Kimse -maalesef!- 69’larda filan değil. Bugün, şimdi, bütün sol-sosyalist camialar, hepimiz, aktüel sürece ilişkin çeşitli taktiklerden filan söz ediyoruz ve bana sorarsanız külliyen hepimiz iktidar/devrim perspektifini oldukça zayıflatmış durumdayız ama bu ‘sosyalist’ olmakla ‘devrimci demokrat’ olmak arasında bir tartışma değil; hatta belki de ‘külliyen devrimci demokratlaşma’ üzerine daha ciddi bir tartışma yürütmeliyiz sanki
Hiç uzatmadan, doğrudan konuya gireyim. Türkiye sosyalist hareketinin üretken kişiliklerinden biri olan sevgili Metin (Çulhaoğlu) abi, geçtiğimiz günlerde İleri Haber’de “Özeleştiri Ögeleri” başlıklı bir yazı yayımladı. Söz konusu yazıyı kim ne kadar okumuştur bilemem. Kendi payıma ben, kişisel olarak da sevdiğim bir insan olan Metin abinin yazdıklarını öteden beri kaçırmamaya çalışırım.
Yukarıdaki başlıktan da anlaşılacağı gibi, son yazısını bütünü açısından değil, sadece bir bölümü, ‘doğrudan muhatabı’ olduğum ‘goşizm’ meselesi açısından ele alacağım. Dolayısıyla, yazıdaki ‘özeleştiri ögeleri’nin diğer bölümleri, eksiği-fazlası en azından bu yazı kapsamına dâhil değil. O konularda haddimi aşmadan şimdilik diyebileceğim tek şey, “Allah tamamına erdirsin” gibi bir şey olur; onu da Metin abinin kendisi bilir.
***
Şöyle diyor Metin abi: “1979 yılına kadar, mensup olduğumuz siyasal hat ve örgüt dışında kalan ve farklı stratejileri benimseyen eylemci kesimlere biz de ‘goşist’ dedik. Oysa bu kesimlerin ne Lenin’in zamanında ‘çocukluk hastalığı’ şeklinde tanımladığı eğilimlerle ne anarşizmle ne de Paris 68’inin kimi radikal unsurlarıyla yakınlığı vardı. ‘Bilim merkezleri’ ve geleneksel KP’ler öyle diyor diye biz de dedik. 1979 yılında bu adlandırmadan vazgeçip söz konusu kesimlere ‘devrimci demokrat’ demeye başladık. Gerçi aralarından ‘Keşke goşist demeye devam etseydiniz, goşizm devrimci demokrasiden daha soldadır’ diyenler çıktı, ama olsun…”
Başlamadan önce, çok yeni ve çok genç okurlar için bir ‘goşizm’ tanımlaması yapmak gerekiyor ama o da kolay değil; çünkü Metin abinin de dediği gibi, geleneksel solun bir dönem boyunca kendi dışındaki herkese otomatik olarak yapıştırdığı bir etiketten söz ediyoruz. Dahası, bazı sözlüklerde verilen “aşırı sol” karşılığı da saçma oluyor; oradan gidersek devletin terminolojisinde herkes ‘aşırı-solcu’, herkes goşist çünkü! Yine de, sol içi tartışmanın kendi çerçevesi içinde kalarak bir şeyler söylemek gerekirse, Metin abinin 1987’deki bir yazısına atıfla “goşizmde, hareket ve şiddet, teorinin kendisidir” cümlesine başvurulabilir. Yani özetle, teoriyi ve örgütü/partiyi dışlayarak salt kör şiddet yoluyla yürüyen bir tür maceracılık filan diyebiliriz. Başıbozuk bişey işte yahu, vur vur inlesin!
