Bu bir dua mıydı, bir direniş çağrısı mıydı, bir bildiri miydi? Bilemedik. Kız çocuğunun annesine yaklaştım usulca. “Sizde yazılar böyle mi yazılır?” dedim. Çat pat Almancasıyla “evet evet, hepsi böyle yazılır” dedi. Liseye giden bir genç yetişti imdadına, 17 yaşında: “Kendi içimizdeki yazılar, bildiriler böyledir ama ilk kez bunu olduğu gibi aktarma özgürlüğü bize tanındı. Hepimiz kendimizi olduğumuz gibi aktarabilsek, kimin kime zararı olur ki!”
Geçtiğimiz cumartesi günü, 28 Ağustos’ta, Afganistan halklarıyla dayanışmak amacıyla New York’tan Wien’e, Basel’den Berlin’e yine sokaklara dökülündü.
Bu kez meydanlarda çocuklar da birer özneydi. Yaşadıkları ülkenin dilini bilmeyen anne ve babalarının tercümanlığını yapanlardı. Bu karar, aile içerisinde aldıkları bir karardı.
Çocuklar! Geçmişin yüklerinden muaf olanlar!
Leş gibi kirletilmiş şu koca okyanusta, hayallerindeki can simidine tutunma umudunu, coşkusunu taşıyanlar!
Özneleşen çocuklar konuşmak üzere sahneye çağrıldılar. Bulunduğum şehirde yapılacak olan miting için, 3-5 Afganistanlı aile, bizlere aktarmak istedikleri tam olarak ifade edilebilsin diye, çocuklarıyla gece-gündüz birkaç sayfalık yazı oluşturabilmek için ter dökmüşler.
Birer bayrak açtılar. Tıpkı Dışişleri Bakanlığı önünde hâlâ açlık grevinde olan Abu ve Ahmet’in taşıdığı bayrağın aynısı! Fotoğraflarda görebildiğimiz, tüm şehirlerde yapılan yürüyüşlerde taşıdıkları bayrağın aynısı.
Küçücük bir toprak parçası olan Afganistan’a, ülke olma tarihi içerisinde neredeyse 30 çeşit bayrak biçilmiş-dikilmiş. Ağustos ayının 17’sinden itibaren resmi olarak “Afganistan Bayrağı” olarak kabul edilen yeni bayrağı tanımayan bölgeler olmuş. Bu bölgeler hâlâ direnişteymiş. Ve istedikleri bayrak, 50 yıl önceki bayrakları, “cumhuriyet” bayrağıymış.
Buralarda yaşayınca tanıma imkânımız da oldu, Afganistanlıların büyük bir bölümü, kapıyı bile “bismillahirrahmanirrahim” diyerek açarlar. Ancak konuşma metinlerine ve tarzlarına çoğumuz henüz hiç tanıklık etmemiştik.
10 yaşındaki bir kız çocuğu büyük bir anlatma, sesini duyurma isteğiyle sahneye çıktı. Okul arkadaşı, yine aynı yaşlardaki Alman bir kız çocuğu da bir karton parçasının üzerine şipşak bir plaket hazırladı. Plaketin bir tarafına, “Hemen Tahliye Edin!” yazdı. Diğer tarafına da, “Tahliyelere Son!” yazdı. Dünyanın iki tarafını da yazdı bu yavrucuk. Afganistanlı bir kız çocuğu konuşma yaparken, Alman bir kız çocuğu miting bitene kadar elindeki plaketle oraya buraya “kurtarııııın” yangınlarında zıplayıp durdu.
Konuşma şöyleydi: “Bismillahirrahmanirrahim. Allahım, Pakistanlı kardeşlerimizle birlikte 20 yıl öncesine geri döndük. ‘Demokrasi’ diyerek başladığımız yere geri döndük. 50 yıl öncesini arar olduk. Allahım, biz ne zaman başımızı ‘Yarın hangi yakınımız öldürülecek?’ sorusunu sormadan yastığa koyabileceğiz. Allahım, gazetecilerimiz evlerine hapsedildiler. Sesimiz kesildi. Öğretmenlerimiz çocuklarımıza ulaşamaz oldu. Doktorlarımız hapsedildi. Bilen insanlarımızın hepsinin sesi kesildi. Allahım, onlara ses olmaya çalışıyoruz şimdi. Atalarımız da böyle yaşamıştı. Bizim çocuklarımız da böyle bir dünyaya doğdu. Allahım, adaleti, özgürlüğü canımızı vere vere elimizde tutmaya çalıştık. Biz ancak bunu yapabildik ve yapmaya da devam edeceğiz. Sen bu dünyayı zalimlerden kurtar yarabbi. Şiddeti biz istemedik. Hep barış istedik. Barış için kan döktük. Kucaklarımızda bebeklerle kanımız döküldü. Sen bu dünyayı zalimlerden kurtar yarabbi. Biz yılmayacağız, sonuna kadar varız. Sen bu dünyayı zalimlerden kurtarmazsan, onlar bu dünyayı yok edecekler. Biz cenneti bilmedik, ancak cehennemi bu dünyada gösterdin bize yarabbi. Gülebilsin artık çocuklarımız. Biz artık korkusuzca uyuyabilelim. Zalimler devrilsin, barış gelsin! Amin!”
