Üç kuşağı içeren uzun 70’ler devrimciliğinin kararlılık, direnişçilik ve dayanıklılığına sahip olmadan sosyalizm davası sürdürülemez; tıpkı salt bunlarla sürdürülemediği gibi. Bu vasıfları edinen ve yeni bir sosyalizm anlayışıyla yola çıkan yeni kuşak buzu kırıp yolu açacaktır, başka çıkış görünmüyor
Alfabedeki tüm harfleri tüketen “kuşaklar” ilgi alanımız dışında, mevzumuz sosyalist kuşaklar. Dünyada ve Türkiye’de kalıcı olan, iz bırakanlar da onlar zaten.
Sosyalizm ve toplumsal mücadeleler bağlamında her yaş kümesi kuşak hüviyeti kazanamaz. Başka sözcüklerle her yaş kümesinden sosyalistler olabilir, fakat bunların hepsi kuşak olamaz, olamayabilir. Kuşak, mücadeleye kendine özgü bir katkı ile ya da özel bir dönemin taşıyıcısı olma gibi vasıflarla belirginleşir.
Türkiye sosyalist hareketinin tarihinde dört kuşaktan söz etmek mümkün.
(Kuşaklara dair bu kavramlaştırmayı ilk kez, genç yoldaşların benden bir değerlendirme istemesi üzerine yazdığım ve imzasız yayınlanan “Dünden Geleceğe Gençlik” / Türkiye Gerçeği dergisi yayınları (2015) adlı broşürde yaptım, burada tekrarlıyorum. 87’liler kavramını da 2010’da yayınlanan Firari Kahkahalar / Kalkedon yay./ adlı kitapta kullandım. Önce ve sonra dillendirildi mi bilmiyorum, ne kadar anonimleşip yerleşirse o kadar iyi, çünkü 87’liler kavramlaştırması yerindedir.)
Bu yazı için Demir Küçükaydın ve Ergun Aydınoğlu ile telefon görüşmeleri yaptım. Her ikisi de 1968-71 kuşağının tanınmış simaları. Çeşitli mücadelelerden geçtiler. Dev-Genç, DÖB, Filistin ve işçi faaliyeti tecrübeleri, örgüt deneyimleri, yeraltı, hapishane, sürgünlük ve teorik çalışmalar; Türkiye sosyalizminin bu iki emektarının hayat çizgilerini özetler. Her ikisiyle de sıkı tartışmalarımız, özellikle Demir Ağabey ile ciddi anlaşmazlıklarımız olmasına rağmen, farklı kuşakların devrimcileri olarak sıcak insani ilişkiler sürdürüyoruz. Arkadaşız. Eleştirel bir edinimle onların da parçası olduğu eski kuşaklardan öğrenilecek çok şey var. Eleştirel edinim sözünün altını çizmek isterim, hiçbir şey çiğnenmeden yutulmamalı bu dünyada. Demir Ağabey teorik konulara yoğunlaşmış halde. Ergun Hocanın Türkiye sosyalizminin tarihiyle ilgili birikimi ise muazzam. Yazdığı kitaplar, yaşadıkları, tanıklıkları hazine değerinde. Yargıları tartışılabilir, ama bu birikim bilinmeden “sosyalist hareketin tarihi” üzerine nasıl cahil cesaretiyle konuşulur, bilmiyorum. Kim farkında? O da farkında olmayanların sorunu olsun ya da bu işlerin ne kadar “ciddiyetle” yürütüldüğünün küçük bir işareti olarak bir kenara not edilsin.
Bu girizgahı hem kuşaklar arası ilişkilere/ilişkisizliğe küçük bir gönderme yapmak hem de onlara sorduğum sorunun yanıtını aktarmak için yaptım.
“1968’den İbrahim Kaypakkaya’nın Diyarbakır zindanında katledildiği 18 Mayıs 1973’e kadar geçen zaman aralığında sizin kuşağın -ne yazık ki acımasız bir soru- kaç kaybı var?”
Onlara sorduğum soru bu.
E. Aydınoğlu, “on’lu rakamlarla ifade edilebilir” dedi. D. Küçükaydın ise “50-60 arkadaşımızı kaybettik” dedi ve ekledi; “68-71’in merkezinde duran çekirdek kadro yapısına (kitleden bahsedilmediğine dikkat edilsin-bn) bu rakamın üçle çarpımıyla ulaşabiliriz: Ölenler kadar bir kadro bıraktı, bir o kadarı da mücadeleyi sürdürdü.” Aydınoğlu da kesin rakamlardan kaçınmakla birlikte Küçükaydın’ın değerlendirmesine esasta katıldı. Bunları, kendilerine atıfta bulunarak yazacağımı söyledim ve onaylarını alarak buraya yazıyorum. (Küçükaydın, “bunları pek çok yerde söyledim, rahatlıkla yazabilirsin” diye vurguladı, “sözlerimin arkasındayım, ancak yine de titiz bir araştırma sonucunda bir yanlışımız varsa düzeltilebilir” diye de ekledi.)
