Bugünü seçim eksenli muhtemel bir geleceğe feda etmeyi değil; mutlaka seçimden söz edilecekse dahi, seçim-sokak diyalektiği ekseninde hareket etmeyi gerektiriyor. Sokak ise kelime anlamından öte bir içerik taşımakta, hayatın tüm kesitlerinde biriken öfkeyi/tepkiyi sonuç alıcı biçimde değerlendirme olanağı taşımaktadır. Bu anlamda sokak sokak, gerçekte sandık yani seçim dışındaki mücadele ufkudur; hem alan hem de yöntemdir; bir fabrikada grevdir; bir okulda boykottur; bir mahallede halk meclisidir; bir alanda miting ve bir sokakta fiili durumdur; kavganın uzun menzilli ufku ve diyalektiğidir; mücadelenin birleşikliğinin gereğidir. Devrimcilerin de öncelik vermesi gereken alan budur
Ülke seçim sathı mailine girdi. İktidar baskı politikaları ile muhalefeti etkisizleştirmeye çalışıyor. Bir yandan da sokak yeni tipte işçi direnişleriyle, 8 Mart ve Newroz’da görüldüğü gibi sokağı boş bırakmayan bir kitle militanlığıyla ısınıyor.
Peki bu koşullarda 1 Mayıs 2022’nin anlamı nedir? Toplumsal muhalefet ne yapıyor? Öncelik ne olmalı? Sosyalist hareketin özneleri Sendika.Org’un sorularını yanıtladı.
İnsanca yaşayabilme koşullarının giderek daraldığı, yaşamanın ölmemeye indirgendiği koşullarda 1 Mayıs’ta yapılması gerekenin rejim tarafından çizilen sınırlar çerçevesinde değil emekçilerin ve sınıf mücadelesinin güncel ihtiyaçlarını gözetecek biçimde kutlanması olduğunun altını çizen Devrimci Hareket, bunu durumunda dayatılan yoksulluğa karşı sokakta mücadele etmek olduğunu ifade etti.
Sendika.Org: 1 Mayıs 2022’nin politik anlamı sizce nedir? Nasıl bir politik süreçte, nasıl bir önem taşıyor?
Devrimci Hareket: Türkiye bir krizin içinde. Ekonomisinin dışa bağımlı yapısından dolayı 2008 krizinden itibaren ülkeye sıcak para girişinin yavaşlaması ve 2018 sürecinde de tıkanmaya başlaması bu krizin arkasındaki temel neden olduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamda ise özellikle son bir yıl içinde ağır bir yoksullaşma tablosu ortaya çıkmaya başladı. Mart ayında açlık sınırı 5 bin liraya, yoksulluk sınırı ise 16 bin liraya yükseldi. Geçtiğimiz ay itibariyle işsiz sayısı 8,5 milyona yükseldi ve böylece nüfusun yüzde 23’ü işsiz hale geldi. Bu rakamları daha da ayrıntılandırmak mümkün.
Kriz koşullarının yol açtığı belirsizliklerin insanları edilgenliğe ittiği, günü kurtarma refleksinin geleceği kurma bilincinin önüne geçtiği bir tarihsel anda, bunun izdüşümü de sayılabilecek bir siyasal iklim ile karşı karşıyayız. Ülkemizde kriz ve dünyada emperyalist yeniden paylaşım mücadelesi ekseninde yaşanan gelişmelere bir de pandemi koşullarının son üç yılda yarattığı çok boyutlu alt üst oluş eklenince, kapsamlı bir şekilde değerlendirilmesi ve müdahale edilmesi gereken yeni bir dünya ve ülke gerçeğinin ortaya çıktığı açıktır. Sınıflar mücadelesi tarihinde darbelerle, paylaşım savaşlarıyla vb. anılan dönemlere benzer tablolar söz konusu. İnsanların en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamadığı bu süreçte tablo giderek ağırlaşırken, egemen sınıflar pandemi sonrası koşulları halkların teslim alınarak etkisizleştirilmesi için kullanıyor. Buna, krizi ve paylaşım ve hegemonya mücadelesini de eklediğimizde çaresizlik hissinin büyüdüğünü görüyoruz.
