Özlem’in, kitabın sonunda “bizim asr-ı saadet devrimizdi” dediği dönem -bana göre- 1984’ten 14 Nisan 87 ve ardından gelen bir yıla uzanan dönemdir. Sonraki yıllar, onur duyacağımız mücadelelere rağmen, “asr-ı saadet” döneminin arkadaşlıklarını paramparça eden kesif ve atmosferi zehirleyen grupçuluk yıllarıdır
2020 baharında Sendika.Org’da başlayan tartışmanın ardından, 1980 sonrası devrimci gençlik hareketini ele alan iki kitap bu yıl içinde yayımlandı: Ne Geçmiş Tükendi Ne Yarınlar, ardından da Süleymaniye Günlükleri. (İletişim yay.) Süleymaniye Günlükleri’ni okulda, Süleymaniye’de, ortak evlerde ve yurtta omuz omuza olduğumuz arkadaşım Tesadüf Özlem Demir yazdı. Aynı dönemi birlikte yaşadık, ortaklaştığımız onca şeyin yanı sıra, ayrı düştüklerimiz de az sayılmaz. İnsanın arkadaşının kitabı hakkında yazması kolay değil… Şevkle yerine getirebileceğim şey olumlulukların altını çizmek; tartışmalı bahisleri ise, “bir gün Süleymaniye’de kuytuda bir masaya çekilip konuşuruz nasılsa” diye geçiriyorum içimden. Yazma-yazmama salınımında gidip geldim bir vakit. Fakat bu isteğimi mümkün olabileceği zamanlara erteleyip, mevzuyu burada ele almak kaçınılmaz hale geldi. Çünkü kitaplar yazdık, düşüncelerimizi kamusal alana taşıdık, mevzu, iki eski arkadaşın sohbeti sınırlarını çoktan aştı; tam da girdiğimiz mecranın gereği olarak kamusal alanda ele alınmak durumunda artık.
Bir not düşerek başlayalım; bu yazının muradı kitap tanıtımı değildir, onu -doğal olarak- içerse de, dönem üzerine kitapla sınırlanmaksızın serbest düşünme-tartışma çabasıdır.
Kitap, roman formunda yazılan anılardan oluşuyor. Gerçek olaylar, insanlar, hikayeler… Ve elbette politik bir anı-roman bu; anlatıya sinen yönelim ile yetinmeyip, tavrını sosyalizmden yana koyduğunu açıklıkla ifade ediyor; mahzurlu olmak ne kelime, gayet isabetli. Soyut bir sosyalizmden bahsetmiyoruz tabii; bu mücadeleyi önce herhangi bir gruba dahil olmadan, ardından da belli bir gençlik örgütlenmesinin macerası içinden ele alan bir roman Süleymaniye Günlükleri. Romanların ve hakkı verilen edebiyat eleştiri-irdelemelerinin insan ruhunu incelttiğine ve belli bir düşünce disiplini kazandırdığına inanırım, bu arada bir roman denemem de oldu. (Mekansız, Kalkedon yay. – 2016; ki o da anı-roman kategorisindedir.) Ezcümle, öncelikle bir okur olarak bu türün yabancısı sayılmasam da yüksek perdeden konuşabilecek durumda değilim. Bu şerhlerle ve kaçınamayacağım bir gönül yakınlığıyla vurgulayabilirim ki, güzel bir roman Süleymaniye Günlükleri. Roman sanatı bir yönüyle de “sözcüklerle resim çizmek” ise, dönemin resmini genel olarak başarıyla çiziyor, eksik bıraktıklarını ise tamamlama isteği-hevesi uyandırıyor. Hepsi de arkadaşlarımız olan gerçek karakterleri, roman sanatının gereklerine uygun olarak; yani “şu şöyle bir adamdı, kadındı vs.” türünden yavan, didaktik anlatılara girmeden, olaylar içindeki tavırları, üslupları üzerinden başarıyla resmediyor. (Bir arkadaşımız hariç, ona ilerde değineceğim.) Ve her romanda olduğu gibi bir “merkezi” var. Romanların merkezi “ben buradayım” demez, bağırmaz; tüm anlatının alt metnine, satır aralarına siner ve kitabı bitirdiğinizde ardında bıraktığı “tatta”, anlam dokusunda, metnin “ruhunda” ifadesini bulur. Günlüklerin merkezi arkadaşlıktır. Cunta sonrası karanlığında ideallerine sarılmış bir avuç gencin yüreklerindeki ateşi ülkenin meydanlarına taşımasıdır. Yoldaşlaşma, neşe, yaşama sevinci ve mücadele azmiyle karanlığın ortasında yakılan çoban ateşleridir. Ve bir romandan bekleneceği üzere akıcı -gerçi akıcı olmayan çok iyi romanlar da vardır-, son sayfaya kadar merakı diri tutan bir anlatıdır.