***
70’li yıllar boyunca yerelde Mahir Çayan ekolü, uluslararası düzeyde de Che Guevara’da simgesini bulan gerilla fikriyatı, yalnızca ‘goşizm’ kavramıyla değil, daha birçok kavramla da yaftalandı aslında. Troçkizm, anarşizm, bireysel terörizm, maceracılık, vs… Allah ne verdiyse! Bereket ki sonradan bu akımlardan bazıları, (Troçkizm, Anarşizm gibi) Türkiye’de de kendi bayraklarıyla daha görünür olmaya başladılar da yükün bir bölümü hafifledi; diğer bazılarından kurtulmak ise daha zor oldu. Metin abinin de ima ettiği gibi, sorun sadece yerel de değildi. Bu memleket ve dünyamız, şimdilerde Che tişörtü giymeden bakkala gitmeyen abilerin, Che’ye ‘Troçkizm kırması’, ‘maceraperest’, ‘dogmato-revizyonist’ filan gibi ucubik etiketleri bol keseden yapıştırdığı günleri gördü. Şimdilerde Küba diye çırpınanların -ki maşallah dedikleri üç gün yaşar, ondan korkarım!- Küba devrimini “emperyalizmin boşluğuna gelmiş, tesadüfi bir hadise” olarak yorumladığı zamanlar da yaşandı. Kendisini geleneksel sol diye tanımlayan yahut genelde SBKP ‘yandaşı’ olarak bilinen kesimler, zaten hep bir soğuk durdular bu örneğe karşı. Tamam, Che’nin bizzat kendisinin Moskova’da alayişle karşılandığı vakidir ama Kremlin’in o kadar ‘sıcaklık’tan hazzetmediği de bilinmeyen bir şey değildi. Çünkü onların Che’nin ‘üzerinde çalıştığı’ ülkelerde ‘ağır abiler’in yönettiği güdük KP’leri vardı, asıl sadık sevgilileri onlardı! Öyle ki, genelde nezaket sahibi bir insan olarak bilinen Che, ölmeden bir ay önce Bolivya Günlüğü’nde, şunları yazabilmişti: “Budapeşte gazetelerinden biri, kederli bir sima ve görünüşte sorumsuz olarak nitelediği Che Guevara’yı eleştiriyor, eylem karşısında pratik bir tutum benimseyen Şili partisinin Marksçı davranışını ise övüyor. Salt şu alçakların, her posta bürünebilen uşakların maskelerini alaşağı edebilmek ve tükürdüklerini yalatmak için, iktidara gelmek isterdim.”
O kadar delirtmişler adamı yani!
***
Neyse, biz buralara gelelim.
“Bilim merkezleri ve geleneksel KP’ler” diyor Metin abi ve burada da genç okurlar için yine küçük bir paranteze ihtiyaç var. “Bilim merkezleri” denilirken, reel sosyalizm döneminde “Sovyetler Birliği Bilimler Akademisi” başta olmak üzere birçok ülkede kurulmuş bulunan ve başlıca işlevleri SBKP politikalarını rasyonalize etmek, bunun için Marksist klasiklerden alıntı cımbızlamak olan müesseselerden söz ediliyor. On yıllar boyunca Marksizmi canlı hayattan kopararak akademi koridorlarında boğazlamakla şöhret yapan bu kurumların ürünü olan kitapları genç okurlar dilerlerse şimdi hâlâ sahaflarda filan bulabilirler belki ama bulmasalar daha iyi. En azından çalın bari; para vermeye değmez!
İşte bu ‘merkez’lerden söz ediyor Metin abi ve durumu “onlar öyle diyor diye” sözcükleriyle açıklıyor. Aslında böylece 70’lerdeki ideolojik bağımlılık mekanizmasının işleyişini de anlatmış oluyor. (Bu, geriye dönüp bakınca, henüz 16-17 yaşımdayken Mahir Çayan çizgisini benimsemekle ne kadar hayırlı bir iş yaptığım konusunda büyük bir memnuniyet duymama neden oluyor. Zaman zaman “Biz dünya devrimci hareketinin trafik polisi değiliz, burada kendi işimizi yapıyoruz” mealindeki sözleriyle sosyalizmin sorunları konusunda ufkumuzu daralttığı için Mahir’e kızmışlığım vardır ama bu zihniyetin bizi dünya sosyalist hareketinin ‘merkez’lerine kör bağlılıktan koruduğu da kesindir. Nur içinde yatsın!)
Metin abi bu paranteze katılmaz muhtemelen ama herhalde “şunlar şöyle diyor diye” politika oluşturmanın bir sosyalist hareket için en azından sıkıntılı bir durum olduğunu o da kabul eder.
***
Ama daha başka bir şey var. Daha doğrusu iki şey var.