Gerçekte ne salgın, ne kriz, ne de paylaşım savaşı yeni değil. İnsanlık, bu duraklardan çeşitli zamanlarda geçti. Ancak bu kez, son 40-50 yıllık operasyonun toplum üzerindeki etkileri daha kalıcı ve sonuç alıcı hale geldi. Neoliberalizmin umut kıran, parçalayıp dağıtan, içselleşip bozan niteliği, başka dönemlerle kıyaslanamayacak bir etki yaratmıştır. Bugün artık yeni sömürgecilikte bir sürecin yeterince tahkim edilip güncellendiği bir aşamadayız.
Bu tablodan hareket ederek devam edersek AKP’nin yaklaşık 20 yıllık iktidarı karşısında halkta biriken muazzam bir enerjiden bahsetmek mümkün. Ancak enerjinin büyüklüğü, sonucun mutlaka pozitif olacağı, ülkenin demokratikleşme yönünde bir süreç yaşayacağı anlamına gelmiyor. Siyasal zemin ısınmış, söz söyleyenlerin sayısı artmış olsa da değerlendirmelerin büyük oranda yüzeysel ve sığ kaldığını, çözümün zorlu kulvarları yerine pragmatizmin kolaycılığının tercih edildiğini söylemek mümkün. Bunun en büyük nedeni, solun/devrimcilerin sürece, burjuva siyaset tarzından farklı olarak ve etkili biçimde girememiş olmasıdır.
Öncelikle, dikkate alınması gereken gerçeklerden biri de AKP’nin iktidara gelişinin ve yaşanan sürecin niteliğinin yalnızca Türkiye’ye özgü bir olgu olmadığıdır. Daha önce de çeşitli biçimlerde değerlendirdiğimiz gibi egemen sınıfların artık orta sınıflara bile tahammülünün kalmadığı, azami çıkarlarının gereğini muhalif sese yer bırakmayacak şekilde hızla hayata geçiren iktidarlara ihtiyaç duyduğu bir süreçte Erdoğan, Bolsonaro, Orban gibi kadrolar tekelci sermayenin bir kesimine kadar daralmış oligarşinin tercihi oldu. Kimilerinin “sağ popülist” olarak değerlendirdiği bu iktidarlar, gerçekte tam da sınıfsal işlevleri gereği, popülist değil faşistti.
Sermayenin bu süreçte esneklikten/kuralsızlıktan beklentileri, tüm kuralların ve işleyişlerin aynı sonuca, sermaye çıkarına bağlanmasıdır. Özünde bu, emek adına yüzlerce yıllık kazanımların sıfırlanması, buna uygun bir algı ve işleyişin yerleştirilmesidir; Danıştay kararlarını uygulamayan Demirel’in, “Anayasayı bir kez delmekle bir şey olmaz” diyen Özal’ın bu duruşunun yöntemleşmesidir; sendikanın mücadele değil uzlaşma aracı olması, yasanın ihtiyaca göre, ihale yasasında olduğu gibi gerekirse yüzlerce kez değişmesidir. Sonuçta 40 küsur yıllık neoliberal süreçte sermayenin azami çıkarlarının gözetildiği bir işleyişe ulaşılırken, “biten” bir olgu yoktur, zirve yapan sermaye çıkarları vardır; böylece yıkım derinleşmiş, kuralsızlık kural olmuş ve toplumsal muhalefet, sosyal tepki; ya çeşitli biçimlerde etkisiz kılınmış ya da yok sayılmıştır.