Demir Küçükaydın’ın son cümlesini bizim kuşağımızın kayıpları için de tekrarlayarak -yanlışımız varsa düzeltilebilir- söyleyebilirim ki; 87’lilerin toprağa verdiği arkadaşlarının sayısı 68 kuşağının en az üç katıdır! 1987-1992 aralığında ve o günden bugüne toprağa düşen 87’lilerin sayısı onlarla değil, 100’lü sayılarla ölçülebilir. Kesin rakamlara tüm sosyalist basının -gidenlerimizin özgeçmişlerinin titiz bir incelenmesi temelinde- taranmasıyla, örgütlerin şehit albümleriyle, İHD bültenlerinin incelenmesiyle ve günlük basın arşivlerinin sıkı bir takibiyle ulaşılabilir. Kayıplar, şehitler üzerinden devrimcilik yüceltisini doğru bulmam; fakat kayıpların sayısı verilen mücadelenin kapsamı ve sertliği hakkında kesin bir veridir, üzerinden atlanamaz.
Sadece Hergele Meydanı’ndan -İÜ. Edebiyat ve Fen Fakültelerinin ortak kantini- yitirdiklerimizin adlarını yazıyorum buraya: Cengiz Göznek, Adnan Berber, Zeynep Arıkan, Murtaza Kaya, Şengül (soyadını hatırlamıyorum, Kadıköy’deki öğrenci evinde yargısız infazla katledildi – ilgili gelenekten albüm istedim, vereceklerini söylediler, fakat bu yazı yazılana dek geri dönüş olmadı), Akın Ekrem Savaş, Ali Rıza Kurt, Buluthan Kangalgil, Levent (Fen fakültesinden bu arkadaşımızın da soyadını hatırlamıyorum), Hayat ( soyadını hatırlamıyorum, -nüfustaki ismi sanırım Neslihan idi, basına öyle yansıdı- İzmir’de gözaltında kaybedildi), Erol Yalçın. Hatırlayabildiğim on bir arkadaşımız bunlar ve sayının daha yüksek olması kuvvetle muhtemel. (Kaybını yıllar sonra gazete ilanlarından öğrendiğim arkadaşlar oldu, bilmediğim, farkında olmadığım arkadaşlar olması büyük olasılıktır.) Sadece bizim fakülteden saptayabildiğimiz on bir arkadaş olması bizim kuşağın kayıpları için fikir vericidir. (Ayrıca Fen Fakültesinden Nurten Eriş, TKP (ML)’nin sızmalara karşı yürüttüğü Kardelen Operasyonu’nda ajan olduğu açığa çıkarılarak cezalandırıldı. Henüz liseli havasını üzerinden atamadığı gencecik hallerini hatırlarım Nurten’in, polisin ağına düşmesi acı verici…)
Tek tek isimler, rakamlar üzerinde duramayız, doğru da olmaz. Sadece bazı sembol isimleri, geleneklerini de belirterek, tüm kayıplarımız adına analım.
Hüseyin Toraman (TKP ML Hareketi), İsmail Oral (TKP-ML), Hasan Ocak (Militan Gençlik – MLKP), Nilgün Gök (TİKB), Cengiz Göznek (16 Haziran hareketi), Engin Egeli (TDKP-GKB), Akın Ekrem Savaş (Devrimci Sol), Alper Ersoy ve Gülay Arıcı (Cihangir Operasyonu- TKP-B), Orhan Yılmazkaya (Devrimci Karargâh), Metin Göktepe (Evrensel muhabiri), hayata devrimci itirazını hiç yitirmeyen ve Kadıköy’de gerici bir cinayete kurban giden Nuh Köklü ilk aklımıza gelenler. Aynı şekilde oruç tutmadığı için 1986 gibi erken bir tarihte Van’da gericiler tarafından bıçaklanarak katledilen Mehmet Şirin Tekin arkadaşımızı da anmalıyız. (O dönemde İstanbul başta, bütün önemli merkezlerde protesto eylemleri yapıldı Mehmet için.)
