Sosyalistler için teorinin ve tartışmanın amacı “inanç” tazelemek değil, siyasi eyleme ışık tutmaktır. Ben de “Yeni Faşizm” başlıklı kitapçığı bu anlayışla, pratiğe ışık tutabilecek sorulara cevap aramak amacıyla, yazdığımı söyleyebilirim
Kısa bir not, çünkü Ayaşlı’nın artık “pehlivan tefrikasına” dönüşmeye başlayan yazıları ciddi bir teorik cevabı hak etmiyor. Geliştirici bir tartışma olabilirdi halbuki. Bir eleştirinin ciddi bir teorik cevabı hak etmesi için önce, eleştirdiği çalışmanın projesini anlaması, saptamalarını ve savlarını çarpıtmaması, okuyucularına yanıltıcı bilgiler vermemesi gerekir.
Ayaşlı ilk yazısında, o yazıya verdiğim kısa cevapta da gösterdiğim gibi, başka bir yazarın görüşlerini bana aitmiş gibi göstermeye çalıştı. O zaman, “farkında olmadan yapılmıştır” diye düşünmüştüm. Şimdi, Ayaşlı’nın, okuyucusunu bilerek yanıltmaya çalışmış olduğunu düşünüyorum.
Ayaşlı, benim, kitabımda faşizm ile kapitalizm ve emperyalizm arasında ilişki kurmadığımı da iddia etmişti. Artık, o “hatayı” da bilerek yaptığına inanıyorum. Çünkü, kitabımda faşizmin ideolojisinin, kadrolarının (sınıf karakterlerini de tartışarak) ortaya çıkışının, faşist hareketin şekillenme sürecinin kapitalizmle, emperyalizme, I. Paylaşım Savaşı’yla hatta sömürgeciliğin mirasıyla bağlantıları ve faşist liderliğin büyük sermayenin temsilcileriyle kurduğu ilişkiler üzerine (yer ve zaman belirterek anlatan) ayrıntılı bölümler vardı. Ayaşlı’nın ilk yazısına, tüm iyi niyetimle verdiğim cevapta bunları da gösterdim.
Ne yazık ki, bir faydası olmadı. Ayaşlı, tartışma kurallarını (çarpıtmayacaksın, yanıltmaya çalışmayacaksın, yetersiz kaldığını hissettiğin yerde, metni terk edip kişiliği hedef almayacaksın) hiçe sayarak, üstelik geçerken başka sosyalistlere de anlaşılmaz biçimde laf “çakarak”, yazmaya devam etti.
Dahası, yazıları ilerledikçe Ayaşlı’nın, “eleştirilerini” belli bir yapıtla veya konuyla sınırlayarak, olası bir tartışmayı sağlıklı bir biçimde disiplin altına almayı amaçlamak yerine, sınırlarının saptanması imkânsız çok garip bir projenin peşinde olduğu izlenimi oluşuyordu: Ayaşlı, 2000’li yıllara kadar giden bir “arkeolojik kazı” çabasıyla adeta benim “dünya görüşüm” olduğuna inandığı bir şeyleri “yıkmaya” çalışıyordu. Bu garip, projenin arkasında yatan “kaygıları” (örneğin kimi sosyalistlerin, “Yeni Faşizm” kitabımı olumlu bulmaları), “Troçkist damar”, “tuzu kuru”, “İngiltere’de yaşıyor” gibi herhangi bir teorik değeri olmayan, yersiz ifadelerden sezmiyor değilim ama, artık iflas etmiş bir geleneğin tarihine ait olan bu “kaygılarla” uğraşarak vakit kaybetmeye niyetim yok. O “kaygılar” işçi sınıfının mücadele ve ihanetler tarihinin şimdi kapanmış sayfalarında kaldı.
Niyetim yok dedim ama, “Bu hangi gelenek?” diye soracak olanlar için konuyla sınırlı kalarak, birkaç ip ucu da vermek isterim.
Bu,
Bu geleneğin kurduğu devletin ve rejimin insanı yaklaşık 70 yıl ‘sosyalizm’(!?) altında yaşadıktan sonra, özgürlük adına ilk fırsatta en vahşi kapitalizmin kucağına atlamakta tereddüt etmemiş, yönetici seçkinleri baş döndüren bir hızla ve kolaylıkla kamu mallarını yağmalayarak milyarder oligarklara dönüşüp uluslararası finans-kapital ile pazarlığa oturmuştur.
Bu geleneğin, o çöküşe ilişkin, bugün, komplo teorilerinden, “dış güçlerden”, “kötü adamlardan” başka, örneğin sınıflara, tarihsel-toplumsal dinamiklere ilişkin, bir açıklaması da yoktur.
Benim, yaslandığım geleneği merak ederseniz, ben, Türkiye solunun, Stalinist, Maocu, Enver Hoca (Arnavutluk) ve Troçkizm geleneklerinin hiçbirine bağlanmadan, ama onları yok saymadan kendi yolunu aramış, 1970’lerde Nazi partisi modeliyle (Başbuğ, Parti, ükücüler, kitle desteği, mecliste temsilciler) örgütlenmiş uluslararası desteğe de sahip bir faşist hareketi sokakta durdurmuş bir geleneğine yaslanıyorum.
