Dizinin Türkiye panoraması çizme iddiasında sınıf çelişkisi diye ortaya koyduğu yegâne şey kadınlar arasındaki derin sınıfsal çelişkiye delalet olduğu varsayılan yaşam tarzı farklarıdır… Dizimizde çizilen Türkiye panoraması itibarıyla bu memlekette esas şiddet uygulayan kesimin erkeklerden bağımsızlaşan kadınlar olduğunu anlıyoruz… İnançlı beş vakit namaz kılınan ailelerde esas olarak dayanışma ve mutluluk hüküm sürüyor. Oysa o özgür, tek başına yaşayan meslek sahibi kadınlar ne acılar içinde kavruluyorlar…
Şimdi herkes Bir Başkadır konuşmaya başlayınca, “yeter ama sıkıldık herkesin bu diziyi konuşmasından” lafları da dökülmeye başladı. İşte tam bu noktada feminist mücadele engellenemez diyerek Bir Başkadır üzerine yazı yazıyorum. Gerçekçi olmak gerekirse benim gibi akşamları özet artı yeni bölüm yaklaşık dört buçuk saat Türk dizisi izleme alışkanlığına sahip biri için 45’er dakikadan sekiz bölüm, yani bir sezonu hepsi hepsi altı saat süren bir dizinin akıcılığını ölçmek hayli zor. Keza yine benim gibi esas çocuğun 15 dakika boş baktıktan sonra sırtını dönüp gittiği sahnelere romantik manalar yükleyip iç çeken bir total grubu izleyicisi için böyle ciddi toplumsal mevzulara eğilen dizilerin sanatsal analizini yapmak neredeyse imkânsız. Bu nedenle ben diziyi arkaik solcu günlerimin kazandırdıklarının da katkısıyla bir tür toplumcu gerçekçilikle ele alarak tartışacağım. Ama bu vesile ile feminist literatüre bir katkı yapmış olayım entelektüel âlemlerde ilgi göreyim diye bu analizime yön veren fikri güzergâha feminist toplumcu gerçekçilik adını vermeye karar verdim. Yalnız şimdiden söyleyeyim bu yazı feci halde spoiler içerecek…
Dizi böyle bir tür köy yolundan Maslak filan gibi bir yerde olduğu belli olan bir rezidansa ücretli ev işçisi/”temizlikçi” olarak gelen Meryem ile başlıyor. Eve giriyor ayakkabıları çıkarıyor ve o evin sahiplerinin giymesi mümkün olmayan terlikleri ayağına geçiriyor. Şimdi bu terlik mevzusu mühim. Bu terlikler üzerinden sınıfsal durum anlatma işi dizide sık sık tekrarlanıyor. (Ay bir de tuvaletler üzerinden sınıfsal fark anlatılıyor ki ben bunu çok yaratıcı buldum!) Dönersek terliklere, bu terlik mevzusunun bir işlevi daha var bence. Şimdi bu akşamları dört buçuk saat süren TV dizilerinde zengin yoksul bütün evlere ayakkabıyla girilir niyeyse. Hâlbuki bu eve ayakkabı ile girme işi feci halde gerçeklik duygusundan koparır benim gibi ayrıntıcı dizi izleyicilerini. İşte dizi bu başlangıçla bize demektedir ki bu dizi bir başka, gerçekçilik tavan, bakın biz bu önemli ayrıntıyı nasıl atlamadık, sınıf farklarını nasıl keskin bir gözlemle ortaya koyuyoruz. Ama işte atlanılan nokta, sadece internetten dizi izleyip (bu grup eskiden de CNBCE’den dizi izlerdi) belgesel seyredenler dizinin bu mühim ayrıntısını anlamayacaktır, bunu sadece bu dizide bol bol aşağılanan benim gibi total izleyici grubundan olanlar anlayabilir.