Birincisi, SBKP merkezine ve söylemlerine bağlılık/bağımlılık, TİP ve diğer geleneksel sosyalist hareketler için sadece bir kavramın (goşizm gibi) kullanımıyla sınırlı bir durum değildi. 70’li yıllar boyunca bu ilişki, bir bütün olarak onların Sovyetler ve diğer sosyalist ülkelerdeki çürümeyi gözden kaçırmalarına neden olurken, bu konuda en küçük bir eleştiri yapanlara bin türlü hakaretle yaklaşmaları sonucunu da doğurdu. Dışarıda devrimci enternasyonalizmden ve genel olarak dünya devriminden kopan, içeride ise sosyalizmi çürütürken toplumu da apolitize eden, halkların devrimci ruhunu öldüren SSCB politikalarına yönelik tek bir eleştiri yöneltmeyi ‘günah’ sayan bu anlayış, doğal olarak uyduruk ‘bilim merkezleri’nin tezlerine aykırı her türlü devrimci girişimi, her türlü teorik açılımı lanetlemekle meşguldü ve ‘goşizm’ meselesi orada sadece bir ayrıntıydı. Örneğin, ‘maoizm’in macerası sonradan nereye varmış olursa olsun, Mao bize bir şey söylüyordu; siz oralara da hiç bakmadınız ki Metin abi! Milli Demokratik Devrim falan filan, geçiniz onları, oralar önemli değil; Mao “dünyanın kırları” derken, devrim merkezinin kayması derken, kent ayaklanmaları yerine gerilla/halk savaşı gibi yeni yollar önerirken bize bir şey söylüyordu, dünyadaki devrimci hareketlere bir çıkış yolu göstermeye çalışıyordu. Dahası, şimdilerde zor bulunan bir kitaptır ama örneğin “Sovyet İktisadının Eleştirisi”nde (Birikim Yayınları) sosyalizmin sadece bir ekonomik sistem olmadığını hatırlatarak ideolojik düzeye vurgu yaparken de bir şey söylüyordu. Altını çizerek söylüyorum, bu kitaptaki görüşlerin bir bölümüyle ve ‘maoizmin’ genel serüveniyle hemfikir değilim ama sanayi üretimi şu kadar oldu, şu kadar buğday ürettik laflarından ibaret bir ‘sosyalizm’ anlayışıyla hiç hemfikir değilim! Bugün bile hâlâ geleneksel solun yaşlılar kulübü üyeleri, SSCB’de sağlık parasızdı, eğitim, konut şöyleydi böyleydi diye sosyal medya paylaşımları yapıyor ya, yuh demek geliyor insanın içinden, bir de paralı olsaydı be! Hakikaten yuh! Bu mudur sosyalizm, yüksek ücret midir? Parasız hastane midir? Düşük ev kirası mıdır?
Siz bunları da görmediniz abi. Hiç umursamadınız. Bir defacık demediniz ki, bu sosyalizm bir ekonomi modeli değil, bir uygarlık düzeyidir; toplumun bütün bireylerinin devrimci bir biçimde yönetime katıldığı, toplumun bütün bireylerinin devrimci bir enternasyonalizm ruhuyla donandığı bir şeydir. Koca Vietnam savaşı boyunca Kızıl Meydan’da devletten de bağımsız olarak bir tanecik anti-emperyalist halk gösterisi yapılmamış olması, dünyanın en büyük (ve en küflü) sendikası olan SSCB sendikalar birliğinin Küba için ayağa kalkmamış olmasını sorun etmediniz. “Memlekete enternasyonalizm lazımsa onu da devlet yapar” diyen bir mantığın, enternasyonalizmi bir devlet politikası olarak deforme etmesi rahatsız etmedi sizi; 1 Mayıs’ın füzelerin tankların sergilendiği bir saçmalığa dönüştürülmesine de itirazınız olmadı. Che öldürüldüğünde ABD’de gösteriler yapıldı da SSCB’de tek bir yaprak kımıldamadı yahu, daha ötesi var mı?
İşte bu yüzden, genel olarak sosyalizme böyle baktığınız için sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada tercihleriniz bu doğrultuda oldu. Şili’de KP’sini ve Luis Corvalan yoldaşınızı pek sevdiniz, MIR ve Miguel Enriquez zerre ilginizi çekmedi; İran’da ‘kendini koruma taktiği’yle çöküşe yuvarlanan TUDEH’i severdiniz, Fedayin savaşçılarının çoğunun adını bile duymadınız; Venezüella KP’sini bildiniz de Douglas Bravo’yu yok saydınız; SSCB birazcık işin içine dahil olmasa Angola’yı, Agustinho Neto’yu da tanımazdınız, vb. vb… Çünkü dünyaya böyle baktınız, böyle gördünüz. Che’nin devrimlerin birbirini tetiklemesi fikrine dayanan ‘kıtasal devrim’ tezinin ne kadar yol açıcı olabileceği üzerine de düşünmediniz hiç.
