Türkiye’de toplumun yüzde 70’i işçileşti ve işçileşen kesimlerin yeniden işçileşmesi saldırıları da OHAL, salgın vb. süreçlerle devam ediyor. Toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçiler, sermaye karşıtı bir mücadele sonrası ancak sınıf haline gelebilir. Bu da tarihsel koşulların belirlediği ama iradi-sıçramalı bir şekilde ve uzun bir döneme yayılan bir süreçte gerçekleşebilir
Türkiye’de ilk COVID-19 vakasının bildirilmesinin üzerinden yaklaşık 14 ay geçti. En görünür sonuç ölümler. Bugün itibarıyla resmi makamlara göre Türkiye’de 42 bini aşkın insan hayatını kaybetmiş durumda. Yine bu dönem işçi sınıfına dönük ölümüne çalıştırma, işsizlik, açlık vb. saldırılarla karakterize oldu. Diğer yandan bu saldırılara karşı direniş ve dayanışma hareketleri de gerçekleşti. Bu süreci ayrıntılı olarak değerlendirmek önümüzdeki dönem sınıf mücadelesinin seyri açısından çok önemli…
Çarklar dönüyor
Salgın, iktidar ve patronlar tarafından bir ‘fırsat’ olarak görüldü. 15 Mart haftası ile birlikte üretimin/hizmetin durması veya yavaşlaması bahane edilerek pek çok işçi işten çıkarıldı. Güvencesiz çalışmanın hâkim olduğu konaklama (kafe-bar-otel-restoran) ve inşaat işkolunda yoğunlaşan işten çıkarmaları tekstil, AVM, tersane işletmeleri takip etti. Özellikle geçici ve güvencesiz çalışmanın olduğu bütün sektör ve alanlar etkilendi. Yine kayıt dışı istihdamın ana kitlesi olan kadın, çocuk ve göçmen işçiler de bu süreçte işsiz ve gelirsiz kaldı.
Pandemi sürecinde alınması gereken önlemlerin bireysel önlemlere indirgendiği ve “Hayat Eve Sığar”, “Fiziksel Mesafe”, “Kendi OHAL’ini İlan Etme” çağrısı gibi söylemlerin yaşamak için çalışmak zorunda olan ve evde kalamayacak olan milyonlarca işçiyi ve ailelerini kapsamadığı bir gerçekti. İşçi sınıfına “Hastanede Ol” “Şantiyede Ol”, “Fabrikada Ol”, “Markette Ol” denmeye devam edildi. İşçiler açlık tehdidiyle zorla çalıştırıldı. İçişleri Bakanlığı tarafından yayımlanan genelge ile ilan edilen sokağa çıkma yasaklarında fabrika ve işyerlerinin büyük bir kısmının yasaktan muaf tutulması, 20 yaş altına ve 65 yaş üstüne uygulanan sokağa çıkma ve şehirlerarası geçiş yasaklarında işçilerin istisna tutulması, işçi eylemlerini yasaklayan valilik kararları, işyerinde alınmayan önlemleri duyuran sendikal kadroların ev baskınlarıyla gözaltına alınması gibi uygulamalar üretimin her koşulda devam ettirileceği bir politikayı net bir biçimde ortaya koydu.
İşçiler açlık tehdidiyle çalıştırılırken, başta sağlık çalışanları, kargo emekçileri, market çalışanları olmak üzere pek çok sektörde aşırı ve esnek çalışma dayatıldı. Çalışma süreleri fiilen uzatıldığı gibi, pek çok işyerinde fazla mesai ücreti ödenmedi, işçiler angaryaya zorlandı. COVID-19’a yakalanan çok sayıda işçinin olduğu işyerlerinin çoğunda üretim sürdürüldü, işçilerin yaşamı ile oynandı. Karantinaya alınan işçiler ise herhangi bir test uygulanmadan evlerine gönderildi, karantinadaki işçilere çoğunlukla ücretsiz izin kullandırıldı.
Bu gerçeklere rağmen COVID-19, SGK Genelgesi ile iş kazası/meslek hastalığı olarak tanınmadı. İşçiler ve aileleri devlet tarafından sosyal güvence açısından da korunmasız bırakıldı.
Kapalı devre çalışma sistemi
MÜSİAD tarafından dile getirilen “kapalı devre çalışma sistemi” yaz aylarında Dardanel’de fiilen hayata geçirildi. İl Hıfzısıhha Kurulu üretime ara verilmesi kararını vermesi gerekirken çalışmanın devamına ve işçilerin gösterilen yerde konaklamasına karar verdi. Çanakkale Belediye Başkan Yardımcısı’nın “Bayram öncesi işsiz kalacak insanlar vardı. Çok düşünemeden, yoğunluk içerisinde bir karar almak zorunda kaldık” açıklaması da işçi sınıfına sunulan seçenekleri özetliyordu.