Kürt hareketi ayrı ve çok kapsamlı bir başlıktır. “12 Eylül sonrası apolitik gençlik” tekerlemesi bir şehir efsanesidir, palavradır. Gençlik denince akla 14 Nisan ve devamında gelişen, önceki yazılarda ayrıntılı ele aldığımız olaylar gelir; ki kapsamı ve etkileri lokal gençlik hareketinin ötesinde, toplumsal yankıları bağlamında değerlendirilebilir ancak. Ayrıca baştan aşağı şoven-sosyal şoven bir söylemdir “80 sonrası apolitik gençlik” lakırdıları. Türkiye tarafını tarif etmekteki inkarcılığı ve körlüğü bir yana; kim apolitikti, Kürt gençliği mi? 80 sonrası Kürt gençliği altın çağını yaşadı, Kürt halkının uyanış ve isyanının temel taşıyıcısı oldu. Ancak “Türkiye Türklerindir” başlığıyla çıkan Hürriyet Gazetesi’ne yakışır “80 sonrası apolitik gençlik” lafları, solda düşünülmeden tekrarlanması yakışıksızdır.
Bu vesileyle Kürt Hareketi saflarına katılıp toprağa düşen üç arkadaşımızı anmak isterim: İÜ Siyasal’dan Nasip Yağan, Hukuk’tan İhsan (soyadını hatırlamıyorum), İÜ BYYO’dan Ethem (soyadını hatırlamıyorum). Evet Hamiyet Yıldız tanıyan herkesin sevgili varlığıydı, kuşağımızın masumiyetinin ve kararlılığının sembolü olmaya layıktır Hamiyet; ancak Hamiyet anılırken aynı okulda okuyan ve bir o kadar arı duru, liseli mahcubiyetiyle aramızdan geçip giden Ethem’in adının hiç anılmaması hayra alamet değildir. Floyd’a atıfla söylersek, “siyahların hayatı değerlidir”, Ethem’in ki de. Aralarında ayrım gözetmek gidenlerimizden bir şey eksiltmez ama, ayrım gözetenleri eksiltir; bırakalım solculuklarını, vicdanlarını, insanlıklarını sakatlar.
87’lilik o günlerde yaşanıp bitmedi, bugüne dek sürdü geldi. Edebiyat Fakültesinden Seyit Ali Uğur 14 Nisan’da gözaltına alındı, baştan sona dönemin hareketi içindeydi. Benden önce hapse düştü, TKP/ML davasından yargılandı. Ümraniye Hapishanesi’nden firar ettiğinde ben de Sakarya Hapishanesi’ndeydim. Yakalandı, yanımıza getirildi, yıllar sonra hapishanede buluştuk. 2001’de tahliye olunca yurtdışına çıktı. Ardından Almanya’da beş yıl hapis yattı. Tahliye olduğunda ben de Almanya’daydım, buluştuk. Kısa süre sonra tekrar tutuklandı, üç yıl daha yattı. Mehmet Ali Çelebi neredeyse otuz yıldır hapiste. Hasan Polat (İÜ Adalet Yüksek Okulu) 25 yıldır içerde. Hasan Demir (İÜ. Hukuk), Kamil Yıldız (Çukurova Üniversitesi), Mehmet Çömüt (ÇÜ), Fazıl Ahmet Tamer (İÜ Hukuk), M.Akif Han (UÜ) yıllarca hapis yattılar, şimdi sürgünde yaşıyorlar ve daha niceleri…
2017’de Rojava’da Ayşe Deniz Karacagil (Kırmızı fularlı kız olarak tanındı), Muzaffer Kandemir ve Ulaş Bayraktaroğlu’nun cenazelerine katıldım. İkisi de üniversiteli Gezi eylemcisi ve ikisi de Trakyalı olan iki kadın gerilla ile yaptığım röportaj Umut Gazetesi’nde yayınlandı. (İki genç devrimciden Marmara Hukuk öğrencisi Göze Altınöz, 2019’da Rojava’daki çatışmalarda yaşamını yitirdi.) Rojava’ya gidiş-geliş meşakkatli bir iş, otostop yapıp gidemiyorsunuz. Sizi yanlarında götürmeyi kabul edenlerin yolculuk planlarına uymak zorundasınız. Behdinan-Haftanin, Gare gibi gerilla merkezlerinde gidiş-dönüşte toplamda 15-20 gün konakladık. Ve hiç de sürpriz olmayacak şekilde gerek TDH’den, gerekse Kürt hareketinden çok sayıda 87’li oralardaydı. Tanışmıyorduk, ama küçük sohbetler 87’lilik kimliğini hemen belli ediyordu. Rojava’da da öyle. Rojava’da toprağa düşen MLKP komutanı Bayram Namaz, 1990-91’de Trakya Üniversitesi’ne başlayan, 87’lilerin son döneminden bir devrimcidir. Cenaze töreni yazılı ve görsel medyada yayımlandı. Tabutunu taşıyan gerillalardan birinin 87’li olduğu ve bizimle aynı dönemde İÜ Avcılar Kampüsü’nde okuduğu biliniyor. (Basına pek çok demeç verdi yüzü açık olarak.)
