Bir o köşede bir diğer köşede ateş alev aldı. Yakında bu ateş, tüm halkları birleştirerek, yakınlığın coşkulu duygusuyla dünyayı tutuşturmaya yazgılı yangın haline gelecekti; bizi kötürüm eden öfkeyi, nefreti ve zulmü tüketmeye ve küle çevirmeye yazgılı bütün kalpleri kucaklayacak bu büyük yangın dünyanın kalbini, asil ve adil insanlığın kalbini birleşik bir işçi ailesi içine alacak
Bu şehirdeki herkes tuhaf ve anlaşılmazdı. Çok sayıda kilise, renkli çanlarını parıldayan renklerle gökyüzüne doğrulttu ama fabrikaların duvarları ve bacaları hala yükseliyordu. Mabetler sanki harabeler arasında tozun içinden baş gösteren gösterişli çiçekler gibi ticarethanelerin iri ön cephelerinin arasında ezilmişti. Ve çanlar inanları duaya çağırdığı zaman onların utanmaz sesleri, evleri ayıran dar boşluklarda hiçbir iz bırakmaksızın demir çatılar boyunca süzülerek kayboldu.
Bu evler hep büyük bazen de güzeldi. Bozulmuş insanlar, piyonlar, sabahtan akşama kadar bu dolambaçlı sokaklarda gri fareler gibi bir oraya bir buraya koşuştururlardı ve açgözlülük fışkıran gözleri ekmek ya da bir avuntu arar dururdu; çaprazında yaşayan diğer insanlar ise uyanık ve vahşi bir edayla zayıfların mırıldanmadan kendilerini güçlülere teslim etmelerini izlerdi. Güçlü olan zengindi; herkes paranın güç ve özgürlük getirdiğine inanıyordu. Herkes güç istiyordu çünkü hepsi köleydi. Zenginlerin lüksü, yoksulların kıskançlığını ve nefretini doğurdu. Hiç kimse altının çınlamasından daha iyi bir müzik bilmiyordu. Bu yüzden her biri komşusuna düşmandı ve zalimlik hâkimdi.
Bazen güneş şehrin üzerinden parlardı ama yaşam bir insan gibi benzi sararmıştı, insanlar tıpkı gölge gibiydi. Geceleri bir dolu ışık yakalardı ve sonra açlıktan ölmek üzere olan kadınlar en yüksek fiyatını verene bedenlerini satmak üzere sokaklara çıkarlardı. Her yerde bir yemek kokusu uçuşuyordu ve insanların somurtkan, doymak bilmez görünümü büyüyordu. Şehrin üstünde bastırılmış ve duyulması imkansız olan bir sefalet iniltisi asılıydı.
Herkes sıkıcı ve huzursuz bir hayatı sürdürüyordu; genel bir husumet kuraldı. Birkaç vatandaş sadece kendilerini insaflı görüyordu ama onlar en zalimleriydi ve onların gaddarlığı sürüyü kışkırttı. Hepsi tıpkı doyumsuz bir canavar gibi yaşamak istedi – ama hiç kimse arzularını özgürce takip edemedi ve bilemedi. Bugün, geleceğe doğru uygun adım yürüyen adamı güçlü ve sağlam kollarıyla sardı ve o yapışkan kucaklaşma tüm gücünü tüketti. Istırap ve tereddüt dolu olan adam hayatın bu berbat yönü karşısında güçsüz bir şekilde duraksadı. İfadelerinde sonsuz hüzünlü binlerce gözüyle, neyi bilmediğini sorgulayarak kalbinin içine baktı. Sonra geleceğin göz alıcı görüntüsü ruhunda son buldu; adamın güçsüzlüğünden çıkan bir inilti ağıtların ahenksiz nakaratı ve hayatın sillesini yemiş zavallı insanlığın gözyaşları ile birbirine girdi.
Melal ve endişe hatta bazen terör her yere hâkim oldu. Taş binaların tapınakları kapatarak berbat bir şekilde bir diğerinin karşısına sıralandığı donuk ve gösterişsiz şehir insanlar için güneş ışınlarını kapatan bir hapishaneydi. Hayatın müziği acı ve öfkenin çığlığı, gizlenmiş nefretin fısıltısı, zalimliğin tehditkar bağrışı, şiddetin şehvetli feryadıyla bastırıldı.
