerini- sermayenin kutsal çıkarları için yüzlerce polis marifetiyle evlerinden atıldığına tanık oluyorum. Tahliye tarihi belli olan evleri savunmak için günler öncesinden afiş ve bildirilerle dayanışmaya çağırılıyor bu işleri mesele edinenler. Etrafta toplanıp polisi yuhalayanlar arasına katılarak da olsa karınca kararınca destek olmaya çalışıyorum. Bazı evler kale gibi savunuluyor, saatler sürüyor çatışmalar, bazıları kolay düşüyor. Gençlerin direncine tanık olduğumda, “biz de yaptık kendi yordamımızca bunu” diye geçiriyorum içimden, “Şirinevler’de, çikolata fabrikasının yanındaki o küçük evi biz de savunduk hesapsız kitapsız bir yoldaşlıkla, 35 yıl kadar önce…” “Devrimci şiddet” vs. üzerine okkalı laflar etmeye gerek yok, yaşamı savunmaya dair herhangi bir alanda, örneğin Şirinevler’deki evi savunmada yaşananlar kıssadan hisse çıkarmaya namzettir. Mütahitin çeteleşmiş adamlarından mülk sahibinin racon kesen akrabalarına, satın aldıkları karakola kadar mikro ölçekte sömürücü-zorba takımı bir olmuş, bir avuç genci kolay lokma bellemişlerdi. Eh, gençler de muhataplarının anlayacakları dilden “konuştular”, mesele çözüldü. İki tarafın zoru ya da zor tehdidi arasında -haklı olup olamamanın ötesinde- ahlaki bir fark vardır öncelikle. Örneğin Ethem, “hakkını arayan bir vatandaş olarak” bu meseleyi görüşmek üzere gittiği polis karakolundan dayak yiyip geldi. (Söylemeye gerek yok ki Ethem evde kalmıyordu, aynı örgütün taraftarı olmak vs. de söz konusu değildi.) Mütahitin adamlarının karşısına “donanımlı” 20 kişi olarak dikildiğimizde ise, sırf güçlüyüz diye bacaklarını kırıp işin “keyfini çıkarmayı” aklımızdan bile geçirmedik, onlara pabucun pahalı olduğunu göstermekle yetindik, bu da yetti zaten. Yetmeseydi ötesine de hazırdık…
Sonuçta Özlem’in kitapta anlattığı gibi, mütahit evden ayrılacak arkadaşların mağduriyetini giderecek yüklü miktarda para ödedi, Özlemler de bu parayla yeni bir ev tutabildiler. Ama öncesi var. Bu miktarda “deli para” gelince işin tadını çıkarmamak olmazdı. “Islatalım” fikri herhalde öncelikle parayı alan arkadaşlardan geldi. Sarayburnu’nda bir cafe vardı o zamanlar, geniş, ferah bir mekan, tam bizlik! 30-40 kişilik büyük bir masa kuruldu. Takılmalar, bir uçtan bir uca laf atmalar, “Şirinevler muharebesinin” ayrıntılarının ballandıra ballandıra anlatılması, Ahmet Kaya’nın “Lili Marlen Türküsü”nün “an”a uyarlanan dizeleri; “devrin cefasını çektik / sefasını süreceğiz”, şiirler, marşlar, genç, pervasız kahkahalar…
İçimizde bir yerlerde güneşli bahar sabahları gibi çınlayıp duruyor hala o günler…
Devr-i Saray’ın kesif, kara bir duman gibi atmosferi zehirlediği şu zamanlarda sıkça şu cümle işitiliyor: “Gülüşlerimizi çaldılar”. Doğru ne yazık ki… Cunta da aynısını yapmıştı. Ama cuntanın kasvetli ablukası, “günlerin avlusuna inen yeni çocukların” yürek ısıtan arkadaşlıkları, umutları, coşkuları, tutkularıyla yarıldı 80’lerin ortasında. “Neşe kavganın yol arkadaşıdır, kavgadan doğar” desem, çok mu büyük laf etmiş olurum?.
Devam edecek…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.