Tamamlanmış süreçlerin bütün çıplaklığıyla ortada olan sonuçlarının ardından onlarca yıl sonra konuşup yazmanın rahatlığı içinde ahkam kesmekle o zamanlar yapılan yanlışları tekrarlamaktan nasıl kaçınabiliriz yaklaşımıyla ele almak arasındaki özsel fark devrimin ve devrimciliğin nasıl kavrandığından kaynaklanır
Proletarya diktatörlüğünün, aynı anlama gelmek üzere Komün tipi devletin 1917 sonrası Sovyetler Birliği örneğinde karşımıza çıkan gelişim seyrini ve ortaya çıkan sonucu tartışırken iki noktanın altını baştan çizmekte yarar var:
Birincisi, yıllarca süren bir paylaşım savaşının yarattığı yıkım ve biriktirdiği öfke zemininde Çarlık Rusya’sı gibi geri bir tarım (köylü) ülkesinde başarıya ulaşan proleter devrimin, başlangıçta sınıfın ve emekçi kitlelerin inisiyatifine dayanan Sovyet modelini yaşama geçirmekteki bütün istek ve samimiyetine karşın İç Savaş yıllarından başlayarak (1919) buna neredeyse taban tabana zıt bir gelişim seyri izlemesine neden olan tarihsel koşulların olağanüstü elverişsizliği gözden kaçırılmamalıdır. (Yalnız, materyalist tarih anlayışının gereği olarak bu etkenin dikkate alınması, sonrasında yaşanan deformasyonu meşrulaştırmak için kullanılan bir kılıfa da dönüşmemelidir.)
İkinci olarak, “neden böyle oldu” sorusuna hangi yanıt verilecek olursa olsun 20. yüzyıl pratiklerinde karşımıza çıkan örnekler, geleceğin proleter devrimleri açısından kesinlikle bir model olarak görülüp genelleştirilemez. Marksizm’in devrimci özüne bağlılığı esas alacak ve komünizm tarihsel hedefini gözardı etmeyeceksek şayet, yöneten-yönetilen ayrımının ve bu temelde kurulan her türlü temsil ilişkisinin, bu bağlamda devlete olan ihtiyacın bir an önce ortadan kalkması tarihsel amacının gereği olarak kağıt üzerinde kalmayan yetkin bir proleter demokrasi inşa ederken bu tarihsel mirasımız, olumsuz yönlerinden çıkaracağımız dersler yönüyle kulağımıza küpe olabilir ancak. Rosa Luxemburg’un sözleriyle, “zorunluluklar ile güçlüklerin dayatmasıyla Rusya’da oluşan, ama son tahlilde, enternasyonal sosyalizmin bu dünya savaşında iflasının yan ürünü olan bütün çarpıklıkları yeni buluşlar olarak” (Rus Devrimi/Demokrasi ve Diktatörlük, sf. 114) sahiplenip yüceltecek olursak, sonrasında adım adım nerelere evrilip nasıl sonuçlandığını yaşayarak gördüğümüz o filmin çok daha berbat versiyonlarını tekrarlamanın ötesine geçemeyiz.
Bu şerhleri baştan düşerek “ne oldu-nasıl oldu” sorusuna yanıt arayışına yönelebiliriz şimdi:
1917 Ekim Devrimi, Sovyetler gibi komün tipi devlet örgütlenmesi açısından olağanüstü bir araca sahip olarak, daha doğrusu ona yaslanarak doğdu.
İşçi, köylü ve asker Sovyetleri de masa başında icat edilmiş bir biçim olmayıp 1905 devriminin mayalanma sürecinde bizzat kitleler tarafından yaratılan devrimci savaş (ve iktidar) organlarıydılar. 1903’teki II. Kongre’de parti üyeliği konusunda Menşeviklerle yaşanan ayrılıktan sonra ‘partisiz devrimciliğin’ her belirtisine öfkeyle tepki gösteren Lenin, kitlelerin devrimci yaratıcılığının ürünü olan bu örgütlenmeleri başta bu yüzden kuşkuyla karşılar. Fakat o olağanüstü devrimci sezgileri sayesinde bu biçimin (Sovyetlerin) içerdiği anlam ve önemi çok çabuk görür ve ona hararetle sarılır.
