Türkiye’de siyasal İslam zulmünden darbe yemiş herkesin tutunduğu bir af yanılsaması muhakkak vardır. Dindar olanı Ömer adaletinin çarpık sonuçlarına tutunuyor, seküler kesim de ‘derin’ siyasi çıkarımlarla iktidarın sıkıştığında her türlü tavizi verip ilmeği gevşeteceğini sanıyor
Genelleme yapmayı hiç sevmem. O sebepten yazıyı da bu önbilgiyle okumanızı isterim.
Psikolojik bir kavram olarak karşılaştığım ‘af yanılsaması’ biz Türkiyelileri, kesim kesim, kabile kabile, inanç inanç her dönem içine düştüğümüz durumu çok güzel anlatıyor.
Bir idam mahkûmunun idam sehpasına gidip boynuna ilmeği alana kadar hep ‘mutlaka bu iş iptal edilecek, bir af olacak’ yanılsaması içine girdiği söylenir. Kendisine refakat eden cellat, avukat, din temsilcisi, sivil veya üniformalı memurların birazdan altındaki sehpaya tekme atıp boynunun kırılmasını izleyecek kadar insanlıktan çıkmadıklarına inanır. Bunun bir gözdağı, korkutma, yıldırma, vazgeçirme kurgusu olduğunu düşünür. Sehpaya vurulan tekmenin sesini duyana dek bu böyledir.
Bunun bir benzerini Auschwitz toplama kampından sağ çıkan dünyaca ünlü psikiyatr Viktor Frankl anlatıyor. Bu arada ‘af yanılsaması’nı kavramsallaştıran akademisyen de kendisidir. Toplama kamplarındaki tecrübesini aktarırken her gün bunun sadece bir terbiye etme yöntemi olduğunu, dünyanın tartışmasız ve yorumsuz cehenneminde en ağır duruma gelseler de herkesin serbest bırakılacağını düşünürmüş toplama kampının sakinleri. Bin kişinin açlık ve işkenceden derisi erirken sadece bir kişinin nispeten sağlıklı olduğunu görmek ‘işte bak demek ki hayatta kalıp özgürleşeceğimiz kesin’ algısı oluşurmuş. Frank bu durumu şu şekilde aktarıyor:
“… Biz de umut kırıntılarına tutunmuş ve son dakikaya dek o kadar da kötü şeyler olmayacağına inanmıştık. Bu tutsakların al yanaklarının ve tombul yüzerinin görüntüsü bize büyük bir cesaret vermişti.”[1]
Toplama kampından bir mucize olarak sağ çıktıktan sonra yaptığı bilimsel çalışmalar ve sayısız danışanının deneyimleriyle ortaya koydukları ‘af yanılsaması’nın gerçekliğini ve insanın düşebileceği zayıflığı ortaya kanıtlarıyla seriyor.
Bir toplama kampında bir Yahudi’nin çektiği eziyeti çekmiyoruz şüphesiz. Onun tahayyül edilmesi bile bizim için zor gerçekten. O yüzden yapacağım analoji tamamen kendi sınırları içerisinde değerlendirilmelidir.
Malum Türkiye’nin siyasi iktidarının bir din temsilcisiyle yaptığı ortaklık kanlı şekilde son buldu. 6 yıl önce iktidar gücünü pekiştiren bir piyango gecesinden kendi tabanının çimentosunu kuvvetlendirerek çıktı. Henüz cenazelerin tamamı gömülmemişken OHAL ilan edildi, daha kışlalarda çatışma sürerken KHK’ler çıktı bile.
Listeler nasıl jet hızıyla hazırlandıysa artık, her gece bir ilçe nüfusu kadar insan kamudan ihraç edildi.
Muhbir vatandaş ile zorba hükümdar arasındaki anlaşma çoktan yapılmış da haberimiz yokmuş sanırım.
Bu tabiî aylar sürdü, uzatıldı yıllara devrildi. İnsanlar atıldıkça atıldı, hayatını kaybedenler oldu, kendi canına kıyanlar oldu ama devlet bekâsı yerinde durdu sonuçta. Mesele hangi vatandaşın nasıl hayatta kaldığı değil biliyorsunuz, kasada kullanabileceğimiz bekâmız kalmış mı kalmamış mı odur önemli olan.
OHAL daha bitmeden şu laflar dönmeye başlamıştı bile: “Seçime giderken KHK affını getirmek zorunda” “Zaten sandıktan çıkamayacak, beraat, takipsizlik alanları iade edecekler”, “Onun için önemli olan iktidarda kalmak, her halükârda bir af gerçekleşecek” vb…
Bu iddialar, inanışlar, avunuşlar sürdükçe sürdü ve sürüyor da.
En başta anlatmaya çalıştığım ‘af yanılsaması’ tam olarak buna tekabül ediyor Türkiye’de.
Türkiye’de siyasal İslam zulmünden darbe yemiş herkesin tutunduğu bir af yanılsaması muhakkak vardır. Dindar olanı Ömer adaletinin çarpık sonuçlarına tutunuyor, seküler kesim de ‘derin’ siyasi çıkarımlarla iktidarın sıkıştığında her türlü tavizi verip ilmeği gevşeteceğini sanıyor.
Sanrıların biri gidiyor biri geliyor anlayacağınız.
Mevcut iktidarın gücü eline koşulsuz olarak aldığı ilk günden bu yana hiçbir şekilde zulümden taviz vermediğine ben şahidim. Kim ne görüyor bu ortamda bilmiyorum. Siyasal İslam’ın yeri geldiğinde her türlü fırıldağa prim vereceği tartışmalarına katılıyorum ancak zulümden geri adım atacağını hiçbir zaman düşünmedim, düşünmüyorum. Sadece biçim değiştirebilir kurdukları düzen, ancak o kadar. Ayrıca Türkiye’de bu dönemin zulmünü yaşamış hiç kimse siyasi çıkar beklentisi olsa bile bir af beklentisinin içine girmemeli. Zulmü dağları aşsın, isterse bir toplama kampı kursun, isterse nefesimizi bile birimle versin! Çocuklarımızın geleceğini kuramamış olsak da, güzel bir hayat umudu verememiş olsak da, yoksulluk içinde veya hemen her gün yoksulluk tehdidiyle yaşasak da bir af yanılsamasına düşmemeliyiz. Her af beklentisi iktidarı cilalamak, gücüne vehmedilen kudreti daha da büyütmek demektir.
Bu iktidardan değil af, herhangi bir şey beklemek (çaresiz insan belki zaman zaman boyun eğmiştir, hiç kimseyi yargılayacak haddimiz yoktur) yapılacak son şey olmalı. Hiçbir takatimiz kalmasa da, elimizi kaldıracak kadar bile, toplama kampından bir şekilde çıkılacak, bu ölüm de olsa. Ama iktidar en zelil ve rezil şekilde bitecek ve hep öyle hatırlanacak. İster geç olsun ister erken…
Dipnot:
[1] Frankl, E. Viktor. İnsanın Anlam Arayışı. Çev. Özge Yılmaz. Okuyanus Yayınları. 2021. İstanbul.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.