Dert ve ıstırabın neden olduğu kasvetli çalkantıda, sefaletin hummalı mücadelesinde, bencilliğin pis balçıklarında, yoksulluğu büyüten evlerin zemininde isyan elçileri, adaletin çok uzaklardaki ocak taşlarından çıkan kıvılcımlar gibi ortalıkta dolaşıyordu. Basit ve büyük bir öğretinin küçücük bereketli tohumlarını bu sefil çukurlara gizlice getirdiler ve bazen kaba, gözlerinde şimşeklerle, bazen nazik ve sevecen bir şekilde bu berrak ve yakıcı gerçeği zalimlerin emriyle ve zorbaların gücüyle sessiz, kör enstrümanlara dönüşen kölelerin karanlık kalplerine ektiler. Bu asık suratlı varlıklar, mazlumlar, yeni kelimelerin müziğini -kalplerinin uzun zamandır beklediği müziği- pek de inanmadan dinlediler. Yavaş yavaş başlarını kaldırdılar ve zalimlerin kendilerini sardığı yalan ağlarını yırttılar. Sessiz ve kontrollü bir öfkeden oluşan varlıklarında, sayısız haksızlığın zehirlediği yüreklerinde, güçlülerin bilgeliğinin aldatmacalarıyla tıkanmış vicdanlarında, hepsinin aşağılanmanın acısını iliklerine kadar işlemiş bu karanlık ve zahmetli yaşamda, basit bir kelime yankılandı:
Yoldaş!
Bu yeni bir kelime değildi, daha önce duymuşlardı ve kendilerine telaffuz edilmişti. Bu zamana kadar bu kelime kullanarak köreltilmiş ve hiçbir şey kaybetmeden unutulabilecek diğer kelimeler gibi manasız geliyordu. Ama şimdi bu güçlü ve keskin kelimenin başka bir anlamı vardı; içinde bir ruh şarkı söylüyordu -yüzleri elmas gibi parlıyordu. Zavallılar bu sözü kabul ettiler ve ilk başta, yeni doğan çocuğunu sallayan ve ona hayran olan bir anne gibi yüreklerinde kucaklayarak nazikçe söylediler. Kelimenin aydınlık ruhunu ne kadar aradılarsa, onlara daha büyüleci göründü.
“Yoldaş” diye seslendiler.
Ve bu kelime onlara, tüm insanları özgürlüğün doruklarına çıkaracak ve kendi özgürlüğü adına başkalarının özgürlüklerine saygının güçlü, yeni bağlarıyla bağlayacak ve tüm dünyayı birleştirecek gibi hissettirmişti.
Bu söz kölelerin kalplerine kazındığında, köle olmaktan çıktılar ve bir gün dönüşümlerini şehre şu yüce insanlık kaidesi ile duyurdular:
“Yapmayacağım!”
Sonra hayat askıya alındı, çünkü hayatın motor gücü onlardan başkası değildi. Su temini kesildi, ateş söndü, şehir karanlığa gömüldü. Ustalar çocuklar gibi titremeye başladı. Korku, zalimlerin kalplerini işgal etti. Kendi karamsarlıklarının dumanında boğularak, isyanın gücü karşısında şaşkına dönmüş ve korkmuş halde, isyana karşı duydukları öfkeyi gizlediler.
Kıtlık hayaleti önlerinde yükseldi ve çocukları karanlıkta kederli bir şekilde feryat etti. Gölgelerle çevrili evler ve tapınaklar, demir ve taştan oluşan cansız bir kaosa dönüştü; tehditkar bir sessizlik, ölüm sonrası bir soğuklukla sokakları doldurdu; hayat durmuştu, çünkü onu yaratan güç kendi bilincine varmıştı ve köleleştirilmiş insanlık, iradesini ifade edecek sihirli ve yenilmez sözcüğü bulmuştu; boyunduruktan kurtulmuştu; kendi gözleriyle kendi kudretini, yaratıcının kudretini görmüştü.
Bu günler kendilerini hayatın efendisi olarak gören yöneticiler için ıstırap günleriydi; her gece binlerce gece kadar uzundu, kasvet o kadar yoğundu ki, şehre dağılmış birkaç ateş o kadar ürkek parlıyordu ki… Daha sonra yüzyıllar içinde inşa edilen ve insan kanıyla dolu canavar şehir, tüm utanç verici zayıflığıyla kendini gösterdi; acınası bir taş ve tahta yığınından başka bir şey değildi. Evlerin kör pencereleri soğuk ve kasvetli bir havayla dolu sokağa bakıyordu ve caddede hayatın gerçek efendileri yiğit adımlarla yürüyordu. Onlar da açlardı, belki diğerlerinden daha fazla; ama buna alışmışlardı ve bedenlerinin ıstırabı, hayatın eski efendilerinin ıstırabı kadar keskin değildi; ruhlarındaki ateşi söndürmedi. Kendi güçlerinin bilinciyle ışıldadılar, gözlerinde zaferin önsezisi parladı. Eskiden dar ve kasvetli zindanları olan, içinde hor görüldükleri, ruhlarının sövgü ile yüklendiği şehrin sokaklarında dolaştılar ve yaptıkları işin büyük önemini gördüler ve böylece onlara hayatın efendileri, yaratıcıları ve yasa koyucuları olmak için sahip oldukları kutsal hak yolu açıldı.
Ve hayat veren birlik sözü onlara yeni bir yüzle, kör edici bir açıklıkla kendini gösterdi:
“Yoldaş!”