Bir sonraki sahnede dizinin diğer esas karakteri Peri ile Meryem bir devlet hastanesinde psikiyatr hasta görüşmesinde karşılaşırlar. Hemen bu sahnede de bir başka sınıfsal fark metaforu french press kahve mevzusu konuşulur. Psikiyatr Peri’nin de aynı Meryem’nın evine temizliğe gittiği Sinan Bey gibi filtre kahve içmesi üzerinden Peri ile Meryem’in nasıl ayrı sınıflardan olduğunu anlamamız bekleniyordu sanırım. Ama işte feminist toplumcu gerçekçi gözle izleyince bunu anlamamakta direndim zira devlet hastanesinde çalışan Peri de aynı Meryem gibi ücretli emekçi işte ne var yani diyerek diziyi izlemeye devam ettim. (Yani lütfen geleceğim yalı mevzusuna ama diziye spoiler vereceğim dedim kendi yazıma değil!) Bu arada Meryem Peri’ye evini temizlerken donlarını dahi yıkadığı için Sinan Bey’i tüm alışkanlıklarıyla tanıdığını anlatırken Sinan’ın yattığı kadınları da anlatmayı ihmal etmiyor. İşte tam bu noktada biz dizinin derin sınıfsal bölünmesini görüyoruz. Sinan’ın sevgilileri evi çok pis bırakmaktadır hatta bir tanesi donunu bile yatağın altında bırakıp temizlikçi Meryem’e çamaşır makinesine attırmaktadır. Yani ev işlerinin patronu kadınlar ve onlara ücret karşılığı ev işi yapan kadınlar üzerinden Türkiye’deki sınıflar ilişkisi/mücadelesi resmediliyor. Emek sermaye çelişkisi filan gibi afili kavramlarla burada Marksist laflar etmek isterdim ama ücretli ev işçiliği ile işveren olarak kadınlar arasında bir, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olanlar ile ücretli emek ilişkisi analizi yapmak mümkün değildir. Bu ilişki en iyi ihtimalle ayakkabı tamircisi adamla onun çırağı arasındaki işçi patron ilişkisi ile karşılaştırılabilir. (Ciddiyim.) Ama işte anti feminizm her daim ücretli ev işçisi kadınlar ve işverenleri kadınlar arasındaki ilişkiyi adeta kapitalizmin kendini yeniden üretmesinin temeli olarak önümüze koyar. Dizide de aynı şekilde donunu yatağın altında bırakıp giden kadınlarla onu kaldıran emekçi kadın arasında asla erkek egemenliğine karşı bir ortaklık olamayacağı klişesi gözümüze gözümüze sokulmaktadır. Akış öyledir ki, ya o Sinan aslında Meryem’in işvereni, niye Sinan sabah Meryem gelmeden kendi donunu çoraplarını ve gece beraber olduğu kadının ortada kalan donunu bir zahmet çamaşır makinesine atmaz, dedirtmemektedir. Çünkü dizinin Türkiye panoraması çizme iddiasında sınıf çelişkisi diye ortaya koyduğu yegâne şey kadınlar arasındaki derin sınıfsal çelişkiye delalet olduğu varsayılan yaşam tarzı farklarıdır.
Hemen sonrasında Peri’nin yine bir psikiyatri seansı için ama bu kez danışan olarak Gülbin’in özel muayenehanesine gidiyoruz. Aman tanrım orada Peri döktürüyor ve anlatmaya başlıyor Meryem ile yaptığı seansın kendinde yarattığı travmayı. İşte başörtülü olduğu için Meryem’in nasıl tepki duyduğunu, bir yandan da çok güzel olduğunu ve Sinan’a olan imkânsız aşkının onu nasıl üzdüğünü, ama Meryem ve tüm başörtülü kadınları zavallı bulduğunu, Robert Kolejlerde ve Amerikalarda okumuş bir kadın olarak (hayır efendim yine yalı mevzusuna gelmedik tüm bu okullarda burslu okumuş olabilir) Peru’daki köylüleri kendine başörtülü kadınlardan yakın hissettiğini filan dinliyoruz. Başörtülülerin ülkenin çoğunluğu olmasından duyduğu rahatsızlığı ve bunun travmalarını nasıl büyüttüğünü anlatıyor. Zaten sonra da çat diye yoga seansında görüyoruz Peri’yi. Bu arada devlet hastanesinde çalışan bir doktor olarak bir önceki başörtülü hastasının bir sene önce olduğunu söyleyince bu nasıl çokluk diyoruz. İşte bu sahnede artık dizimizin doğu-batı çelişkisi çerçevesinde bir Türkiye analizi yapacağını, Peyami Sefa’nın Fatih Harbiye’sine bir Maslak-Beykoz Çavuşlu Köyü ile selam çakıldığını anlıyoruz. İşte biz zaten bütün dizi boyunca Peri’nin Meryem ile yaptığı seanslar boyunca aslında kendi “doğu”suyla nasıl barıştığını adım adım izleyeceğiz. Tabii [feminist] toplumcu gerçekçi aklımız, 1930’larda tefrika romanla, yeni yükselen sınıf olarak burjuvazinin kültürü ile halkın geleneksel kültürü arasındaki çatışmayla doğu batı çelişkisi, modernleşme dayatması anlatmakla, tekelci kapitalizmin tam boy egemen olduğu 2020 yılında, samimi Müslüman temizlikçi kadın ile bürokratik laik diktatörlüğün ete kemiğe bürünmüş hali devlet hastanesi psikiyatristi kadın arasındaki kültürel çatışmayla, doğu batı çelişkisi anlatmaya çalışma arasındaki paralelliği pek de kuramıyor.