Bu notu da zaten Ayaşlı’ya bir cevap vermek için değil, okuyuculara, özellikle sosyalist hareketin genç militanlarına yönelik bir uyarı yapmış olmak için kaleme aldım.
Sosyalistler için teorinin ve tartışmanın amacı “inanç” tazelemek değil, siyasi eyleme ışık tutmaktır. Ben de “Yeni Faşizm” başlıklı kitapçığı bu anlayışla, pratiğe ışık tutabilecek sorulara cevap aramak amacıyla, yazdığımı söyleyebilirim. Kısaca özetlemeye çalışacağım.
Faşizmin, farklı coğrafyalarda, farklı tarihsel temelleri, ekonomik yapıları olan toplumlarda, farklı zamanlarda aldığı biçimlere karşın, faşizm olarak tanımlanmasına olanak veren bir özü var mıdır? Bir kez daha geç kalmamak için şu soruya cevap vermek gerekir:
Faşizmin bir dönemde, bir yerde sergilediği biçimleri, özü oluşturan bileşenlerin işlevlerini, özü oluşturan küme içindeki göreli ağırlıkları açısından tanımlayarak, bir başka dönemde ve yerde, farklı bir araya gelişlerinin ortaya çıkaracağı yeni biçimlerle kıyaslayabilir miyiz?
Sonra sırada şu sorular olmalıdır:
“Faşizm nedir?” Faşizm bir devlet biçimi midir? Bir hareket midir? Bir düşünce midir? Faşizm kimlerin elinde doğmuş ve şekillenmiştir? Kurucu aktörleri, dayandığı sınıflar, temsil ettiği sınıflar nelerdir? Doğuşunu olanaklı kılan özel tarihsel koşullar var mıdır?
Evet böyle bir özden söz edilebilir. Belli işlevleri olan bileşenler farklı durumlarda bir araya gelerek, farklı biçimler oluşturabilirler. Evet bu biçimleri birbirleriyle kıyaslayabiliriz.
“Faşizm nedir?” sorusunun ise tek bir cevabı yoktur. Faşizmi, bir “şey” olarak değil, bir ideolojik ortam, kadro, parti, eylem, hareket, devlet biçimi arasındaki ilişkilerin diyalektik (çelişkili ve dinamik) bir “süreci” olarak düşünmek gerekiyor.
Faşizm, homojen ve çizgisel bir süreç olarak da ilerlemiyor. Aksine, “süreç olarak faşizmin” farklı aşamaları var ve bu aşamalar, mücadele ve direniş paradigmaları açısından farklı refleksleri gerektiriyorlar.
Faşizmi doğuran ortam, kurucu aktörler ve bunların sınıflarla ilişkilerine gelince, düşüncelerimi kısaca şöyle özetleyebilirim:
Faşizm kapitalizmin yapısal krizinin kırılma noktalarında ortaya çıkan biçimlerin sentezinden oluşuyor.
Bu kırılma anını belli bir yönde yorumlayan, milliyetçi, ırkçı bir entelijensiya (entelijensiyanın tümü değil) daha sonra faşist olarak tanımlanacak bir ideoloji (ya da dünya görüşü) altında bir araya gelmeye kümelenmeye, ortak davranışlar, cinsel ve estetik tepkiler sergilemeye, kurumlaşmaya, bu zeminde kaynak yaratmaya adeta bir “sınıf şekillenmesi” yaşamaya başlıyorlar.
Bu entelijensiya, toplumun, kriz öncesini özleyen, geleceğinden korkan, güvensiz ve muhafazakâr (buna kapitalist sınıfın ve toprak sahiplerinin, aristokratların kimi kesimleri de dahildir) kesimleriyle, ilişki kurarak bir toplumsal hareket yaratmaya başlıyorlar. Bu birleşmeye başlayan kesimler, genellikle (ama yalnızca değil) lümpen proletarya, işsizleşmeye başlayan proletarya, statü kaybetmeye hatta proletarya içine düşmeye başlayan burjuva sınıflardan oluşuyor.
Bu toplumsal hareketin oluşma sürecinde, milliyetçiliğin, otoriter lider arzusunun yanı sıra toplumsal sorunların sorumlusu olarak seçilen bir “öteki” (Yahudi, siyah renkli azınlık, Müslüman göçmen, inanmayan ateist gibi) nefreti birleştirici ve tanımlayıcı bir işlev görüyor.
Yerel düzeyde, kentlerde ve kasabalarda, “sosyal sermayeyi” (Bourdieu) oluşturan dernekler, spor kulüpleri, gençlik örgütleri vb., yapılar hareketin taraftar kazanma ve mali kaynak yaratma sürecinde büyük rol oynuyor.
Faşist parti bu hareketin üzerine kuruluyor ve siyaset yapmaya, diğer bir değişle iktidarı ele geçirme amaçlı politikaları, pratikleri hayata geçirmeye başlıyor. Faşist hareket kapitalizmi yıkmayı değil, yaşanmakta olan yapısal krizi belli bir biçimde yönetmeyi amaçlıyor; bu nedenle egemen sınıfların, hatta büyük burjuvazinin dikkatini çekiyor. Ancak, tek tek kapitalistlerin dışında desteğini hemen alamıyor.