Dardanel örneği çok konuşuldu ama fiilen kapalı devre çalışan işyerlerine pek değinilmedi. Oysa 2020 Mart-Nisan-Mayıs aylarında hastanelerde COVID-19 servislerinde çalışan sağlık emekçileri de “fiili” olarak kapalı devre çalıştı. Ya hastanelerde hazırlanan katlarda ya da hastanelere en yakın yerlerde yaşayıp çalıştılar. Şantiyelerde ise inşaat işçileri dışarı çıkmadan çalışırken COVID-19’a yakalananlar ise şantiye dışına çıkarıldı. Memleketlerine de gidemeyen bu işçiler kısmi dayanışmalar dışında başlarının çaresine bakmaya zorlandı.
Kapalı devre çalışma sistemine verilen tepkiler bu uygulamanın genelleşmemesi ve ileri dönemlerde uygulanmasının önlenmesi açısından çok anlamlı. Ancak hâkim üretim süreci de daha fazla eleştiriye tabi tutulmalıydı. Metal, perakande, depo, gibi işkollarındaki üretim-hizmet zorlamaları COVID-19 nedenli ölümlerin meydana gelmesini getirdi. Örneğin Vestel fabrikasında haftada 60 saati aşan çalışma saatleri mevcuttu. Yine bildiğimiz kadarıyla en az 7 işçi COVID-19 nedeniyle hayatını kaybetti, 1000 civarı işçi ise hastalandı. Ne kadar işçi yakınının etkilendiğini ise bilmiyoruz. Hatta TSE, Vestel’e ‘güvenli üretim belgesi’ verdi.
Bu gündeme gelen en uç örnekler onlarca işyerinde yaşananlar işçi sınıfına karşı işlenen suçlar olarak tarihe geçti (ve geçmeye devam ediyor). Ancak ne yeterince takibini yapabildik ne de yeterince gündem haline gelmesini sağlayabildik.
Ücretsiz izin, Kod-29 ve işsizlik
Salgının başlangıcıyla birlikte iş akdi feshedilmese dahi, üretimin/hizmetin durmasından kaynaklı fiili olarak on binlerce konaklama (kafe-bar-otel-restoran) işçisi işsiz kaldı. Bu durum dönem dönem “normalleşme” uygulamaları ile kısmen hafiflese de işkolunda binlerce işçi artık kalıcı olarak işsiz hale geldi. Yine kronik rahatsızlığı veya yaşı sebebiyle risk altında bulunan işçiler ilk anda işten çıkarıldı. Bu sürecin devamında ise birçok işkolunda ücretsiz izin uygulaması (bazen evvelinde zorunlu ücretli izne çıkarma) ve Kod-29 nedenli işten atmalar gerçekleşti.
Neydi ücretsiz izin? İşçilere aylık 2020 yılında 1168 Lira ve 2021 yılında 1420 Lira net ücret “İşsizlik Fonu’ndan karşılanarak” ödenmekte ve bir ay boyunca işçinin bu ücretle geçinmesi beklenmekteydi. Yine bu uygulamayla işçilerin kıdem, ihbar tazminatı hakları donduruluyor ve SGK emeklilik primleri ödenmeyerek daha geç emekli olmaları da dayatılıyordu. İşten çıkarmaların yasak olduğu salgın sürecinde milyonlarca işçi patronlar tarafından ‘ekonomik koşullar’ gerekçe gösterilerek ücretsiz izne çıkarıldı.
Takip eden uygulama ise Kod-29. Salgın sürecinde sözde işten atmaların yasaklandığı açıklamalarıyla tazminatsız işten atmaların önü açıldı. İş Kanunu’nun 25/2 Maddesi kapsamında işten çıkarmanın “yasal” olması ile on binlerce işçi çıkış kodu 29 olarak işaretlenerek (ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller) haksız-hukuksuz bir şekilde tazminatsız olarak işten çıkartıldı. Kod-29’dan atılan işçinin kıdem tazminatı gasp ediliyor, işsizlik maaşına da hak kazanamıyor. Ayrıca “ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller” nedeniyle işten atıldığı için fişleniyor ve iş bulması imkânsız hale getiriliyor. Oysa bu dönemde sadece salgında ölümüne çalıştırma koşullarına karşı çıkan, haklarını isteyen ve bu yüzden sendikalaşan işçiler Kod-29 nedeniyle işten atıldı. Yani Kod-29 bir sermaye keyfiyetiydi ve temel olarak işçilerin haklarının baskı altına alınması ve örgütlenmesinin engellenmesinin bir ifadesiydi.