Aslında hakkını yemeyelim dizi benim gibi zor anlayanlar için mevzuyu anlaşılır kılmak için, nasıl desem, kimi manzara görüntüleri de içeriyor. Mesela sürekli camili eski İstanbul siluetini çirkinleştiren dev inşaat vinçlerinin görüntüleri veriliyor. Yani eskinin geleneksel mimarisin simgesi camii ile kapitalizmin çirkin simgesi vinçler arasındaki fark ile de bu doğu batı çelişkisi görsel olarak anlatılmaya çalışılıyor. Tabii işte diziyi izledikçe önyargılarla dolmuş seyirci olarak bu görüntüleri görünce, iyi de o camilerdeki (ve dizideki) samimi Müslümanların samimi Müslüman din kardeşi müteahhitler yapıyor o dev vinçlerle inşaatları, neyin doğu batı çelişkisi bu sizin anlattığınız diyesimiz geliyor. (Bu yazdığımdan laik burjuvazinin simgesi fabrika bacası görüntüsünü inşaat vinçlerine tercih ettiğim gibi bir sonuç çıkaranlara teessüf ederim.)
Meryem’in samimi Müslüman aile üyeleri ile de tanışıyoruz. Kendi küçük atölyesinde yaptığı işi batırınca bir gece kulübünde güvenlikçi olarak çalışmaya başlamış abi Yasin. Yasin iki sene önce ağır bir psikolojik bunalıma girmiş olan Ruhiye ile evli ve iki çocukları var. Şimdi bu samimi Müslüman kardeşler Meryem ve Yasin her bir şeyi köydeki camii imamı Ali Sadi Hoca’ya danışıyorlar. Bu Ali Sadi Hoca kendisi kabul etmese de peygamber soyundan geldiğine inanılıyor ve Meryem psikiyatriste gitmek için bile ondan izin alıyor. Mesela Yasin de Meryem de ayrı ayrı bu Ruhiye’nin bunalımı ne olacak diye Ali Sadi Hoca’ya gidiyorlar. Ama hoca zinhar o sosyal medyada anılan dalavereci hocalar gibi peygamber soyundanım diye parsayı toplamıyor. İşte Meryem’in terapilerinin nasıl gittiğini merak ediyor filan. Yasin’e de Meryem’e de Ruhiye’nin bunalımının nedeni olarak maddi durumlarının bozulmasını ve Ruhiye’nin paraya pula olan düşkünlüğünü anlatıyor. Şimdi burada dizinin alt metni olarak kapitalizmin ruhu minvalinde bir Weberyan gönderme okuması yapmamız gerekiyor olabilir (neticede dizinin IMDB’de İngilizce adı “Ethos” ve mesela Peri ile Meryem arasındaki ilişki de bir statü farkı çağrışımları yapıyor) ama işte biz sosyal medyada din kapitalizm ilişkisi okuma alışkanlığımız nedeniyle ancak Ali Sadi Hoca’nın İhsan Eliaçık’ın Beykoz Çavuşlu Köyü şubesi olduğunu düşünebiliyoruz.