Böyle bir konjonktürde, halkta rıza oluşturmakta giderek güçlük çeken AKP’nin yıpranmasına bağlı olarak çeşitli arayışlar, tartışmalar gündeme gelmiş durumda. Ancak AKP’nin sistem güçleri tarafından tartışılır hale gelmesi, ne onun sonunun ne de sürecin pozitif sonuçlar üretmesinin garantisidir. Egemenlerin kendi tercihlerine bırakıldığında, kimi düzenlemeler sonucu AKP ile devam etmek de yerine muadilini geçirmek de mümkün. Hatta Millet İttifakı’nın bu şekilde, sol/demokratik değerlere bağlı bir halk baskısı olmadan, deyim yerindeyse sermaye karşısında “görücüye çıkarak” iktidar olması halinde sürecin emekçiler açısından daha da kötü sonuç doğurması hiç de zayıf bir olasılık değildir. Bu bağlamda Erdoğan’ı iktidara taşıyan güçler ve nitelikleri anlaşılamazsa ‘tek adam’lık dahil rejimin nitelikleri sermaye açısından sorunmuş gibi görünür. Halbuki Eczacıbaşı’nın “sermaye güvende olsun da rejimin adı önemli değil” biçimindeki sözlerinde görüldüğü gibi sermaye sınıfsal çıkarlarının gözetilmesine bakar; iktidardakinden memnuniyetinin ölçüsü budur. Bu bağlamda da Erdoğan’dan vazgeçildiği tartışmalıdır.
1 Mayıs 2022’ sürecinin arkasındaki politik iklimi böyle özetleyebiliriz.
Siz bu 1 Mayıs’a özel olarak hangi politik mesajı taşıyacaksınız? 1 Mayıs çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
İnsanca yaşayabilme koşullarının giderek daraldığı, yaşamanın ölmemeye indirgendiği koşullarda yapılması gereken 1 Mayıs’ın rejim tarafından çizilen sınırlar çerçevesinde değil emekçilerin ve sınıf mücadelesinin güncel ihtiyaçlarını gözetecek biçimde kutlanmasıdır. Bu da her şeyden önce bize dayatılan yoksulluğa karşı sokakta mücadele etmek demektir.
Bu bilinçle her yıl 1 Mayıs’ta, önümüze çekilen tüm barikatları ve yasak ilanlarını aşıp “Meydanlar halka kapatılamaz” diyerek AKP’nin halka kapattığı, tarihsel direnişin sembolü Taksim’e yürümüştük.
Bu yıl da “Yoksulluk kaderimiz değil” demek için Taksim’de ve ülkenin diğer alanlarında olacağız.
Bir yandan ülke seçim sathı mailinde ilerliyor, bir yandan savaş ve baskı politikaları ile iktidar muhalefeti etkisizleştirmek istiyor, bir yandan da sokak yeni tipte işçi direnişleriyle, 8 Mart ve Newroz’da görüldüğü gibi sokağı boş bırakmayan bir kitle militanlığıyla ısınıyor. Sosyalist hareketin önceliği ne olmalı?
Bugün artık hangi konuya değinirsek değinelim küresel boyutta sınıflar mücadelesinden, kapitalizmin geldiği aşamadan, emeğin ve sermayenin durumundan söz etmeden yapamayız. Konu eksik kalır, hatta yanlışa düşülür.
Anımsamaya çalışalım; darbe dönemlerinde tüm muhalif sesler susturulur, tüm itiraz potansiyelleri etkisiz hale getirilir, rant-talan ve yağma grafiği büyür, emek-sermaye çelişmesi sermayenin lehine yeniden düzenlenir, emeğin kazanılmış tüm hakları gasp edilir, var olan örgütlenmeleri de ya dağıtılır ya da işlevsiz hale getirilir. İşte bugün süreç tam da bu açıdan, böyle bir sınıfsal bağlam içinde okunmalıdır. Aynı zamanda manipülasyon ve algı yönetiminin büyümesi oranında bir karşı duruşa, bir süzgece ihtiyaç vardır. Günlük akıl da görüngüler de yetmez. Bize artık her konuda bir “cambaz” gösteriliyor veya bilgi kirliliği/tuzakları ayağımıza dolanıyor. Bu nedenle Marksist/sınıfsal bakış açısı bağlamında süzgeç, olmazsa olmaz önemdedir.