İşçiler ölüyor
Salgınının ilk zamanlarında “virüs zengin, fakir ayırt etmiyor” deniyordu. Ancak görüldü ki salgın sonucu şu ana kadar tespit edilebilen 1000’i aşkın işçi hayatını kaybetti, on binlerce işçi hastalandı. Bu bilgilere ek olarak araştırmalardaki kişisel gözlemlerim ışığında bir yorumda bulunmak istiyorum. Türkiye’de COVID-19 nedenli ölenlerin yüzde 15 civarı faal işçi. Yani tespit edilenin 5-6 katı. İşçi aileleri ve bir dönem evvelki işçi kuşağı olan emeklilerin oranı ise neredeyse yüzde 85. Ölenlerin sadece yüzde 1’i zengin diyebileceğimiz sınıfın üyeleri. Bu durum COVID-19’un bir işçi sınıfı hastalığı olduğunun en büyük göstergesi. Yine emek araştırmalarında COVID haritaları incelemelerinde bu durumu en somut (özellikle salgının daha azaldığı dönemlerde) İstanbul’da E-5’in yukarısının kırmızı (COVID yoğun) aşağısının yeşil (COVID seyrek) olmasından da görebiliriz.
Salgın sürecinde Türkiye, tarihin en büyük ‘işçikırımı’ ile karşı karşıya kaldı. İşte güvencesizliğin en çıplak görüntüsü tam da buydu. Güvencesizliği bugünün proleter çalışma ve yaşam disiplini haline getiren AKP iktidarı-patronlar salgını da fırsata çevirerek kârlarına kâr katarken her gün onlarca arkadaşımızı kaybettik. O halde tekrar şu soruyu sormak gerekiyor: Hangi savaşta bu kadar arkadaşımızı kaybediyoruz? Bu anlamda Sağlık Bakanlığı’nın günlük açıkladığı COVID-19 tablosunu, sınıf savaşımının güncel tablosu olarak göremez miyiz?
Salgına karşı hazırlıksızdık
Emek hareketi bir bütün olarak salgına hazırlıksız yakalandı. Türkiye’de ilk resmi vakanın bildirildiği gün olan 11 Mart ayrıca virüsün pandemi ilan edildiği gündü. Oysa göz göre göre gelen bu süreçte en azından şubat ayının son haftasından itibaren maske tedariki ve takılması, işyerlerinde (ulaşım-yemek-barınma vd.) bütünsel olarak hazırlıkların yapılması, kronik hastalığı olan işçilerin izinli sayılması ve yaşlı sağlığı gibi konularda talepler hazırlansa ve küçük de olsa açıklamalar-eylemler gerçekleştirilse iktidara karşı poziyonumuz çok farklı olabilirdi. Bu konulara dair öneriler ancak 15 Mart sonrası geliştirilebildi, geç kalındı.