Şubat Devrimi sonrası ortaya çıkan ikili iktidar gerçekliğini çözümlerken işbaşındaki Geçici Hükümeti burjuvazi ve toprak ağalarının iktidarı olarak tanımlarken Sovyetleri işçi sınıfı ve köylülüğün iktidarı olarak öne çıkarır. Ekim sosyalist devrimine giden yola ışık tutan Nisan Tezleri’nde “Bütün iktidar Sovyetlere” temel sloganını formüle ederek fazla uzun sürmeyeceğine dikkat çektiği bu ikili iktidar halinin -sosyalist devrime geçiş adımı olarak- Sovyet iktidarına dönüştürülmesi zorunluluğunu vurgular.
Bu arada Temmuz günlerinde aranır duruma düşünce saklandığı Finlandiya’da Devlet ve Devrim’i kaleme alır. Olayların hızlanması üzerine istediği gibi tamamlama olanağını bulamadığı olağanüstü yetkinlik ve yoğunluktaki bu eser, proletarya diktatörlüğünün işlevi ve esasları konusunda Marx ve Engels’in yazdıklarını tamamlamanın da ötesine geçen bir tarihsel perspektif sunar.
Ekim’i izleyen ilk yıllar boyunca Lenin, Devlet ve Devrim’de de döne döne vurguladığı proleter demokrasinin yaşama geçmesi için samimi bir çaba harcar. Kitlelerin sesine kulak vermekle de yetinmeyip onları yönetim işlerine çekmek için mümkün olan her yolu dener, bürokratizm ve kırtasiyecilikle savaşır, yönetim ve denetim işlerini basitleştirerek eğitim görmemiş sıradan işçilerin bile kolaylıkla üstesinden gelebileceği hale sokmak için uğraşır.
Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesinin üzerinden henüz 2-3 gün geçmişken beş kişiden fazla işçi çalıştıran bütün işletmelerde ama özellikle savunma hizmetleriyle geniş halk yığınlarının zorunlu ihtiyaç maddelerini üreten işyerlerinde ve demiryollarında tüm ürünlerin ve hammaddelerin depolama, alım ve satımını denetlemek üzere İşçi Denetimi’nin kurulması üzerine bir tüzük taslağı kaleme alır. Dönemin devrimci hükümeti tarafından 27 Kasım 1917’de Kararname haline getirilen bu metin, hazırlanmasındaki acele kadar (Lenin’in konuya verdiği önemi gösterir) devletin ve ekonominin yönetilmesi konularında Lenin’in kafasında nasıl bir işleyiş modeli olduğunu gösteren son paragrafıyla çok anlamlı ve yol göstericidir:
“İşçi denetimine ilişkin daha ayrıntılı kaideler, yerel işçi vekilleri Sovyetleri, fabrika komiteleri kongreleri ve bunların yanı sıra büro memurları komiteleri tarafından ve bunların temsilcilerinin genel toplantılarında saptanacaktır.” (Halkın Devlet Yönetimine Katılımı Üzerine, sf. 53-54).
Parti yönetimi ve Devrim Hükümeti dahil tepeden inme buyruklara dayalı bir yönetim anlayışı ve tarzı yerine -Komün tipi devlet anlayışının özüne uygun bir yaklaşımla- her işi baştan sınıfın ve kitlelerin örgütlü iradesine bırakan bir yönetim felsefesi çıkar burada karşımıza.
Bu konudaki bütün içtenliğine, üstelik Devlet ve Devrim kitabında somutlanan müthiş bir bilinç açıklığına sahip olmasına rağmen hayatın gerçekleriyle karşılaştıkça aynı Lenin’in, yaşama geçirmek istediği devlet işleyişinin tam tersi yönde kararlar alıp uyguladığı da bir vakıadır. Aynı çelişkiyi ilerleyen yıllarda Stalin de yaşar. Bırakalım Komün tipi devlet anlayışını, parti ve devlet yönetimini elinde toplayan dar bir yönetici çekirdeğin her şeyi belirler hale geldiği 1936 ve 1944 koşullarında partiyi ve rejimi demokratikleştirmek için ısrarlı girişimlerde bulunduğu halde sonuç alamaz. Dahası Y. Jukov gibi amansız Stalin düşmanı bir tarihçinin (A. Getty ve başkalarının da) dile getirdiği gibi özellikle 1936-‘38 kesitinde zincirlerinden boşanan akıl almaz terör furyası sırasında canını zor kurtarır. (Bkz. Bilince Dönüşen Zorunluluk).