Mahir Mahir değildi ki sadece. Bu uzun bir yazının konusudur. Bir zincirdi o. Maalesef Bolivya’dan sonra erken kırılan bir zincirdi. SBKP’nin “Barış içinde yarış/kapitalist olmayan yoldan barışçıl geçiş” saçmalıklarının karşısında, tek tek devrimlerin tetiklemeleriyle oluşabilecek yeni bir dünya devrimi anlayışı filizleniyordu bütün dünyada. Che’den Bijan Cezani’ye, Mahir’den Manuel Marulanda’ya ve Steve Biko’ya, George Habbaş’a kadar uzanan bir zincirdi. Açın bakın Latin Amerika devrimcilerinin anı kitaplarını, devrimden hemen sonra Küba’nın bazı askeri üslerinin Bekaa Vadisi’ne dönüştürülerek değişik ülkelerden yüzlerce gerillaya nasıl eğitim verildiğini, Che’nin liderliğindeki ‘kıtasal devrimci komite’nin nasıl bir ağ kurduğunu görürsünüz. Kimileri, bir yerlerinden uydurdukları “devrim ihraç edilmez” klişesini geveleyip dururken, bu komite tam da onu yapıyordu. Kongo’daki ağır yenilgiden üç-beş ay sonra ‘vira bismillah’ deyip kendini Bolivya ormanlarına atan o adamı yönlendiren motivasyon neydi ki? Efendim Bolivya işi pek hazırlıksızmış da bilmem neymiş, sanki Granma yatı transatlantikti!
Tamamen başka bir yazının konusu biliyorum, o yüzden uzatmayacağım ama şu kadarını söylemeden de yapamam: O kırılan zincir, belki de dünyanın umuduydu. Belki de, bugün yaşadığımız zillete mecbur ve mahkûm değildik Metin abi. Uç uca eklenen bir devrimler zinciriyle başka bir 21. Yüzyıl mümkündü belki de. O günlerde SSCB’ye kayıtsız şartsız iman ederek daha ötesini görmeyenlerin, şimdi biraz durup, Laleli’de amele pazarında kendini ve ruhunu satmaya çalışan eski sosyalist ülke yurttaşlarının yaşadıklarının bir kader olup olmadığını düşünmesi gerekmiyor mu?
***
Ama sadece bu da değildi Metin abi. Abimden ötürü de iyi biliyorum, siz sadece KP’ler öyle dediği için öyle davranmadınız. Siz, siyasal yaşamınız boyunca, kendinizi sosyalizmin ‘sahibi’ olarak gördüğünüz için, kendi dışınızdakileri zaten umursamadınız da. Abim vesilesiyle onca yıl yanınızda yörenizde, sofranızda bulundum, bir tek sevgili Kadir (Karabulak) hariç, başkaları ne diyor, ne yazıyor diye pek merak eden bir Allah’ın kulunu görmedim. Kadir’in her ay başında Kadıköy Mephisto’dan bütün sol dergileri satın alıp eve taşıdığını bilirim ama geri kalanınızda, “yahu bu insanlar ne yazar, ne çizer” diye bir meraka tanık olmadım.
Bu, tamamen sizin kendinize yakıştırdığınız pozisyonla ilgiliydi. Sizin işçi sınıfınız vardı, sizindi o ve geri kalanlar zaten ondan ‘kopuk’, ucubik heriflerdi! O yüzden de örneğin Mahir’in teorik tezleri konusunda sizin cenahınızdan yazılan her satır komik oldu. ‘Suni Denge’yi dokununca yıkılacak bir HES barajı, ‘silahlı propaganda’yı ‘silah sesine koşup gelecek kitleler’, ‘öncü savaşı’nı da bir avuç gencin avantür halleri olarak gördünüz. O kadarı yetti size. (Bak şimdi Yalçın Küçük’ün suni-denge için verdiği tencere kıçında duran bilye örneğini hatırladım, gülmemi durduramıyorum!)
Üstelik Mahir sonrasında bu konuda yazılanlardan oluşan külliyat da ilginizi çekmedi. İlker Akman’ın meşhur “Türkiye Devriminin Acil Sorunları” broşüründen başlayarak daha sonraki Devrimci Yol, MLSPB, HDÖ metinleri, yakın zamanda Barikat dergisi, vb… ilgi alanınıza hiç girmedi.
Yani demem o ki, sözünü ettiğiniz durumun, uluslararası boyutunun yanında, bir de ‘yerli’ ve ‘milli’ boyutu da vardı! ‘Kibir’ diyemem buna, üzülürsün diye korkarım.
***
‘Devrimci demokrat’ meselesi de, aslında aynı anlayışın bir tezahüründen ibaret. Lütfettiniz, eyvallah ama “1979 yılında bu adlandırmadan (goşizm) vaz geçip söz konusu kesimlere ‘devrimci demokrat’ demeye başladık” sözleriniz özel bir teşekkürü hak etmiyor. Yine sosyalizmi kendinize ayırıp, ‘geri kalanlara’ bir çözüm bulmanızdaki alicenaplık bir yana; aslında bu ‘yeni’ adlandırma ima ettiği tartışma açısından da sıkıntılı.