İlk tepkiler
Salgının ilk iki ayında alınmayan iş güvenliği önlemleri, artan COVID-19 vakalarına rağmen sürdürülen üretim, salgın fırsatçılığı ile dayatılan fazla mesailer, ücretlerin ödenmemesi, görev tanımı dışında iş yaptırılması, örgütlenmeye dönük baskılar nedenleriyle onlarca işçi eylemi gerçekleşti. Bu eylemler sonucu bazı işyerlerinde patronlar geri adım attı ve üretime ara verildi, önlemler alındı ya da ücretler ödendi:
İşyerlerinde COVID-19 tespit edilmesi sonrası kısmi üretimi durduran Gebze’de Sarkuysan, Tuzla’da Valfsan, Antep’te Melike Tekstil, Çerkezköy’de Eaton, İstanbul’da Sanel Sanayi Elektronik, Kocaeli’de Omco Kalıp Sanayii ve İzmir’de Akar Tekstil işçilerini;
Koronavirüse karşı alınmayan önlemler sebebiyle iş bırakan (ve İstanbul’un birçok yerinde pankart asarak bu süreci teşhir eden) İstanbul’da Galataport, Zeytinburnu Büyükyalı, Emaar, Turkuaz Medya Alibeyköy, Taksim AKM şantiyeleri, TOKİ’nin Kars ve Bursa şantiyeleri, Muş Alparslan-2 Barajı şantiyesi, Limak Holding’in yürüttüğü Kuveyt Havalimanı şantiyesi, Kolin İnşaat’ın Kuzey Marmara Otoyolu şantiyesi, Cengiz Holding’in Mardin Mazıdağı’ndaki şantiyesi, Gaziantep Şehir Hastanesi şantiyesi işçilerini;
Yaşamak için alınması gereken önlemleri açıklayarak patronları protesto eden, iş bırakan İzmir Büyükşehir Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürlüğü, (salgında sahada çalışmaya devam etmelerini İstanbul’da 4 ayrı ilçeden enerji piyasası düzenleme kurumu EPDK’ye seslenerek protesto eden ve iş bırakan) İstanbul Büyükşehir Belediyesi İSKİ ve İGDAŞ, İzmir Büyükşehir Belediyesi Katı Atık Birimi, (ücretsiz izin sadırısına karşı mücadele eden) Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Tesisler İşletme Müdürlüğü, Muhasebeci ve Mali Müşavirler, PTT işçileri, ETİ Maden Genel Müdürlüğü, TÜVTÜRK, İbn-i Sina Hastanesi, Adana Balcalı Devlet Hastanesi ve Mağusa Limanı işçilerini;
Sokağa çıkma yasağının ardından çalışma koşullarının daha da kötüleşmesi ve çalışma saatlerinin günde 14 saate çıkarılması gibi sebeplerle, çalışma koşullarının iyileştirilmesi talebiyle sosyal medya kampanyaları başlatan ve örgütlenen market işçilerini, yine hakları için örgütlenen, eylemler düzenleyen özel okul öğretmenlerini, moto kurye işçilerini, kafe-bar çalışanlarını;
Ve tabiî ki Türkiye’nin dört bir yanındaki sağlık işçilerinin mücadelelerini bugün tekrar selamlamak gerekiyor…
Sağlık ve eğitim emekçilerinin mücadelesi
Salgın sürecinde dönem dönem işçi hareketinin belirleyiciliği sağlık ve eğitim emekçilerinin mücadelesi önderliğinde olabilirdi. Eğer ki bu işkollarında hastalığa yakalanma ve sonucunda ölümlerin meydana gelmesini engelleme mücadelesini oluşturma ve yaygınlaştırma anlayışı hâkim olsaydı.
Ancak odaklanılan husus örneğin bilinen işçi ölümlerinin yüzde 40’ının meydana geldiği sağlıkta sonuca dönük bir talep olan “COVID-19 meslek hastalığı kabul edilsin” mücadelesidir. Elbette bu talep çok önemlidir. Ancak acil pratik adım olması gereken dünyada bazı örneklerine de rastladığımız sağlık emekçilerinin iş durdurma dahil farklı eylemlerini örgütleyemedik. Örneğin İngiltere’de, ABD’de, Belçika’da, Arjantin’de vd. ülkelerde iş durdurma, hükümet temsilcilerine sırt dönme, meydanları terk etmeme ve yollara barikat kurma eylemleri gerçekleştirildi. Bizler de “önlemlerin alınması, ölümlerin durdurulması” talebini sağlık emekçilerinin bütünsel mücadelesinin merkezine alıp buna uygun eylemler gerçekleştirebilirdik. Böylece salgının ilerleyen günlerinde süreç mayalanabilir ve özellikle 15 Ağustos 2020-15 Ocak 2021 arası dönemde sağlık emekçilerinin mücadelesi diğer alanlara örnek olabilecek sonuçlar doğurabilirdi.
Başka bir örnek de eğitim işkolu için verilebilir. Eylül ayı ile birlikte okulların açılması, sonrasında haftada bir gün okula gidilmesi ve mart ayında yeniden açılması sonucu 100’ü aşkın öğretmen COVID-19 sonucu hayatını kaybetti. Ancak bu durum iç gündemleriyle meşgul eğitim emekçileri sendikalarının ancak mart ayı ile birlikte gündemi haline gelebildi. Yine benzer anlayışla mücadele farklı bir noktaya gelebilirdi.
25 yıldır “Parasız Eğitim Parasız Sağlık” çalışması temelinde onlarca örnek vererek yetişen kadroların salgın sürecinde “hazırlıksız” olması veya “politika üretememesi”nin nedenleri üzerine de düşünmek gerektiği hatırlatmasını yapalım.
