Haiti darbesinin gösterdiği bir ikinci şey daha var. Başkanlık sistemlerinde emperyalistler başkanları değiştirirler ancak demokrasiyi geliştirmek için değil, tam tersine faşizmi daha da kurumsallaştırmak için. Bu yüzden başkanlık sistemlerinde seçim yolu ile iktidarın değişmesi yok değildir ama oldukça azdır. Saray darbeleri normdur
Haiti Devlet Başkanı Joenel Moise oldukça iyi korunduğu bilinen konutuna saldıran bazı kimliği belirsiz paralı askerler tarafından öldürüldü. Oldukça ilginç bir suikast; kameralar suikast anını çekmiş, saldırganlar ve sarayı koruyanlardan tek bir kişi yaralanmamış bile. Bu yazıyı yazarken bazı kişilerin suikastçı olduğu şüphesi ile ülkenin değişik yerlerinde ölü olarak yakalandığı bildiriliyor. Ama suikast sırasında tek ölü ve yaralı yok. Tipik bir faşist başkan olan Moise, son yıllarda kendisine darbe ya da suikast yapılmasından korkuyordu ve istihbaratı kendisine bağlamıştı. Ne koruma polisleri ne de istihbaratçılar onu korumadığına göre, bu olaya suikast yerine darbe dememiz lazım. Nitekim öldürülmeden bir gün önce yeni bir başbakan atamıştı ama suikast ertesi eski başbakan hemen idareyi eline aldı ve ülkede olağanüstü hâl ilan etti.
Moise tipik faşist bir başkan. İş insanı, kamuoyu yoklamalarında yüzde 6 oy oranı varken hileli seçimlerle (tüm gözlemciler seçimlerde büyük hilelerin yapıldığını rapor etmişlerdi) başa gelen birisi. Parlamento açık ama Türkiye’deki gibi işlevsiz. Görev süresi geçen şubatta dolmuştu ama ABD’nin açık desteği ile bir sene daha hakkı olduğunu öne sürerek görevde kalmaya devam etti. Adı sürekli mafya ile anılıyor. Muhalefete karşı bir silahı da ölüm çeteleri olarak kullandığı mafya. Büyük ihtimalle aynı ölüm çeteleri ya da onlarla bağlantılı Latin Amerikalı bir grup tarafından öldürüldü. Mahkemeleri kendine bağlamış durumda, istemediği kararları veren hakimleri, polisleri tutuklatıyor. Hükümet karşıtı protestolarda onun yönetimi altında yüzlerce kişi öldürüldü. Gazetecilerin vurulması öldürülmesi sık yaşanan olaylardan.
Bunların hepsi ülkemizi hatırlatıyor ve bu bir tesadüf değil. Emperyalizmin olduğu her yerde başkanlık sistemi norm. Elbette nispi demokratik özgürlüklerin olduğu dönemler de var, mesela Türkiye’de 1961 Anayasası dönemi gibi. Haiti’de de Aristide ile böyle bir dönem yaşanmıştı. Türkiye’de 61 Anayasası Amerikancı faşist darbeler eli ile yok edilmişti, aynı şey Aristide’nin başına da geldi. Adamın solculuğu Ecevit ayarında idi ama ABD buna bile dayanamadı ve halkın ezici çoğunluğunun desteği ile başa gelen Aristide’yi iki kez darbe ile iktidardan aldı. Türkiye’den Malezya’ya, Kolombiya’dan Mısır’a, Pakistan’a vb. hemen tüm ülkelerde yönelim açık faşist diktatörlükler olan başkanlık sistemleridir. Menderes’ten bu yana tüm sağcı faşist iktidarlar, istisnasız hepsi, Menderes, Demirel, Türkeş, Erbakan, Özal, Çiller, Yılmaz başkanlık sistemini savunan demeçler vermişler, bu konuda aktif çaba göstermişlerdi.
Parlamentoyu ve yargıyı yürütmeye bağlayan, kuvvetler ayrılığını ortadan kaldıran bir başkanlık sistemini hayata geçirmek Erdoğan’a nasip oldu. Faşizm tipik olarak kuvvetler ayrılığının ortadan kalktığı tüm yetkilerin yürütmede yani başkanda, liderde toplandığı bir sistemdir. Özellikle Menderes ve Özal bu konuda oldukça büyük çabalar göstermişlerdi ama halk içindeki direniş eğilimlerinin güçlü oluşu onların heveslerini kursaklarında bırakmıştı. AKP yönetimi başkanlık sistemini ‘Kemalist velayete’ karşı daha fazla özgürlük ve demokrasi olarak sunabildiği oranda sol liberal çevrelerin de desteğini almış, bu da ona Menderes ve Özal’ın hiçbir zaman ulaşamadığı meşruiyeti sağlamıştı. Sonuçta başkanlık sisteminde yaşıyoruz.