Donduk kaldık! Başka bir zamanda tüylerimizi diken diken edebilecek olan bu hitap biçimi, bizi hiç rahatsız etmedi. Etrafıma bakındım. Hiç kimsede bir rahatsızlık belirtisi göremedim. Yanıbaşımda duran, neredeyse yarım asırdır şehrin yerel gazetesinde serbest muhabir olarak çalışan Rüdiger’e döndüm: “Bu bir rüya mı, bu yaşadıklarımız gerçek mi?” diye soruverdim. Kendi duygularımdan şüphe ederek. “Bir rüya olmadığını biliyorum. Ancak bir kâbus olmadığını da biliyorum” dedi, tipik bir Alman formülasyonuyla, buruk bir tebessümle. Bir anlık dahi olsa, kaynaşma denen şey böyle bir şey miydi?
Bu bir dua mıydı, bir direniş çağrısı mıydı, bir bildiri miydi? Bilemedik. Kız çocuğunun annesine yaklaştım usulca. “Sizde yazılar böyle mi yazılır?” dedim. Çat pat Almancasıyla “evet evet, hepsi böyle yazılır” dedi. Liseye giden bir genç yetişti imdadına, 17 yaşında: “Kendi içimizdeki yazılar, bildiriler böyledir ama ilk kez bunu olduğu gibi aktarma özgürlüğü bize tanındı. Hepimiz kendimizi olduğumuz gibi aktarabilsek, kimin kime zararı olur ki!” 17 yaşında! Nasıl pişmiş! 80 yaşında, nice savaşlardan hayatta kalarak bugünlere gelmiş bir bireyle konuşuyor gibi hissettim kendimi…
Ardından yine Afganistanlı, 12 yaşında bir erkek çocuğu çıktı sahneye. Ailesinin dikte ettirdiği yazıyı okudu. Sonra 15 yaşında bir erkek çocuk.
Bu çocuklarla aynı okulda olan bir Alman çocuk zıplayıverdi sahneye. Resmen zıpladı! 14-15 yaşlarında. “Canım sıkkın. Sinirliyim. Tatil, alışveriş, iş güç derken sizin de canınızın biraz daha fazla sıkılmasını ve biraz daha fazla sinirlenmenizi istiyorum. Ki biz gençlerin geleceği, yani daha iyi bir dünya için hep birlikte mücadele edebilelim…”
Sahneden indiklerinde rolleri henüz bitmemişti. Pandemiye rağmen birbirleriyle sımsıkı kucaklaştılar. Aileler onları koparmaya tenezzül dahi etmedi. Nihayetinde, meydanda toplananların ağırlıklı bir bölümü belirli organizasyonların çağrısıyla buraya gelmişlerdi.
Gençler! Kendi geçmiş ve geleceklerini ilmek ilmek örmenin mücadelesini verenler!
Aynı gün, yirmi metre kadar ötemizde, antifaşist gençler Kapitalizm’e görkemli bir cenaze töreni düzenlediler. Kapitalizm’e şık bir tabut hazırlayıp, İstiklal Caddesi’ne benzeyen bir caddede, resmi bir cenaze töreni yürüyüşü gerçekleştirdiler. Simsiyah giyinmişlerdi hepsi. Tam bir resmi cenaze töreni! Tabutu, mumları ve çelenkleri çarşının en merkezi noktasına bırakıp gittiler.
Yine aynı gün, başka bir şehirdeki üniversite öğrencileri, mitinge kırmızı burkalar giyerek katıldılar. Siyah burkalıların koluna girip, kızıl burkalı kadınlarla birleştirdiler!