Kafe-bar çalışanları, market ve AVM işçileri, moto kuryeler
Önemli bir dinamik de güvencesiz ve kayıtsız işçilerin mücadelesiydi. Kafe-bar-restoran çalışanları, market, AVM işçileri ve moto kuryelerin tepkileri ve geliştirdikleri özgün örgütlenme modelleri oldukça önemliydi. Tabiî bu örgütlenmelerin tecrübesizlikleri-eksiklikleri örneğin kafe-bar çalışanları ve esnafları arasındaki örgütsel ve talepsel çizgilerin belirsizliği, market ve AVM işçilerinin örgütlenmelerinin geleneksel sendikal hareket merkezlerine yönelmesi veya süreksizliği, genel olarak bu işçiler içindeki farklı çalışma statülerinin (sigortalılar, yevmiyeli çalışanlar vb.) getirdiği farklı sorunları bütünsel kavrayamama gibi birçok başlık tartışılmalıdır. Ancak geliştirilen hareketler oldukça önemlidir.
Özellikle kafe-bar çalışanlarını ve sadece bu sektörü değil genel anlamda esnafı etkileyen bir soruna da değinmek gerekli. Bu da işçilerin bu sürecin neredeyse tamamında işsiz ve gelirsiz kalması, diğer yandan küçük esnafların da (çoğunun banka ve tefecilere de borçlanarak) batması sonucu oluşan tablodur. Özellikle salgın sürecinde intihar ederek hayatına son veren emekçilerin bu kesimlerden olması tesadüf değildir. Arkadaşlarımızın ölümüne yol açan hususların biri koronavirüs salgını sonucu izlenen devlet ve sermaye politikaları ise de diğer husus da güvencesizlik ve geleceksizlik gerçekleri karşısında yayılan örgütsüzlük salgınıdır. Bizler bu emekçilerle yeterli dayanışma ağlarını kuramadık. (Çok kafa yormak gerekiyor. Devlet bu devasa işsiz kitleleri pasifize edecek politikalar üretebilir mi ya da bu işsizliği yönetebilir mi? Veya biz işsiz işçileri örgütleyebilecek miyiz?…)
Uzaktan çalıştırma
Salgın döneminde milyonlarca emekçi uzaktan çalıştırıldı ve hatta konu hakkında bir yönetmelik de çıkarıldı. Büro çalışanları, banka çalışanları, öğretmenler vb. dönem dönem veya sürekli olarak evde internet üzerinden geliştirilen çeşitli programlarla online çalıştırılıyor. Yani bu işçiler için ev, işyeri haline gelmiş durumda. İşçilerin karşılaştığı durum ise çalışma sürelerinin belirsizleşmesi oldu. Sabah başlayan çalışma saatleri, öğle yemeği ve ara molaları verilmeksizin devam ederken mesai saatleri de sürekli olarak akşamın ilerleyen saatlerine kaymaya başladı. Yine su, yemek, elektrik, ısınma, internet gibi giderlerin neredeyse tamamına yakınının işçilerin üzerine yıkılması bir ücret gerilemesine de yol açtı. Diğer yandan bu işçilerin sürekli evde durması sosyal yaşantılarının yok olması sonucunu doğururken özellikle kadın işçiler için ise aynı anda (iş saatlerinde) ev işlerini de -yemek hazırlamak, temizlik yapmak, çocuk bakımı vb.- yaptıkları bir süreç oldu.
Evden çalışan işçiler için ciddi bir örgütsel pratik gerçekleştirilemedi. En göze çarpan örnek ise salgının başlangıcında özel okul öğretmenlerinin özellikle ücret alacakları için verdikleri mücadeleler ve örgütlenme ağları oluşturmalarıydı. Evden çalışan işçilerin birçok örgütlenme pratiği olabilir. Ancak gündeme gelmemesinin ana nedeni ise salgından görece korunaklı kalmalarıdır. Oysa evden çalışanların da hatırı sayılır bir bölümü belli dönemlerde veya haftanın belli günlerinde işyerlerine gitmek zorunda kaldı. Ancak bu nedenle (evde olmaları) COVID-19 sonucu ölümleri görünür olmadı. (Kamuda çalışan öğretmenlere yukarıda değinmiştim.)