Emperyalizmin daha 1945’lerden itibaren istihbaratı, orduyu, maliyeyi danışmanlar vb. vasıtası ile örgütlediği biliniyor. Özel Harp Dairesi onların denetiminde kuruldu, 1960’lara kadar hem MİT hem de Özel Harp Dairesi üyelerinin sadece eğitimi vb. ile ilgilenmiyordu, maaşları bile onlar tarafından ödeniyordu. Yine de nispi demokratik haklar, adalet mekanizmasının ve parlamentonun nispi özgürlüğü, hatta partiler arası, parti içi çekişmeler emperyalizm için büyük sorun oluşturuyordu. Tezkere krizini hatırlayın! 2003’te ordunun önemli generalleri bile Meclis’e gittiği halde kontrol dışı AKP’li vekiller yüzünden Irak tezkeresi reddedilmişti. Keza 2017 öncesi Suriye’ye asker sokmakta oldukça ciddi bir direniş vardı ve piyasaya düşen kayıtlarda Ahmet Davutoğlu ve bazı generallerle konuyu tartışan MİT Başkanı Hakan Fidan bu direnişi aşmak için Suriye tarafından Türkiye’yi bombalamayı öneriyordu. Bir de 1917 sonrası gelişmelere bakın; 15 Temmuz darbe girişiminden iki ay geçmeden Biden Ankara’ya gelmiş (o zamanlar Başkan Yardımcısı isi) ve Türk ordusu onun gözetiminde ilk kez Suriye’ye girmişti. Daha sonra Libya’ya da asker gönderilmişti. Şimdi ise Afganistan’da askeri korumaya talibiz. Artık onlar istemiyor, doğrudan Türkiye talip. Türk ordusu nerede bir ABD savaşı varsa orada hazır ve nazır. Ve tüm bunlar son beş yılda oldu. İşte başkanlık sistemi bu yüzden isteniyor. Tabii sadece dış ülkelerde emperyalist çıkarlar savunulmuyor. Türkiye’deki tüm emperyalist yatırımlar tahkim ile garanti altına alınmış ve bu hak bizzat Devlet Başkanı tarafından savunuluyor. Emperyalizmin iktisadi, askeri, politik tüm çıkarları en iyi başkanlık sistemlerinde temsil edilir.
Haiti darbesinin gösterdiği bir ikinci şey daha var. Başkanlık sistemlerinde emperyalistler başkanları değiştirirler ancak demokrasiyi geliştirmek için değil, tam tersine faşizmi daha da kurumsallaştırmak için. Bu yüzden başkanlık sistemlerinde seçim yolu ile iktidarın değişmesi yok değildir ama oldukça azdır. Saray darbeleri normdur. Seçime başvurduğunuzda Aristide gibi, Allende gibi birileri de iktidara gelebilir. O yüzden bir lider emperyalizm için artık taşınamaz hale geldiğinde o ‘saray içi’ bir darbe ile tasfiye edilir. Moise’nin başına da bu geldi.
Türkiye’de muhalefetin çoğunluğu, başkanlık sistemini emperyalizmden bağımsız olarak düşünüyor. Faşizm AKP yönetimine indirgeniyor, emperyalist ülkeler liberal demokrasi olarak kurgulanıyor ve aslında onların da otoriter Erdoğan diktatörlüğünden hoşlanmadıkları, sadece çıkarları gereği uzlaştıkları düşünülüyor. Bu noktada Erdoğan diktatörlüğüne karşı mücadelede emperyalist ülkelerden medet umuluyor.
Emperyalistler çıkarlarına aykırı buldukları iktidarları elbette değiştirmek isterler ama bu iktidar değişikliklerinin sonucunda demokrasi değil tam tersine daha faşist yönetimler gelir. Türkiye’yi düşünün; Evren’den sonra Özal iktidara getirildi emperyalizmin yardımı ile. 12 Eylül bakanı olan Özal 12 Eylül karşıtı gibi sunmuştu kendisini. Ondan sonra gelen Demirel, Çiller vb. yönetimleri ise oldukça kötüydü. 90’lar hala kâbus ile eş anlamlı kullanılıyor. Erdoğan İslamcı gazetecilerin bile kabul ettiği gibi ABD desteği ile iktidara geldi. Hesapta askeri vesayete karşı çıkacak ve demokrasiyi genişletecekti. Emperyalizm hiçbir ülkede demokrasiyi desteklemedi. Irak’ta, Libya’da en faşist, en gerici aşiret reislerini, dincileri desteklediler. Bu ülkeler ortaçağ karanlığına gömüldü. Suriye’de ise cihatçılarla giriş yaptı. ABD zaferi halinde, Libya’nın bugünü Suriye’nin geleceğidir.
Demokrasi ve özgürlük mücadelesi basitçe Erdoğan iktidarından kurtulma mücadelesine indirgenemez. Özgürlük ve demokrasi ancak anti-emperyalist, anti-faşist bir mücadele ile kazanılabilir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.