Ekim’i izleyen ilk yıllarda Lenin’in devletin ve ekonominin yönetimini partinin ve merkezin elinde toplamak yerine sınıfın ve yerel yönetimlerin eline verme konusundaki ısrarının en anlamlı göstergelerinden birini de Sovnarhozlar projesi oluşturur. Yönetim yetkilerini yerel Sovyetlere devretme yöneliminin ilk adımlarından biri olan bu proje, 1917 yılının aralık ayında (yani yine “Ekim’den hemen sonra” denebilecek bir süre içinde) gündeme gelir. Sovnarhoz, MK tarafından belirlenen 14 bölgeye ayrı ayrı atanan Bölgesel Ekonomik Sovyetlere verilen addır. Bunlar kuruldukları cumhuriyetlerde, bölgelerde ve eyaletlerde Moskova’yla koordineli şekilde çalışacak özerk yerel ekonomi yönetim organlarıdır. Tony Cliff, Lenin’in hayatı ve eylemleri ekseninde Sovyet devriminin gelişim seyrini değerlendirdiği biyografik tarih çalışmasında, Sovnarhozların işlevi ve yetkilerinin sınırlarını konuya ilişkin İçişleri Halk Komiserliği kararnamesinden şöyle aktarır:
“Bu örgütlerden her biri, en küçük olanına varıncaya kadar yerel karakter taşıyan sorunların çözümünde özerktir; ancak faaliyetleri merkezi iktidarın genel kararnameleri ve yönergeleriyle uyum içinde olmalıdır.” [Lenin, 3. cilt, sf: 181]
Ancak 1918 Mart’ında patlak veren İç Savaş, arkasından yaşanan açlık ve tifüs salgını gibi belaların peş peşe gelişi -bu arada adeta 72 milletin yaşadığı Rusya gibi uçsuz bucaksız bir köylü ülkesi gerçekliği, bu toplumun tarihsel-kültürel özellikleri, cehaletin boyutları, yetişmiş insan gücü açığı, proletaryanın savaşlarda ve açlık yüzünden uğradığı kitlesel kan kaybı gibi etkenler de gözden kaçırılmamalıdır- Lenin dahil dönemin önde gelen parti kadrolarının ezici bir çoğunluğunda (Kollontay, anarşist Emma Goldman gibi bazı istisnalar hariç) katı merkeziyetçi eğilimlerin güç kazanmasına neden olur. Sadece ekonominin yönetiminde değil devlet işleri ve partinin iç işleyişinde de demokratik kural ve mekanizmaların çoğu ya işlemez hale gelir ya da göstermelik bir hal alır.
Öyle ki, Kotkin ve Yemelyanov gibi tarihçiler, Troçki’nin o zamanlar partinin özellikle deneyimsiz genç kadroları arasında popülarite kazanmasını, entelektüel yetenekleri ve konuşma belagati yanında İç Savaş sürecinde Kızıl Ordu’ya komuta ederken sergilediği otoriterliğe bağlarlar. NEP gibi geri adımlar atma zorunluluğunun ortaya çıktığı koşullarda “Savaş Komünizmi” uygulamalarını hayatın her alanında yaşama geçirecek bir Bonapart arayışının ifadesi olan bu sempati, bir anlamda “zamanın ruhunu” yansıtır.
Dolayısıyla, proleter devletin işleyişi konusunda SB deneyiminde karşımıza çıkan deformasyonu Lenin’in ölümünden sonra başlatmak ya da birilerinin despotik eğilimlerine ve iktidar hırsına bağlamak fazlasıyla basit açıklamalardır. Peş peşe gelen olumsuz sonuçların basıncıyla Lenin henüz sağken yuvarlanmaya başlayan kartopu sonrasında gitgide çığlaşıp tarihsel başarılarımızın bile üzerini örtecek boyutlar kazanmıştır, o da sürecin başlı başına ele alınmayı gerektiren ayrı bir yönüdür.