Şimdi bu Yasin böyle biraz bağırıp çağırıyor ama dizi boyunca görüyoruz ki özünde iyi bir adam. Ama tabii onun da sabrının bir sınırı var. Mesela çalıştığı gece kulübünde aldığı bir ihbar üzerine kadınlar tuvaletine dalıp lezbiyen olduğunu anladığımız iki genç kızın beraber girdiği tuvalet kabinini kapısına vurup kibarca çıkmalarını istiyor. Dediğim gibi özünde iyi adam, ama işte lezbiyen genç kızlardan biri buna böyle bol sinkaflı küfürler edince “mecburen” tuvaletin kapısını kırıp genç kadınları dışarı çıkarıyor ve direndikleri için de dövmek zorunda kalıyor! Şimdi ilerleyen bölümlerde ne görelim kızlardan sessiz olanı Ali Sadi Hoca’nın mahallede başörtüsü takan kızı. Yine ilerleyen bölümlerde bu lezbiyen küfreden kız sokakta karşılaşınca yine Yasin’e küfretmeye başlıyor, Yasin de yine “mecburen” kızı dövüyor ve kız da Yasin’i bıçaklıyor. Ama bu bıçaklama öncesindeki şiddeti yani Yasin’in kızı nasıl dövdüğünü görmüyoruz Yasin’den dinliyoruz ama Yasin’in bıçaklanmış acı dolu görüntüsünü tabii ki görüyoruz. Aslında dizide erkeklerin fiziksel şiddet kullanması asla söz konusu değil. Fiziksel şiddete başvuranlar iki Kürt kızkardeşler ve az kalsın Yasin’i öldürecek olan lezbiyen kız. Hatta dizideki erkekler pek öyle küfür de etmiyor etseler de Yasin gibi hastane odasında tek başına yatarken ediyorlar ya da Sinan gibi annesinin yanında ettikten sonra hemen özür diliyorlar. Ama kadınlar öyle mi, bütün okumuş meslek sahibi yalnız yaşayan özgür kadınlar ağızlarından küfrü eksik etmiyorlar. Böylece dizimizde çizilen Türkiye panoraması itibarıyla bu memlekette esas şiddet uygulayan kesimin erkeklerden bağımsızlaşan kadınlar olduğunu anlıyoruz. İşte biz böyle altı üstü yarısı kadar olan kadını sille tokat dövdüğü için katil ruhlu lezbiyen tarafından bıçaklanarak ölümün kıyısından dönen acı içindeki Yasin’in ağlatan görüntülerinin hemen ardından beyazlar içindeki Ferdi Özbeğen sahne alıyor. Böylece dizi bize diyor ki, hayır biz homofobik değiliz. Önyargılı feministleriz işte biz ise o sahneyi evet biz hem homofobiğiz hem de kadın düşmanıyız diye anlıyoruz.