Emekli işçiler
Normalde de eksik olan ancak bu dönemde daha da belirginleşen “yaşlı sağlığı” ya da “emekli işçiler” üzerine geliştirebildiğimiz politikalar oldukça eksikti. Bu dönemde DİSK’in Emeklilikte Yaşa Takılanlar Derneği ile kurduğu bağların sıkılaşması ve kıdem tazminatının kaldırılmasına dönük iktidar hamlesine karşı geliştirilen mücadele en belirgin husustu. Ancak yukarıda belirttiğim gibi COVID-19 sonucu ölenlerin yüzde 85’i emekliler ve aileleriydi. Yine faal işçiler içinde ölenlerin önemli bir kısmı (emeklilik hakları ellerinden alınan) 50 yaş ve üzeri çalışanlar ya da tamamına yakını kronik hastalığı olanlardı. Ancak bir talep olarak yaşlıların korunması, belirli bir yaşın üzerindeki işçilerin (örneğin 50 yaş üstü) ve kronik rahatsızlıkları olan işçilerin çalıştırılmaması politikasını örgütleyemedik. Zira emekli işçiler için devletin tek politikası evden dışarıya çıkarmamaktı. Kronik rahatsızlığı olanların ise birçoğu bu süreçte çalıştırıldı. İdari izin kapsamı oldukça dar kesimlere uygulandı.
Öyle mi alay komutanı
Salgın döneminin belirgin ilk işçi hareketini Soma, Ermenek, Bimeks, Atlasjet, Uzel işçilerinin geçmişe dair alacakların alınması, kıdem ve ihbar tazminatlarının ödenmesi şeklinde gelişen hareketliliği oluşturdu. Bu eylemlerde izlenen militan tarzlar; işyeri önünde çadır kurma, işyerleri önünde kitlesel açıklama veya patronların evinin önüne gitme, farklı alanlarda doğrudan eylem biçimleri hareketin ifadesi oldu.
Ancak eylemleri sembolize eden ise Soma madencilerinin yürüyüşüydü. İşçi sınıfı virüs ve işsizlik cenderesi altında iken geleneksel sendikal merkezlerin kendi üyelerini koruyan eğilimi karşısında kolunu, gözünü madende bırakan ve sağlık durumları iyi olmayan maden işçilerinin salgın koşullarında Ankara’ya yürümesi, jandarma baskısı altında kalması; evde kalan veya pasif haldeki emekçi kitlelerin gözünde yürüyüşün hak ve demokrasi talebi olarak görülmesine neden oldu. Emekçi kitleler Somalı madencilerle kendilerini özdeşleştirdi. “Öyle mi alay komutanı” sorusunda sembolize olan itidale ve atalete karşı çıkış isyanı, sonrasında gelişen bütün işçi eylemleri için umut oldu.
Patronun kim olduğu fark etmez
Salgın döneminin belirgin ikinci işçi hareketi ise özellikle CHP’li belediye işçilerinin ücret eylemleri oldu. Salgınla birlikte temel ihtiyaç maddelerindeki artışın yüzde 40 civarında olduğu ülkemizde işçilerin alım gücü düştü. Öyle ki birçok yerde asgari ücretteki 500 TL artış sonucu ücretler asgari ücretin dahi altında kaldı. Örneğin birçok işyerinde işçiler sigortada asgari ücretli olarak gösterilirken ücretleri ise 2500 TL civarında. Yine asgari ücretin biraz üzeri olan 3000-4000 TL arası, işçi sınıfının ezici bir çoğunluğunun aldığı ücret olmuş durumda. Tam da bu koşullarda taşerondan kadroya geçen temizlik işçileri önderliğinde gelişen hareket işçi sınıfının bütününün dikkatini çekti.
Belediye işçilerinin talepleri atla deve değildi. Yol ücretinin 120 TL’den tam akbil bedeli olan 275 TL’ye çıkmasını ya da gerçek enflasyonun yüzde 40’a vardığı bir ülkede ücretin net 5000 TL olmasını istemekten doğal ne var? Belediyelerde gerçekleşen direngen eylemler ve kitlesel grevler bir ablukayı kırmış oldu. AKP’li belediye işçilerinin direnişçi işçilerle temas kurması, sessiz sedasız imzalanan TİS sonrası BEDAŞ işçilerinin itirazı gibi atılan ilk adımlar işçi sınıfının varolan ücret politikalarına karşı isyanının ilk habercileridir.