Bu noktada yine büyük bir devrimciye, Rosa’ya kulak verelim:
“Rusya’da olan her şey anlaşılabilirdir; başlama ve bitiş noktaları Alman proletaryasının başarısızlığı ile Rusya’nın Alman emperyalizmi tarafından işgal edilmesine bağlı olan, kaçınılmaz bir neden ve sonuç zinciridir. Bu koşullar altında, Lenin ve yoldaşlarından bir de en güzel demokrasiyi, proletarya diktatörlüğünün en iyi örneğini, en güzel büyüyen sosyalist ekonomiyi yaratmalarını beklemek, insanüstü çabaları beklemek anlamına gelirdi. Kararlı devrimci tavırları, eylemdeki benzersiz güçleri, uluslararası sosyalizme sarsılmaz bağlılıkları ile bu son derece zor koşullar altında yapabileceklerinin en iyisini yaptılar. Tehlikeli olan, zorunluluğu bir erdem saymaları, bu ölümcül koşulların dayattığı taktikleri tam bir kuramsal düzende dondurmaları ve bunu uluslararası proletaryaya sosyalist taktiklerin bir örneği olarak önermeleridir.” (Rus Devrimi/Demokrasi ve Diktatörlük, sf. 113, abç)
Her devrimin farklı biçim ve yoğunluklarda karşılaşacağı “koşulların dayattığı” olumsuz/istenmedik tutum ve uygulamaları normalleştirmek, dahası ‘olması gereken’ olarak teorileştirmek, Rosa’nın da işaret ettiği gibi daha Lenin sağken başlamış, sonrasında da zaten boyutlanıp derinleşerek sürmüştür.
O nedenle, sırf bütün suçu Stalin yoldaşın sırtına yıkmak için Lenin’den uyarına gelen alıntıları öne çıkarıp onlarla taban tabana zıt olanları, en önemlisi de pratiği görmezden gelmek, bunun yanı sıra, Troçki başta olmak üzere (46’lar Bildirisi’ni imzalayan ya da Sol Muhalefet’e mensup olanlardan bazıları dahil) dönemin önde gelen kadrolarının büyük çoğunluğunun Stalin döneminde eleştiri konusu yaptıkları merkeziyetçi-bürokratik yaklaşım ve tutumların bir zamanlar nasıl hararetli savunucuları olduğu gerçeğine gözlerini kapayarak konuşmak tarihsel gerçeklere olduğu kadar dürüstlüğe de sığmaz.
İç Savaş ve arkasından yaşanan açlık felaketi ve tifüs salgını gibi olumsuzluklar nasıl ki ekonomide NEP gibi sosyalizme taban tabana zıt kapitalist politikalara başvurma zorunluluğunu dayatmışsa (bu geçici geri adım üzerine büyük bir şaşkınlık ve hayal kırıklığı yaşayan binlerce deneyimli parti kadrosu “Biz yıllarca bunun için mi mücadele edip o kadar acı çektik” diyerek parti üyelik kartlarını yırtar, hatta bazıları işi intihara vardırırlar) devletin yönetimi ve parti içi ilişkiler alanında da Lenin dahil partinin hemen hemen bütün kadrolarında sıkı merkeziyetçi eğilimlerin gelişip güçlenmesine yol açmıştır.
Öyle ki, 1917’yi izleyen ilk yıllarda alabildiğine geniş bir proleter demokrasiyi yaşama geçirmek için adeta çırpınan Lenin, 1921 Mart’ında yapılan 10. Kongre’ye gelindiğinde parti içinde bile katı bir merkeziyetçiliğin savunucusu kesilir, parti içinde görüş farklılıkları temelinde gruplaşmayı yasaklamakla kalmayıp (hizip yasağı) parti üyelerini partiden atma yetkisine sahip bir organ olarak üç kişiden oluşan bir parti sekreterliğinin kurulmasına önayak olur. Ölümünden yaklaşık bir yıl önce (1923 Nisan’ında yapılan 13. Kongre öncesinde) daha özel yetkilere sahip bir Genel Sekreterlik makamı kurulmasını ve bu göreve de Stalin’in getirilmesini öneren yine Lenin’dir.
Acı bir ironi olarak tam da Paris Komünü’nün yıldönümü kutlamalarının yapıldığı 17 Mart 1921 günü şehre giren Kızıl Ordu birlikleri tarafından çok kan dökülerek bastırılan Kronstadt denizcilerinin isyanı ile 1920 Ağustos’undaki Tambov köylü isyanının uçaklardan zehirli gaz atılması dahil çok sert yöntemlerle bastırılmaları gibi örnekler de yine Lenin henüz sağ ve sağlıklıyken yaşanmış örneklerdir.