Ama bu Yasin ile Meryem samimi Müslüman oldukları için iyi insanlar mesela Ali Sadi Hoca’ya da polise de hocanın kızı Hayrunnisa’nın lezbiyen olduğunu ve Yasin’i de onun sevgilisinin bıçakladığını söylemiyorlar. Ama biz zaten buna şaşırmıyoruz çünkü Yasin’le evli olan Ruhiye olsun hocanın eşi (Hayrunnisa’nın annesi) olsun böyle başlarını örtüyorlar ama mesela önden saçları hep görünüyor. Zaten sonrasında Hayrunnisa babasına böyle tam Konya otobüsüne yetişmek üzere evden çıkacakken başını artık örtmeyeceğini söylediğinde samimi Müslüman cami hocası Ali Sadi’nin tek yaptığı kızının otobüsünün arkasından dua etmek oluyor. Neticede hemen anlıyoruz gerçek İslam’da kadınlara örtünme baskısının olamayacağını samimi Müslümanların iktidarında herkesin özgürce yaşayacağını. Dizide de hep görüyoruz ki arada tartışmalar bağrışmalar olsa da bu inançlı beş vakit namaz kılınan ailelerde esas olarak dayanışma ve mutluluk hüküm sürüyor. Oysa o özgür, tek başına yaşayan meslek sahibi kadınlar ne acılar içinde kavruluyorlar…
Ama meslek sahibi özgür takılan ve tek başına yaşayan kadınların içinde kavruldukları yalnızlık ve erkek arayışına gelmeden önce samimi Müslüman olamayan erkeklere gelelim, onların durumu çok zor. Mesela Yasin’in en azından Meryem’e olsun Ruhiye’ye olsun sesini yükseltme hakkı var, oysa Peri’nin babası olsun [Kürt] Psikiyatrist Gülbin’in AKP’li Kürt kızkardeşi Gulan’ın kocası olsun sürekli azarlanıyorlar ama ağızlarını açıp tek laf edemiyorlar “maalesef”. Şimdi bu Kürt kızkardeşler Gülbin ile Gulan sürekli birbirlerine saç baş dalıyorlar. Ne gözü yazı yaşlı anne babaları ne de Gulan’ın kocası bunları engelleyebiliyor. Böylece dağlarda arkadaşları olan kentli seküler yalnız ve mutsuz psikiyatrist Gülbin’in de başı örtülü ama AKP’li olduğu için samimi Müslüman sıfatına layık göremeyeceğimiz Gulan’ın da etnik kökenlerinden kaynaklanan genetik bir şiddet düşkünlükleri olabileceğini anlıyoruz. Zaten memleketin politik sorunlarının temsil geçidi gibi ilerleyen dizide Kürt meselesinin de esas tıkandığı noktanın Kürtlerin (bu noktada Gülbin ile Gulan’ın anne baba ve erkek kardeşlerinin) Gülbin’in dağlardaki arkadaşlarıyla otuz beş yıldır zulmedenlerle işbirliği yapan Gulan’ın arkadaşları arasında sıkışıp kalmasıdır, diye düşünmemiz isteniyor belli ki. İşte bu esnada Gülbin ile Gulan’ın yine böyle saç saça baş başa kavga ederken AKP’li Gulan’ın dağlarda arkadaşları olan Gülbin’i teslim alması böyle bir kanımıza dokunuyor diziye iyice bir gıcık kapıyoruz tabii. Ama kuşkusuz bu kavgaların esas mesajı böyle derin politik göndermeler filan değil. Gulan, Gülbin’i en hassas noktasından vuruyor, kocasının ya da sevgilisinin birkaç yıl önce Gülbin’i çok konuştuğu ve çokbilmiş olduğu için terk ettiğini söylüyor. İşte bu noktada Gülbin’in nasıl incindiğini ve ağlamaya başladığını hatta Gulan’a saldırdığını görüyoruz. Çünkü ne kadar okuyup psikiyatrist olsa da Gulan gibi yanında iyi kötü azarlayabileceği bir kocası yoktur, terk edilmiştir ve bir kadın için daha büyük acı olabilir mi…