Bu konuya en tutarlı ve gerçekçi çözümü önermesi gereken Türkiye solu, zor bir sınavdan geçiyor. Dünya, sınıflar tablosu değişiyor, öğrendiklerimiz yetersiz kalıyor. Hayatın soruları, çalışılmamış veya eksik kalınmış yerden çıkıyor, ezber ve pratik yetmiyor. Güncel olan o kadar öne çıkmış durumda ki bazen stratejik olanı gölgede bırakıyor, hatta unutturuyor. Kafalar çok karışık, gösterilen cambazla veya görüngülerle gerçek arasında kalınıyor. Bağımsız, sınıfsal düşünce geliştirilemiyor. Bu gerçeklik, sınıfsal bakışı daha da önemli hale getiriyor.
Seçim ve sokak meselesine gelirsek; bir süredir, sol seçenek, üçüncü ittifak vb. üzerinden bir tartışma yürütülüyor. Bu konuda pratik adımlardan çok, birliğin/birleşikliğin lafzı öne çıkıyor. Son günlerde bu tartışma, odağına seçimi de alarak devam etmekte. Seçime dair tarih dahil çeşitli belirsizlikler, bu alandaki tartışmaların verimini ve sonuç alıcılığını zayıf düşürürken, bugünün ihtiyacı olan birlik tartışmaları ve adımları üzerine de gölgesini düşürmektedir. Kaldı ki mücadele dinamikleri doğru okunup, biriken enerji, işlevsel bir kanala akıtılabildiğinde, bugünün başarısı, biriken güç ve imkanlar, muhtemel bir seçim için de bir çeşit hazırlık niteliğindedir.
Yukarıda da demiştik; AKP’nin yaklaşık 20 yıllık sürecinin tüm dönemlerinde muhalif bir enerji birikmiş, Gezi sürecinde olduğu gibi sokağa taştığı da olmuştur. Ancak bugün gelinen aşamada, hiçbir döneme benzemeyecek boyutta bir birikme/gerilme söz konusu. Hayatın tüm kesitlerinde olağanüstü kareler görmek mümkün. Sokakta yatanların da açların da yoksul ve işsizlerin de mülk yitimine uğrayıp iflas edenlerin de sayısı görülmedik boyutta arttı. Muazzam bir enerji birikmiş durumda. Bu enerjinin nerede, nasıl, kimlerle hangi birleşik toplam içinde değerlendirilmesi gerektiğinden birlik ve ittifak meselesine kadar geniş yelpazede bir tartışma ve hatta toplam oluşturamama hali söz konusu. Bu tablo, mevcut iktidara, en güç koşullarda bile atraksiyon yapabilme şansı veriyor.
Özetle süreç, bugünü seçim eksenli muhtemel bir geleceğe feda etmeyi değil; mutlaka seçimden söz edilecekse dahi, seçim-sokak diyalektiği ekseninde hareket etmeyi gerektiriyor. Sokak ise kelime anlamından öte bir içerik taşımakta, hayatın tüm kesitlerinde biriken öfkeyi/tepkiyi sonuç alıcı biçimde değerlendirme olanağı taşımaktadır. Bu anlamda sokak, gerçekte sandık yani seçim dışındaki mücadele ufkudur; hem alan hem de yöntemdir; bir fabrikada grevdir; bir okulda boykottur; bir mahallede halk meclisidir; bir alanda miting ve bir sokakta fiili durumdur; kavganın uzun menzilli ufku ve diyalektiğidir; mücadelenin birleşikliğinin gereğidir. Devrimcilerin de öncelik vermesi gereken alan budur.