Yine aynı gün, İtalya kıyılarındaki kurtarma faaliyetleri engellenen “Sea-Eye-4” adlı kurtarma gemisi mürettebatı, kıpkırmızı dalgıç kıyafetleriyle, denizin ortasında gerçekleştirdikleri sessiz oturma eylemini kamuoyuyla paylaştı. Kurtarmak üzere yetişmeye çalıştıkları bir grup insan, bu engelleme sebebiyle boğulmuştu! Jet hızıyla toplanan 300 bin imza sonrası yeniden kurtarma faaliyetlerine başlayabildiler!
Ve evet yine aynı gün, bu deniz ekibine destek vermek isteyen bir grup pilotun: “Kendi uçağımızı tahsis ettik. Gönüllü kurtarma ekibimize izin verin” başlıklı, her gün yineledikleri resmi başvurunun reddedildiği haberi geldi. İmzalar oraya da akıverdi…
Bıktırıcı olacak belki ama, yine aynı günün sabahında, Greta Thunberg ve arkadaşlarıyla yapılan röportajlar yayınlandı radyoda. Bütün çevre aktivistleri inmek üzerelerdi sokaklara. Greta: “Benim adım anıldıkça küçülüyorum artık. Ben ne önderim ne de bir başına bedel ödeyenim. Yüzbinler, milyonlar konuşuyor artık. Partiler adımı malzeme olarak kullanıyor” diyordu. Arkadaşları da şöyle söylüyordu: “Biz de artık organizasyon olarak anılmak, böyle tarihe geçmek istiyoruz. Kişileri öne çıkarıp, kitlelerin gücünü etkisizleştirmeye çalıştıkları bir çağda yaşadığımızın farkındayız.”
Ve evet, aynı cumartesi işte! Binlerce genç yine sokaklara döküldü. Almanya’da, “doğayı savunmak antifaşist-antiemperyalist bir mücadeledir” diyen gençlik gurupları oluşmuştu. Bu guruplar kendi içlerinde daraldıkça daralır diye bir şüphe vardı içimde. Öyle olmadı! Bu diyarlarda gösterdikleri istikrara şaşkınım! Uluslararası mesajlarını da birleştirmeye başladılar.
Ve 18 yaş altında olan yüzlerce çocuğu da aralarına kattılar! Yanlarında yürümekten pes etmeyen, 70-90 yaş arası “tarihin tanıkları” olan gurupla, büyük bir saygıyla omuz omuza yürüyorlar.
Bildiğimiz, takip edebildiğimiz tutuklanmaya-coplanmaya ve direnmeye devam eden Boğaziçi Gençleri, direnirken kazalarda hayatını kaybeden memleketimizin işçileri… Buralarda, meydanlarda direk yan yana olup izleyebildiğimiz, dinleyebildiğimiz çocuklar, gençler…
Hepsi hayallerinin peşindeler! Onlar, bildirilerini okurken, okunan bildirileri dinlerken yürekleri küt küt atanlar! Doğanın kanunu bu, henüz çok heyecanlı ve ‘hayalperest’ler. İyi ki! Ancak birçoğu, tıpkı kendilerinden öncekiler gibi, artık bu diyarlar da dahil olmak üzere, hayallerin bedel ödemeden gerçekleştirilemeyeceğini gayet iyi biliyorlar. Ağırlıklı bir bölümü bu açıdan hiç de ‘hayalperest’ değil.
İçerisinden geçtiğimiz bu çağda, bazı şeyleri çok erken ve hızla yaşadı onlar. İlk İklim Protestoları’nda dahi, ilkokul öğrencileri, taleplerini parlamento üyelerinin hemen duyabileceğini sanmıştı önce. Yedi eylem gerçekleştirdiler. Hayalkırıklığının ne olduğunu erken yaşlarda öğrenme şansları oldu. Hayatın bir “mücadeleye devam” yolculuğu olduğunu bu yaşlarda tecrübe edebildiler.
“Doğanın kanunu” diyerek gülümsüyorum umutla! Onlar, birbirleriyle hoplayıp zıplayıp kucaklaşarak ve omuz omuza yürüyerek, şarıl şarıl akan şelalelerin coşkusunda güpgüzel hayaller kurabiliyorlar hâlâ!
Ve her yeni kuşak, işte böyle, sistemin henüz istediği gibi akıllandıramadığı dünyanın maceraperest delileri olarak kalacak.
İyi ki varlar! İyi ki hapishaneye çevirilen bu evrende yanıbaşımızdalar!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.