Özlem, sınıflandırma yapmamış ama, bana göre metin iki bölüme ayrılıyor: Seksenlerin ortasında İstanbul Üniversitesi’ne gelen bir gencin sosyalleşme-sosyalistleşme süreci ve ardından gelen örgütlü mücadele yılları. Dönemi yaşadık ve haliyle anlama-anlamlandırma çabası içindeyiz. Anlama-anlamlandırma çok kapsamlı kavramlar; Türkiye devrimciliğini geleceğe güçlü ve yenilenerek taşımak için anlama, çarpıcı olaylarla yüklü olmasına rağmen “kayıp halkaya” dönüşen gerçekleri açığa çıkarma ve kim ne derse desin, olayların ve belli bir tarihsel dönemin içinde insanın kendini anlama çabasını da içerir. Ne yazık ki yaşamak ile anlamak/anlamlandırmak arasında epeyce mesafe var, pek çoğumuzun aşamadığı… Anlamak, olaylar yığınının ya da şu veya bu olayın ayrıntılarının içine gömülüp kalmak değildir; bu daha çok anlamamanın yoludur. Ayrıntılar da önemlidir elbette; belli bir anlam/kavram bütünlüğüyle bağı-bağıntısı kurulabilirse. Vakanüvistliğin ya da mesleki zorunluluk-sınırlılıklarla yüklü gazetecilik-haberciliğin sınırlarını aşıp tarihi anlamaya doğru ilerlemenin koşulu soyutlamadır; ya da bir zamanların meşhur tabiriyle somuttan soyuta yükselebilmektir. Şu veya bu olaylar vardır, şöyle veya böyle yaşanmıştır vs.; peki ne anlama gelmektedir bunlar, tarihsel bağlam içinde nereye oturur, geçmişi ve geleceğiyle, dün-bugün-yarınla bağıntısı nedir?.. “Olay”dan olguya, kavrama, anlama/manaya uzanan soyutlama silsilesi böyle bir şeydir ve bu silsilenin hakkı verilmeden (en azından denenmeden), “düşünmek”, “anlamak”, “anlamlandırmak” denen düzleme sıçranamaz; ki bunun altı kör dövüşü arenasıdır. Bu saiklerle (yani dillendirilmemiş ama, düşünce disiplinine sahip bakışlarca anlaşılmasını umduğum beklentilerle) Sendika.Org’daki tartışmada ve Ne Geçmiş Tükendi Ne Yarınlar’da 1984-91 arasını 14 Nisan 1987 öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırdım. Kendi içinde bir bütünlük-süreklilik oluşturan bu iki dönem oldukça farklı özellikler sergiler. Süleymaniye Günlükleri, farkında olarak-olmayarak çarpıcı biçimde resmediyor bu dönemselleştirmeyi. Özlem’in, kitabın sonunda “bizim asr-ı saadet devrimizdi” dediği dönem -bana göre- 1984’ten 14 Nisan 87 ve ardından gelen bir yıla uzanan dönemdir. Sonraki yıllar, onur duyacağımız mücadelelere rağmen, “asr-ı saadet” döneminin arkadaşlıklarını paramparça eden kesif ve atmosferi zehirleyen grupçuluk yıllarıdır. Grupçuluk formunda zuhur eden “politika bilmezlik” yıllarıdır ki; başarıyla ilerleyen bir sürecin içten içe yıkımını da hazırlamıştır. Asıl çarpıcı ve düşündürücü olan şudur: Her biri belli bir örgüte ideolojik olarak angaje olmakla birlikte, henüz yeterli örgütsel-organik bağlardan yoksun oldukları için büyük oranda otonom olan yapıların heyecanı, inisiyatif, yaratıcılık ve yoldaşlaşması; özlemle beklediğimiz örgütlerimize kavuştuğumuz andan itibaren, yerini kesif bir grupçuluğa bırakmaya başlamıştır… Evet, naif hayallere kapılmaya gerek yok, esaslı mücadeleler için örgüt şart; fakat bunun kefareti eski güzel özelliklerimizin yitirilmesiyle mi ödenmeliydi? Bizimle bağ kuran örgütlerimizin, onlarla ilişkide olmadığımız zamanlarda sahip olduğumuz değerli özellikleri; inisiyatif ve yaratıcılığımızı, kendi başımıza ayakta durma kabiliyetimizi, farklı gruplarla yoldaşlaşarak birlikte yürüme hasletimizi içererek zenginleşmesi mümkün değil miydi ya da bu özellikleri korumak örgütlülüğün şanına halel mi getirir(di)?.. Bu sorular dün olduğu gibi bugün de geçerlidir. Tam da bu nedenledir ki -elbette başkaca nedenlerle de- günceldir Süleymaniye Günlükleri de Ne Geçmiş Tükendi Ne Yarınlar da. Özlemin kitabı her iki dönemi de başarıyla yansıtıyor. Birinci dönemle -dönemi yaşayan biri olarak- tam bir özdeşlik yakalayabiliyorum, sadece pekiştirici, destekleyici ekleyeceklerim olabilir. (Tahmin ediyorum ki yeni kuşakları da asıl etkileyecek olan bölüm burasıdır.) Özlem’in ve diğer arkadaşların örgüte katıldıkları dönem ve sonrası da iyi anlatılıyor; yani kesif bir grupçuluk nasıl bir şeydir başarıyla resmediliyor. Bu bölümü asgari eleştirel bir titizlikle okuyan genç kuşaklar, özellikle kitabın ilk bölümüyle kıyaslayarak, grupçuluğun ne menem bir şey olduğu hakkında fikir sahibi olmakta güçlük çekmeyeceklerdir. Ezcümle ikinci bölüm grupçuluğu başarıyla resmediyor; yalnız bir sorunu var ki, otuz küsur yılın ardından grupçulukla arasına eleştirel/özeleştirel bir mesafe koyarak değil, hala o günkü motivasyonlarla, sevimlileştirip meşrulaştırarak yapıyor bunu. Eh, o halde bu eleştirel mesafeyi koymak da bu yazının işi olsun.
Şimdi iki bölüm halinde Süleymaniye Günlükleri’ni ele alabiliriz.
Devam edecek…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.