Üstelik bu isyanların her ikisi de temelde haklı nedenlerden kaynaklanır. Ekim Devrimi’nin vurucu gücünü oluşturan Kronstadt denizcilerinin karşılanmasını istedikleri 15 talebin neredeyse hepsi proleter demokrasinin tam olarak işletilmesi arzusunu yansıtır. Fakat öbür yandan işin içinde, açlık başta olmak üzere koşullardan kaynaklanan zorlukları sömürerek Sovyet iktidarını yıkmanın peşinde koşan Sosyalist Devrimciler (SR’ler), Karayüzler hatta Fransız istihbaratının parmağı da vardır.
Aslında Komün’ün de karşı karşıya kaldığı bıçak sırtı bir durum söz konusudur. Komün Versay gericiliğine karşı yeterince kararlı davranmamış olmasının faturasını kendi kanının oluk oluk akıtılmasıyla ödemiştir. Lenin’in önderliğindeki Sovyet Devrimi ise zaten ip üstünde yürüme zorunluluğuyla karşı karşıya kaldığı o koşullarda kendini savunmak için kendisine isyan edenlerin kanını dökme yolunu seçmiştir. Bu da bir anlamda Komün’ün hatalarından ders çıkarma olarak görülmelidir.
Sonuç olarak, devrimlerin ilerleme süreçlerinde niyetlerle gerçekler, teorinin griliğiyle hayat ağacının yeşilliği arasındaki çelişki burada bir kez daha karşımıza çıkar. Bunun yanı sıra, tamamlanmış süreçlerin bütün çıplaklığıyla ortada olan sonuçlarının ardından onlarca yıl sonra konuşup yazmanın rahatlığı içinde ahkam kesmekle tarihte yaşananları kendilerini doğurup çevreleyen koşullarla bağlantısı içinde ele alıp o zamanlar yapılan yanlışları tekrarlamaktan nasıl kaçınabiliriz yaklaşımıyla ele almak arasındaki özsel farkı belirleyen tayin edici etken kendisini gösterir bu noktada. Üstelik bu da Komün’le bağlantılı bir derstir. Engels’e kulak verelim:
“Demek ki, otorite ilkesinden mutlak olarak kötü ve özerklik ilkesinden de mutlak olarak iyi bir şey diye söz etmek saçmadır. Otorite ve özerklik, kapsamları toplum gelişmesinin çeşitli evreleriyle birlikte değişen göreli şeylerdir. Eğer özerkçiler, gelecekteki toplumsal örgütlenmenin otoriteyi, olsa olsa üretim koşullarının onu kaçınılmaz kılacağı sınırlar içerisine hapsedeceğini söylemekle yetinselerdi birbirimizi anlayabilirdik; ama onlar otoriteyi zorunlu kılan bütün olgulara gözlerini kapamışlar, hırsla sözcüğün kendisine saldırıyorlar.
Anti-otoriterciler niçin siyasal otoriteye, devlete karşı çıkmakla yetinmiyorlar? Siyasal devletin ve onunla birlikte siyasal otoritenin de önümüzdeki toplumsal devrimin sonucu olarak yok olacağı, yani kamu işlevlerinin siyasal niteliklerini yitirecekleri ve toplumun gerçek çıkarlarını gözetmek olan basit yönetsel işlevler haline gelecekleri düşüncesini bütün sosyalistler paylaşmaktadırlar.
Ama anti-otoriterciler, otoriter siyasal devletin bir çırpıda, hatta onu yaratmış bulunan toplumsal koşullar yok olmazdan önce ortadan kaldırılmasını istiyorlar. Bunlar, toplumsal devrimin ilk işinin otoritenin ortadan kaldırılması olmasını istiyorlar.
Bu baylar hiçbir devrim görmüşler midir? Devrim, elbette ki en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla -akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla- dayattığı bir eylemdir; ve eğer muzaffer olan taraf yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir. Paris Komünü, silahlı halkın otoritesini burjuvaziye karşı kullanmamış olsaydı bir gün olsun dayanabilir miydi? Tersine, Paris Komünü’nü bundan yeterince yararlanmamış olmakla suçlamamız gerekmiyor mu?” (Otorite Üzerine, Seçme Yapıtlar, 2. cilt, Sol Yayınları, Temmuz 1977, sf.451-452, abç)
Sürecek…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.