Diğer psikiyatrist Peri de Gülbin ile yaptıkları bir seansta hüngür hüngür ağlayarak hayatında bir erkek olmadığı için bunalıma girdiğini, sırf bu yüzden barlara gidip bir adam bulmaya çalıştığını ama bulamayıp eve tek başına döndüğünü ve bu mutsuzluğa dayanamadığını anlatıyor. Gülbin de zaten bütün akşam konuşurken kendisine sadece “bu gece kalacak mısın” diyen Sinan’a katlanmak zorunda kalıyordur. Ama buna rağmen kadın kadının kurdudur şeklinde derhal Peri’nin arkasından çemkirmektedir. Ve Sinan’a, zaten hayatında beş senedir erkek yok, diye Peri’yi aşağılayarak çekiştirmektedir. Çünkü kendisi iyi kötü birlikte şarap içecek bir adam bulmuştur ve neticede kadınlar için hayatta tek mutluluk kriteri bir adamla beraber olup olmadıklarıdır. Bir de Melisa var mesela [dizi boyunca aşağılanan] total izleyici grubuna hitap eden bir dizide oynamaktadır ama o da niyeyse bir mesajla çağırınca bile koşarak sevişmeye Sinan’ın evine gitmektedir. Daha ilginci Sinan’ın evinde pişti olduklarında ablasıyla saçbaş sürekli kavga eden Gülbin sadece uzak dur benden diye Sinan’ı protesto edip evden çıkarken Melisa ise hiçbir şey olmamış gibi adamla sohbete devam edip protesto olarak da adamla o gece yatmayacağını söylemektedir. Neticede belli ki dizi oyuncusu Melisa için de en önemli başarı Sinan gibi sadece “gece kalacak mısın” diyen bir herif bile olsa bir adamla şu veya bu düzeyde ilişki sürdürebilmektir. Zaten kadınlar başka ne ister…
Tabii böyle sahneler boyunca Sinan’a kurulup hakkını yediğimizi ilerleyen bölümlerde hemen fark ediyoruz. Efendim burada terlik tuvalet gibi ayrıntılarla bizim TV’lerde izlediğimiz Türk dizileriyle müthiş farkını ortaya koyan dizimizin de maalesef akşamları dört buçuk saat süren dizilerin klişelerini kullandığını görüyoruz: Çok mühim konuşmalara tesadüfen kulak kabartma. Yani tesadüfen kulak kabartma sahnesinin olmadığı Türk dizisi yoktur desem yeridir. İşte Sinan da spor salonun dinlenme bölümü mü denir kafeteryası mı her neresiyse orada Gülbin’in iki kadın arkadaşıyla hakkında konuştuklarını duyar. Gülbin’in orada “gece kalacak mısın” lafıyla ve sevişme isteğini belli etme hareketleriyle dalga geçtiğini duyduğunda dolan gözlerinden süzülen gözyaşlarını içine akıttığını fark ettiğimiz de sanırım izleyicinin de en hafifinden, lanet olsun bu kentli tek yaşayan iş güç sahibi kadınlara, diye küfretmesi beklenmektedir. (Bu arada Gülbin adamın cinsel performansının fena olmadığını söylemektedir ama biz kısa öpüşme sahnesinde adamın bir elektrik yaydığını görmedik. RTÜK müdahaleleri sebebiyle çok kısa geçilen bir bölüm olduğundan fark edemedik diyeceğim ama ben neticede totale hitap eden dizilerdeki yanaktan öpme erotizmine alışkın biri olarak yok bu adamla erotizm olmaz diyebilirim. Kesin bilgi.) İşte tam bu bölümün sonunda yine bir İstanbul manzarası çıkıyor karşımıza. Şimdi genelde çıkan manzaraların son sahnelerle bir bağlantısını kurabiliyorduk ama bu sahnenin yani Sinan’ın incinen öküz erkeklik gururuyla gözyaşlarını içine akıttığı sahnenin sonunda karşımıza çıkan İstanbul manzarasında şu yeni yapılan Çamlıca Camii ve televizyon vericileri vardı. Ne yalan söyleyeyim bir anlam veremedim. Ama hani neticede her sahnenin bir politik temsili olduğuna göre bu yeni Çamlıca Camisi ve televizyon vericileri sahnesinin de olması gerekir. İlla tahmin yürütmek gerekirse iki ihtimal üzerinde duruyorum. Birincisi işte bu kadınların erkek düşmanlığının bu camide simgeleşen AKP iktidarını başımıza musallat ettiği, ikincisi ise böyle kadınları sallandıracan Çamlıca’daki televizyon vericilerinde bak bir daha erkeklerin arkasından böyle incitici konuşmalar yapan kadın kalıyor mu yaklaşımıdır. Bilemedim…