Tabiî Kadıköy ve Maltepe belediye işçilerinin grevlerine CHP’li kesimlerin verdikleri tepkiler emek hareketinde CHP çizgisine bel bağlayanlar için ders vericidir. “Belediyeler işveren değildir”, “Çalışanlarımızla birlikte bir sosyal işlev yerine getiriyoruz”, “İşçilerimiz bizim paydaşımızdır”, “Belediyelerde işçi işveren ayırımımız yoktur”, “Belediyelerde grev yapılması halka zarar veriyor”, “Tam da Millet İttifakı yükselişe geçmişken bu grevler de nereden çıktı”, “AKP bizi yıpratır”, “Neden AKP’li belediyelerde değil de CHP’li belediyelerde grev yapıyorsunuz?” vb. söylemler ortaya atıldı. Tabiî bir de başta Büyükşehir Belediyesi de dahil olmak üzere birçok CHP’li kesim tarafından yapılan grev kırıcılık da cabası. Bu soruların cevabını arkadaşlarımız sahada fiilen verdiler. Tam da “Neden salt AKP karşıtı değiliz?” sorusunun pratik yanıtının bu yaşananlar olduğunu düşünüyorum.
Diğer yandan Genel-İş Genel Merkezi’nin ve zaman zaman şubelerinin sürece yaklaşımı eleştirildi. Burada özellikle Genel-İş’in işveren konumundaki CHP ile ilişkileri ve buna bağlı olarak müdahaleleri tabiî ki eleştirilecek. Ancak bu veya başka eleştirilerin “DİSK’e saldırı” olarak kodlanması veya geleneksel sendikal kadroların çoğunluğunun, işçilerin direnişlerini sürdürme eğilimindeyken Genel-İş Genel Merkezi’nin tavrı sonrası sessizliğe bürünmesi gibi hiçbir tavır da kabul edilemez.
Direniş ve dayanışma yaşatır
Salgın döneminin belirgin üçüncü işçi hareketi ise Kod-29’a karşı geliştirilen direnişler ve bu direnişlerin tek bir çatı altında toplanabilme iradesidir. Baldur, Sinbo, Bel Karper, Migros, PTT, Yasin Kaplan ve Güven Boya, İzmir BB, Tüvtürk gibi direnişlerin ısrarlı mücadeleleri, militan eylemleri işçi sınıfının dikkatini bu soruna çekti. Özellikle yapılan eylemler, gösterilen dayanışma, taleplerin merkezileştirilmesi ve “yan yana gelemez” denilen işçi direnişlerinin ortak ilkelere uyumlu olan tek ses tavrı, sorunun ülke çapında görünür olmasına yol açtı.
Belki Kod-29’un kaldırılması sağlanamadı ancak bu eylemler sayesinde Kod-29 haksızlığı gözler önüne serildi. Diğer yandan bu eylemlerin gösterdiği önemli husus şu: Alandaki militan özneler bir program dahilinde yan yana mücadele ederse ortaya çıkan dinamizm bütün açısından belirleyici olabilir. Önemli olan bu yan yana gelişlerin dar ufuklu, içe dönük pratik ve eleştiri odaklı olması değil bütünsel bir programa ve kapsayıcı bir bir anlayışa sahip olmasıdır. Bu pratiğin eleştirel (ve tabiî ki özeleştirel) olarak bir değerlendirmesi yine bu sürecin özneleri tarafından acilen yapılmalıdır.
Kod-29’a karşı geliştirilen mücadele anlayışı bütünsel olarak sürdürülemedi. Ancak parça parça da olsa nisan ayının ikinci yarısında 1 Mayıs sürecinin ilk belirgin pratikleri haline de geldi. Devletin direniş çadırlarına müdahale ederek 1 Mayıs sürecini başlatması, buna karşı direngen tavırlar, İstanbul’un dört bir yanında mücadelenin filizlenmesine ve 1 Mayıs’ta gösterilen direniş hattının mayalanmasına da zemin oluşturdu.
Aynı sürece bir ek daha yapmak gerekiyor. Salgın dönemi işçi sağlığı ve halk sağlığı mücadelelerinin ortak, güçlü bir ses oluşturmasının nesnel zeminini de ortaya çıkardı. Özellikle “aşıda patent kaldırılsın” talebi ile başlayan adımların devamı işçi hareketiyle birlikte birleşik bir mücadele olarak örülebilirse pratiğe ivme kazandırabilecek bir potansiyele sahip.
Ücretli değil üreten, seçmen değil halkız!
Yıllardır geleneksel sendikal hareketin devletten ve sermayeden bağımsız çizgileri aşınmaktaydı. Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde geliştirilen Emeğin Avrupa’sını oluşturma söylemleri, Avrupa sermayesinin bir uzantısı olan ETUC’la kurulan ilişkiler, kendi mali işleyişini kuramayıp AB fonlarına mahkûm olma, üye aidatlarının devlet tarafından ödenmesi ve son olarak sendikal merkezlerin bütün unsurlarının sosyal diyalog mekanizmalarına dahil edilmesiyle bu çizgi aşınmasının sonuna gelindi.