İma edilen tartışma belli: 1969’ların meşhur Milli Demokratik Devrim-Sosyalist Devrim hikâyesi… Ama kötü haber şu Metin abi: Siz yanlış hatırlıyorsunuz, böyle bir tartışma hiç olmadı! Daha doğrusu bu, o zaman da tamamen zahiri bir tartışmaydı. Asıl tartışma, devrimle reformizm arasındaydı ve hep öyle yürüdü zaten. Yani sevgili Sadun Aren, tartışmaların hiçbir yerinde “Mahir, bak evladım, o öyle olmaz, büyük şehirlerde ayaklanarak silahlı işçi müfrezeleriyle Kışlık Saray’ı ele geçirmeliyiz” filan demedi. Mesele çok basitti aslında. Bir yanda, eninde sonunda seçimleri ve yasal/sistem içi mücadele biçimlerini esas alan bir yaklaşım, diğer yanda da kendisine, bütün dünyadaki yükselişin bir parçası olarak silahlı devrim/gerilla/halk ordusu gibi bir yol belirleyen bir başka akım. Geri kalan her şey teferruattır! Sorun buydu, başından beri buydu, sonunda da buydu. Tezlerin doğruluğundan yanlışlığından tamamen bağımsız olarak söylüyorum bunu: Tartışma buydu, özü buydu.
Zaten, dikkatli her okuyucunun bileceği gibi Mahir de, Kesintisiz’lerin en son bölümünde “Bu MDD bizi tam anlatmıyor” mealinde cümlelerle söze başlayıp “anti-emperyalist, anti-oligarşik devrim’ belirlemesi yaparak işin içinden çıkmıştır! Mahir’de, bugün bile benim için hâlâ göz kamaştırıcı olan şey, kendi siyasal sürecini ve dilini sürekli geliştirmesidir. İlk yazılarıyla son cümleleri okuyan herkes, bu değişimleri satır satır görür. Onda değişmeyen tek şey, devrimci savaş azmidir, o kadar!
Dolayısıyla, sosyalist devrimden, işçi sınıfından çok söz edenlerin sosyalist, ülkenin içinde bulunduğu durumu farklı şekilde çözümleyip başka bir formülasyon önerenlerin ‘eh işte devrimci demokrat’ sayıldığı bir düşünme biçimi, zaten kurgusu itibarıyla ve ima ettiği tartışma açısından da sıkıntılıdır. Kaldı ki, bugün açısından bakıldığında söz konusu tartışma bile geçerliliğini yitirmiş durumdadır. Kimse -maalesef!- 69’larda filan değil. Bugün, şimdi, bütün sol-sosyalist camialar, hepimiz, aktüel sürece ilişkin çeşitli taktiklerden filan söz ediyoruz ve bana sorarsanız külliyen hepimiz iktidar/devrim perspektifini oldukça zayıflatmış durumdayız ama bu ‘sosyalist’ olmakla ‘devrimci demokrat’ olmak arasında bir tartışma değil; hatta belki de ‘külliyen devrimci demokratlaşma’ üzerine daha ciddi bir tartışma yürütmeliyiz sanki.
Bak işte bu iyi bir tartışma olur. Geçmişe dönük değil ama. Yüzümüzü geleceğe dönerek…
***
Hülasa, yazıyı nasıl bağlayacağımı bilemiyorum şimdi bak, bir deneyeyim yine de ama.
Abi, hakikaten şu ‘goşizm’ meselesini dert etmene gerek yok, vallahi, üç beş harfin aramızda lafı olmaz. Bizim için çok mühim bir şey değil, o zaman da değildi. Biz incinmedik yani hiç. İncinecek zamanımız da yoktu. Hatta bi sürü arkadaşımın bu ‘mühim değişiklik’ten haberi bile olmadı. No problem yani. Sadece ben, “Ulan demek bir arızamız var ki üstümüzdeki etiketi değiştirdiler” diye öyle bir hayıflandım, o kadar.
Dert değil yani, öyle kenardan köşeden ‘özeleştiri’ler de önemli değil. Yazdığına değmez. Haa, komple bir bahar temizliğine ihtiyaç var dersen, ona da halkımız henüz hazır değil sanki. Yine de sen bilirsin ama.
Son olarak, sevgili Metin abi, biliyorum, Marksizmi çok seviyorsun ve onu kimselere vermek istemiyorsun ama ne desek boş! Gönül ferman dinlemiyor!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.