Ah işte hep bu özgürlüğüne düşkün kadınların erkeklere yaptığı haksızlıklar… Oysa Sinan ne zor bir hayat yaşamıştır. Evindeki kasetlerden ve kitaplardan böyle okumaya yazmaya meraklı belli ki bir solculuk damarı olan annesiyle tanışırız Sinan’ın. Öyle bir anne ki oğlunun kavrulmuş kıyma yemeyi sevmediğini bile bilmemektedir. Kavrulmuş kıyma deyip geçmeyelim bu kavrulmuş kıyma mevzusu da dizide filtre kahve, terlik ve tuvalet kadar önemli bir mevzu. Mesela kilosu altmış lira olan kıymayla yapılan bu yemeği Meryem’in evlere temizliğe gitmesi ve Yasin’in güvenlikçi olarak bir gece kulübünde çalışmasıyla geçinen yoksul aile her gün en az bir öğün yiyebilmektedir. Yani kavrulmuş kıymanın bir sınıflar üstü durumu var dizide diyebiliriz. Ve tabii Sinan’ın nasıl ilgisiz bir anne ile büyüdüğünü görünce son günlerde rüyalarında niye hep Meryem’i gördüğünü anlamaktayız. Ve yine bir antifeminist klişe gözümüze gözümüze sokulmaktadır; bu erkeklerin yetişkinlikte yaptıkları her türlü öküzlükten de anneleri sorumludur. (Kadınlı erkekli bileşimlere yapılan feminist sunumların değişmez geri zekâlı erkek sorusu, peki bu kadar erkek düşmanlığı anlatıyorsunuz da bu erkekleri de kadınlar yetiştirmiyor mu, olur her daim.) Böylece Sinan’ın, okuyup yazan, sigara içen, bol bol müzik dinleyen solcu annesinden ihtiyaç duyduğu anne sevgisini göremediği için, evine ücretli işçi olarak gelen Meryem’in yazmasıyla tuvalette sıçarken bir taraftan ağlayıp bir taraftan da mastürbasyon yapmasını sapıklık olarak değerlendirmeyip anlayışla karşılamamız gerektiğini fark ediyoruz.
İşte dizinin son bölümlerine doğru bu kötü kentli okuyan yazan annelerin çocuklarının hayatlarını nasıl mahvettiğini iyice görüyoruz. Ve beklenen sahneye geliyoruz, ne görelim meğer bizim İslamofobik Peri’nin ailesi yalıda oturuyormuş. Üstelik de evde başı bağlı bir hizmetçileri varmış. Peri’nin annesi zaten önceki sahnesinde televizyonda başı bağlı kadın görmeye katlanamadığını da belirtmişti. Biz de böylece Peri’nin halkımızın değerlerine niye Peru’daki köylülerden daha uzak olduğunu anlamış olduk, ayrıca başörtülü kadınlara niye tepeden baktığını da. Çünkü onun için tüm başörtülü kadınlar evdeki hizmetçileri Hazal’dı, bu nedenle bir keresinde Meryem’e Hazal diye seslenmişti. Böyle bayağı bir etkilenerek fark ediyoruz ki Peri devlet hastanede çalışan bir ücretli emekçi doktor değilmiş, o yalılarda büyüyüp [kadın olduğu için viski değil sanırım] şarap içen, halka uzak laik bürokratik devletin koruyup palazlandırdığı bir burjuvaymış. İşte boşuna nefret nesnesi olarak göstermiyorlarmış Peri’yi, senaristin de yönetmenin de hakkını yemişiz. Ama bu dizi mutlu sonlarla bitiyor, mesela Peri bir yıl boyunca Meryem ile yaptığı terapilerin sonunda İslamofobisiyle yüzleşiyor ve bürokratik devlet aygıtının samimi Müslümanlara koyduğu engelleri aşarak Meryem’e kendisine börek getirirse hastanenin yasağını dikkate almayıp böreği kabul edeceğini söylüyor. Sonrasında da muhtemelen hep asık suratla oturduğu için çok istemesine rağmen eve atacak adam bulamadığını söylediği barda gülümseyerek şarabını yudumlamaya başlıyor.
Yani evet biz de seyrederken Peri ile Meryem’in yaptığı seanslarda tedavi olmaya çalışanın Meryem olduğunu sanıyorduk ama dizi işte bu en gerçekçisi de bir yere kadar demek ki. Çünkü Meryem bir yıl sonra Sinan’ın evine temizliğe gittiği bir sabah yine bayılıyor. Ama sonra hemen anlıyoruz ki bu sefer şaşkınlıktan. Çünkü cami imamı yardımcısının verdiği ve yaldızlı kâğıda sarılmış çikolata paketini açtığında tektaş yüzük olduğunu görünce evlenme teklifi almanın mutluluğuyla bayılmış. Tabii bütün dizi boyunca parada dünyevi değerlerde gözü olmadığına ikna olduğumuz samimi Müslümanların da tektaşla evlilik teklifi yaptığını görünce, nooldu sizin doğu-batı çelişkinize pek çabuk uyum sağladınız camii siluetlerini bozan vinçlerin sahibi sermayenin âdetlerine, diyesimiz geldi.