Çünkü büyük burjuvazi, her zaman, en az masraflı olan demokratik görünüşlü, hegemonya ilişkisine (rızaya) dayanan rejimlerle yönetmeyi tercih ediyor. Büyük sermaye, bu yeni militan ve şiddet içeren “bir toplumsal mühendislik projesiyle” siyaset sahnesinde beliren, alt tabakalarla haşır neşir bir siyasi gruba, kerameti kendinden menkul, çoğu kez açıkça psikopat eğilimler sergileyen bir entelijensiyaya, “mutlak ve yanılmaz” lidere devleti teslim etmeyi hemen göze alamıyor.
Koşullar şöyle oluşuyor: Önce egemen sınıfın düzen partileri iktidarsızlaşıyor rıza alma kapasitelerini kaybediyor- siyasetin merkezi (ılımlı anlamda değil, birleştirici düğüm noktası anlamında) boşalıyor. Faşist parti, yeni bir rıza alma süreci başlatabilecek ya da rıza almadan yönetebilecek güce ulaşıyor. Faşist parti liderliği, Parti içindeki radikal entelijensiyayı, lümpen proletarya ve alt sınıflarla ilişkili kesimleri tasfiye ederek burjuvazi ile pazarlık yapacak duruma geliyor. Burada karşılıklı akçeli işler, verilen siyasi sözler vb. rol oynuyor. Diğer bir değişle Faşizm hizmetini satışa çıkarıyor. Almanya’da bu pazarlık talebi kaynak elde etmek isteyen Faşist hareketten gelmişti. (20 Şubat 1933 Reichstag kaynak yaratma toplantısı)
Süreç olarak faşizm ile büyük burjuvazi, egemen sınıflar arasındaki ilişkiler hiçbir zaman doğrudan, kendiliğinden ve sorunsuz şekillenmiyor.
Faşist hareket, hemen her aşamada, iktidara geldikten sonra egemen sınıflar ve sermaye hareketleri karşısında bir “göreli otonomiyi” ve otoriteyi korumaya devam ediyor. Almanya’da ve ABD’de 1930’larda Nazi ekonomisi üzerine yapılan kimi araştırmalar Nazi partisi ile kapitalist sınıf arasındaki ilişkilerin ne kadar istikrarsız olduğundan, ekonominin ne kadar keyfi, kaotik ve kaynak israfına yol açar biçimde yönetildiğinden yakınıyorlardı.
Ya da şöyle söylersek büyük burjuvazi, kriz içinde eskisine göre daha elverişli birikim koşullarına kavuşuyor ama toplumu ve ekonomiyi Faşist diktatörlük, Faşist psikopatların, kaprisleri fantezileri, talancı refleksleri yönetmeye başlıyor. Kapitalist seçkinlerin kaderi de faşist devlet makinesinin çarklarının dönme gereksinimlerine tabi oluyor. Pratikte çok yaygın olmasa bile büyük sermayenin de canı, malı liberal demokrasi altında sahip olduğu güvenceyi kaybediyor.
Bir diğer cevap aradığım soruda şuydu: Süreç olarak faşizmin farklı aşamalarında, faşizme karşı, ilk dönemin hatalarına düşmeden nasıl mücadele etmek gerekir?
Öncelikle faşizmi daha doğarken, tanımayı başarmak, hiç tereddüt etmeden, bireysel ve kitlesel düzeyde, “simgesel” ve “fiziki” şiddet uygulayarak ezmeye, en azından bir hareket inşa etmesini engellemeye çalışmak gerekecektir.
İkincisi, faşist hareketin şekillendiği, devlete ulaşmak üzere gelişmeye çalıştığı, yasaları hiçe saydığı, iç savaşı göze aldığı ve devlet içindeki taraftarlarınca korunduğu bir dönemdir.
Bu dönemde faşizmin taban örgütlerini (sosyal sermayesini) işlevsizleştirmeye çalışmak, faşizme karşı işçi sınıfı örgütlerini birleşik bir cephede toplamak, burjuva legalitesinin, parlamenter sistemin sunduğu araçları kullanırken, bunların koyduğu sınırları veri almamak, dahası bir iş savaş olasılığını kabullenmek ve hazırlanmak gerekecektir.
Faşizm devlet olmayı, kurumsallaşmayı başardıysa (ki sol harekete ve genel olarak muhalefete büyük bir darbe vurmayı başarmış demektir) bundan sonra mücadele, bir işgal ordusuna karşı mücadelenin taktiklerine giderek daha çok benzemek zorunda kalacaktır. Güçlerin birleştirilmesi, örgütlenmelerin ve yol haritasının görece uzun döneme göre, ancak ani krizlerden yararlanabilecek biçimde şekillendirilmesi, kullanılan araçların, içinde çalışılacak kesimlerin çeşitlendirilebilmesi yaşamsal bir öneme sahip olacaktır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.