Geleneksel sendikal hareketin örgütlenmesinin merkezinde olan ve iki yılda bir yapılan bugünkü işyeri TİS anlayışı anlamını yitirdi. Bir yandan TİS’ler adım adım üç ve dört yıllık dönemlere çıkarılırken diğer yandan sessiz sedasız imzalanmaktadır. Bu anlayış işçi sınıfının ücret taleplerine derman olamamakta ve siyasal taleplerinden uzak durmayı esas almaktadır.
Geleneksel sendikal hareket işçi sınıfını sandık siyasetine mahkûm bırakarak fiili mücadele zeminleri üzerinden bir hareket yaratılmasının da önünü kapatmaktadır.
Geleneksel sendikal hareket, sermaye ve devletin 10 Ekim ve OHAL saldırılarıyla beraber çözülmeye başlamıştı. OHAL ve salgında beraber izlenen ‘bekle ve gör’ politikası, işten atılan ya da iş cinayetlerinde ölen üyelerin bile korunamamasına, etkisizleşmeye, işçi sınıfının bütünü ve varolan işçi dinamizmi ile bağ kurulamamasına yol açtı.
Söylenebilecek çok şey var ama özetle geleneksel sendikal hareketteki çözülme süreci mantıksal sonucuna ulaştı diyebiliriz…
Yeniden kuralım
Bugün önümüzde yeni bir sınıf hareketini inşa görevi bulunmaktadır. Hareket halinde, sınıf mücadelesine adanmışlıkla, adımlarımızı ve biriktirdiklerimizi bir sonraki sürece aktarıp inisiyatif alarak ve bu süreçte bir hareket merkezi oluşturarak önümüzü görebiliriz.
Elimizde hazır bir reçete olmasa da bazı satırbaşlarını başlangıç noktası yapmak gerekiyor:
- Geleneksel sendikal hareketin verili olan durumunun mücadele zemini için esas belirleyen olması kabul edilemez. Kabul edilirse itidal ve atalet içinde kalınır ya da başka bir deyişle varolanın çözülme krizleri bizi politikasız bırakır.
- Her düzeydeki sınıf örgütlenmemizde örgütsel bütünlüğü “şeklen” korumayı değil “özünde” korumayı hedeflemeliyiz. Bu anlamda her türlü bürokratik eğilime karşı çıkmalı ve yeniden kuruluşa uygun bir şekilde yapılanmalıyız.
- İşçi sınıfını ücretliler olarak yani meta-emek satıcıları olarak değil üreten olarak gören bir anlayışla hareket etmeliyiz. Keza işçi sınıfı ve halkımızı seçmen değil devrimci hareketin öznesi haline getirmeye çalışmalıyız. Amacımız “yaşanılabilir bir alan mücadelesi” oluşturmak değil kapitalizmi yıkmak olmalıdır.
- 10 Ekim, OHAL ve salgın yönetimi süreçlerini çok iyi analiz etmeliyiz. Zira bu saldırıların ve çözülmenin içinde önümüzdeki dönemin ilk direngen adımları da bulunmaktadır.
- Dar ufuklu, içe dönük pratik ve eleştiri odaklı değil bütünsel bir programa ve kapsayıcı bir anlayışa sahip olmalıyız.
- İşçi sınıfının bütününü direniş eksenli temsil etme kapasitesine sahip toplu pazarlık yöntemleri; örgütlenmeler ve mücadele pratikleri inşa etmeliyiz.
Bu konuya dair de söylenebilecek çok şey var ama özetle: Türkiye’de toplumun yüzde 70’i işçileşti ve işçileşen kesimlerin yeniden işçileşmesi saldırıları da OHAL, salgın vb. süreçlerle devam ediyor. Toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçiler, sermaye karşıtı bir mücadele sonrası ancak sınıf haline gelebilir. Bu da tarihsel koşulların belirlediği ama iradi-sıçramalı bir şekilde ve uzun bir döneme yayılan bir süreçte gerçekleşebilir. Yine bir görev de işçi sınıfının devrimci politik liderliğini oluşturmaktır. Bu yüzden dünyada son dönemde patlak veren işçi isyanlarından öğrenmeli, etkileşim kurmalı, ülkemizde gelişen işçi direnişlerinde yer almalı, iradi müdahalelerde bulunmalı ve gerçek bir sınıf isyanına öğretebilmek için hazırlanmalıyız…