Bu kelime uzak ya da yakın gelecekte herkes için yeni bir hayatın müjdecisi olarak onca yalancı söz arasında cesurca çınladı. Özgürlüğe doğru ilerlemelerinin ya da gelişini ertelemenin kendilerine bağlı olduğunu hissettiler.
Bir önceki akşam, aç bir canavardan başka bir şey olmayan fahişe, çamurlu kaldırımda üzgün bir şekilde bedenini satın almak üzere birinin yaklaşmasını bekliyordu ki o da bu sözü duydu ama tekrar edip etmeme konusunda kararsızdı. O zamana kadar benzerini görmediği bir adam yanına geldi, elini omzuna koydu ve sevecen bir sesle “Yoldaş” dedi. Yaralı kalbinin ilk kez yaşadığı sevinçle ağlamaya hazır, biraz utangaç bir şekilde gülümsedi. Bir gece önce dünyaya aç bir hayvanın aptal ve küstah ifadesiyle bakan gözlerinde sevinç gözyaşları parladı. Şehrin tüm sokaklarında dışlanmışlar, tüm dünyanın büyük işçi ailesiyle yeniden bir araya gelmelerinin zaferini kutladılar ve ölü gözleri gitgide daha soğuk ve tehditkar bir havayla bakıyordu.
Bir gece önce iyi beslenmiş merhametinin bedeli olan obolun atıldığı dilenci de bu sözü işitmiş; ve bunlar sefaletin kemirdiği zavallı yüreğinde minnet duygusu uyandıran ilk sadakalar olmuştu.
Efendilerinin darbelerini cılız, bitkin atına vurarak çıkaran kocaman bir adam olan bir arabacı, kaldırımdaki tekerleklerin gürültüsüyle hayvanlaşan bu adam, yoldan geçen birine gülümseyerek “Buyur, yoldaş!” dedi ama bir an kendi sözlerinden korktu. Kalkışa hazır bir şekilde dizginleri eline aldı ve yoldan geçene baktı, koca yüzündeki neşeli gülümseme henüz silinmemişti. Karşısındaki adam ona dostça bir bakış attı ve başını sallayarak cevap verdi: “Teşekkürler, yoldaş; yürüyerek gideceğim; uzağa gitmiyorum.”
“Ah, güzel adam!” arabacı coşkuyla haykırdı; oturduğu yerde kıpırdandı, neşeyle gözlerini kırptı ve büyük bir takırtıyla yola koyuldu.
İnsanlar kalabalık gruplar halinde kaldırımlarda yürüdüler ve dünyayı birleştirecek o yüce kelime bir kıvılcım gibi aralarında giderek daha sık haykırıldı: “Yoldaş”. Sakallı, sert ve kendi öneminin bilincinde bir polis, bir sokağın köşesinde yaşlı bir konuşmacının etrafını saran kalabalığa yaklaştı ve konuşmayı dinledikten sonra yavaşça şöyle dedi: “Gösteriler yasaklanmıştır… dağılın.” … Ve bir an sessizlikten sonra, gözlerini indirerek daha alçak bir sesle, “Yoldaşlar” diye ekledi.
Genç savaşçıların gururu, sözü kalplerinde taşıyan, ona can kan veren ve birlik çağrısı yapanların yüzlerinde belirdi; bu canlı söze cömertçe döktükleri gücün yok edilemez, tükenmez olduğunu hissetti.
Orada burada gri kıyafetli silahlı adamlardan oluşan kör birlikler toplandı ve sessizce sıraya girdiler; adalet dalgasını püskürtmeye hazırlanan zalimlerin öfkesiydi.
Ve uçsuz bucaksız şehrin dar sokaklarında, görmezden gelinen yaratıcıların elleriyle yükselen soğuk ve sessiz duvarlar arasında, insana ve kardeşliğe olan asil inanç büyüyüp olgunlaşmıştı.
“Yoldaş.” – Bir o köşede bir diğer köşede ateş alev aldı. Yakında bu ateş, tüm halkları birleştirerek, yakınlığın coşkulu duygusuyla dünyayı tutuşturmaya yazgılı yangın haline gelecekti; bizi kötürüm eden öfkeyi, nefreti ve zulmü tüketmeye ve küle çevirmeye yazgılı bütün kalpleri kucaklayacak bu büyük yangın dünyanın kalbini, asil ve adil insanlığın kalbini birleşik bir işçi ailesi içine alacak.
Köleler tarafından yaratılan ölü şehrin sokaklarında, zulmün hüküm sürdüğü şehrin sokaklarında insanlığa, kendine ve dünyanın kötülüğüne karşı zafere olan inanç büyüdü, olgunlaştı. Donuk ve sıkıntılı bir varoluşun belirsiz kaosunda, geleceğe yol gösteren bir ışık, yürek kadar derin ve basit bir kelime bir yıldız gibi parladı: “Yoldaş!”
[Orijinali 8 Ağustos 1906’da yayımlanan metnin marxists.org’daki İngilizcesinden Defne Adanır tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.