İşte böyle mutlu sonlar silsilesi birbirini takip ederken Ruhiye’nin neden iki yıldır bunalımda olduğunu intiharlara yeltendiğini, Meryem’in anlattıklarına dayanarak Peri’nin yaptığı yorumla majör depresyonda olduğunu öğreniyoruz. Bizim İhsan Eliaçık’ın Beykoz şubesi Ali Sadi Hoca iki yıl önce maddi durumları bozulunca Ruhiye’nin de maddiyatçılığından bunalıma girdiğini söylemişti. Erkeklerin işleri bozulunca bunalıma girip kadın dövmelerinin ve öldürmelerin meşru olduğu bir ülkede aynı nedenle bir kadının bunalıma girmesini dinen ayıplıyoruz belli ki. Ama öğreniyoruz ki iki yıl önce işleri bozulunca Ruhiye’nin babadan kalma arazisini satmaya giden Yasin dönüşte çocukken Ruhiye’ye tecavüz eden adamın öldüğünü söyleyince Ruhiye’nin anıları depreşiyor ve hastalanıyor. Bunu Ruhiye adamın mezarına tükürüp olay mahalline gidip geçmişle yüzleşmek için köyüne döndüğünde öğreniyoruz. Sonuçta tecavüzcü adamın ölmediğini, Yasin’in adamın kolunu bacağını kırdığını ve adamın da Ruhiye ile aynı zamanda tecavüz ettiği diğer küçük kızla evlendiğini görüyoruz. Ruhiye tecavüzcüyle yüzleştiğinde Ruhiye’ye değil adama üzülüyor “bir başka” dizi. Adamın zaten kolu bacağı kırılmış, tüm köye rezil olmuş, çocuğuna yolda yürürken tecavüzcünün kızı diyorlarmış, adam daha ne çeksinmiş bari Ruhiye onu çekip vursaymış da adamın bu acıları bitseymiş. İşte böyle iki kız çocuğuna tecavüz eden bir tanesi ile de evlenince bir de kolu bacağı kırılınca daha ne çeksin tecavüzcü ölsün mü diyor bize Bir Başkadır dizisi. Kız çocuklarının tecavüzcülerle evlendirilerek tecavüzcülerin cezadan kurtarılmaya çalışıldığı şu günlerde, tecavüz ettiğiyle evlenmiş, kolu bacağı da kırılmış rezil de olmuş, daha ne ister bu Ruhiye diyor bize çok başka bu dizi. Yirmi yıl cezaevinde mi yatsın zavallı adam… Üstelik Ruhiye pek de şanslı, bizim samimi Müslüman Yasin belli ki dininden edindiği hoşgörü ile sözlendiklerinde Ruhiye’ye önemli olan kalbinin bekâreti diyor ve mutlu mesut aile yaşamlarına devam ediyorlar. Ve bizim de bayılasımız geliyor bunca yıl bekâret zarıyla uğraştık bir de şimdi üstüne başka erkeğe gönlü kaymamış kadın isteme âdeti çıktı başımıza diye.
Artık bu diziden sonra hep birlikte samimi Müslüman ailelerde yaşama özlemi içinde kendimizi internet için çekilmiş derin politik analizli kimlikler çatışması ve Türkiye sosyolojisi anlatan diziler izlemeye verip, kentli tek başına yaşayan meslek ve fikir sahibi (ve illa asabi ve saldırgan) kadınlara acıyan gözlerle bakarız. Neticede biliyoruz artık bu kadınlar dışarıdan nasıl görünürlerse görünsünler hayattan tek beklentileri eve dönünce yanlarında bulacakları bir kocadır… Bu dizinin ikinci sezonu olursa da isim önerim “kadın düşmanlığı ve antifeminizm reloaded”…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.