Bu sembolik göndermeler üzerinden vurgulayabiliriz ki, 87’liler illegal mücadele alanlarını, hapishaneleri, dağları, sürgün sahalarını, Rojava’yı boş bırakmadı; adlarının anılmaması bu kuşağın “yokluğunun” değil, vefasızlığın işareti olabilir ancak.
Müzik, edebiyat, akademi ve gazetecilik gibi alanlarda da etkili oldu arkadaşlarımız. Kazım Koyuncu, Metin-Kemal Kahraman kardeşler, Onur Akın müzikte, Burhan Sönmez edebiyatta, Göksel Aymaz akademide (her yazısıyla hayatı daha derinden kavramaya çağırıyor Göksel bizi) ve medya ve politikadaki dik duruşuyla sendelemeden yürüyen Ahmet Şık kuşağımızın değerleri olarak anılmalıdırlar. Alper Taş ÖDP başkanı olarak inandığı yolda ömür tüketti. Usta sinemacı Zeki Demirkubuz’u 87’liler arasında anabilir miyiz, bilmiyorum. Ertuğrul Mavioğlu başlıbaşına anılmayı hak ediyor. 78 ve 87’lilerin birikimini kişiliğinde cisimleştiren Ertuğrul, dönemin -kendi örgütünün sınırlarını aşan- etkili simalarından biriydi. Basın alanına geçtiğinde de (Marmara Basın Yayın’dandı) yazdığı kitaplar, gazetecilik çalışmaları ve son olarak çektiği Bakur filmiyle mücadeleye katkı sağlamaya devam etti. Çektiği filmden dolayı yargılandı, ceza aldı. (Mavioğlu deyince akla gelen ilk isim olan Fen Fakültesinden Mehmet Aslan’ı anmamak olmaz, yakın zamanda yitirdik Mehmet’i.)
Şiiri, müziği, romanı, sineması olmayan kuşak olmaz; bunların varlığı kuşağın varlığına işarettir, yokluğu ise tersine. Ezcümle şiir, müzik yoksa, şiire-müziğe esin kaynağı olan esaslı, kalıcı bir mücadele ve onun izdüşümleri de yok demektir. Türkiye sosyalist hareketinde şiire, müziğe, edebiyata esin kaynağı olan son kuşak 87’lilerdir. Mücadele hep sürdü, her yaş grubundan devrim emekçileri ağır yüklerin altına girdiler, fakat 87’lilerden sonra yazı boyunca tasvir edilen tabloya tekabül eden bir kimlik, kalıcılık ve birikim oluşmadı ne yazık ki. Bu olgu hem bizden sonraki devrimcilerin çabasını özel olarak değerli kılar -öyle ya, cılızlaşan bir nehirde kim yüzer ki?-, hem de TDH’nin tıkanışının kesin bir verisidir. (Gezi ayrı başlık, sonra geleceğiz.)
87’lileri 84-87 ve 87-91 olmak üzere iki döneme ayırmak gerekiyor.
Kestirmeden gidersek benim de dahil olduğum ilk kategorinin bohem bir dönemi oldu. Eylem yoktu, mayalanma vardı. Bol bol okundu, tartışıldı, ki kapalı devre değil tüm eğilimlerin katıldığı ortak zeminlerde yürüdü tartışmalar. Sinema, tiyatro, kır gezileri, Köprüaltı akşamları, köpeköldüren zamanları, şiir ve aşk acısı, roman ve teori, grupçuluğa metelik vermeyen arkadaşlık, ortak evler, ortak eğlence, ortak üzüntüler. İnisiyatif alma, kendi başına karar verme zorunluluğu, bağımsız davranma alışkanlığı da ilk dönem kadrolarının tipik özelliklerindendir.
87 sonrası gelen ikinci kategori eylemin içine doğdu. Ve örgütlerin önceki dönemin -büyük oranda- otonom yapılarına mutlak hâkim oldukları zemine geldiler. Bu kategorinin temel gündemi eyleme koşmak ve grubun bayrağını yükseltmek oldu. Önceki dönemde, örneğin “gençlik hareketi politikaları” üzerinden örgüt tercihi yapan birkaç kişi bile bulmak zordur ve pek sığ bir davranış olarak horgörülürdü bu. İkinci dönemde ise örgütlenme tercihlerini belirleyen şey Türkiye analizleri ya da devrim anlayışları değil, örgütlerin gençlik hareketindeki albenisi oldu genellikle; yani tablo tersine döndü. Keza ilk dönemin tipik özellikleri olan ortak hareket etme, ortak sosyal hayat, ortak evler, ortak eylem, pozitif talepler belirleyip peşinden koşma (örneğin örgütlenme özgürlüğü talebi 14 Nisan’ı yarattı) gibi özellikler, ikinci dönemde neredeyse tamamen terk edildi. Gözden düştü ya da düşürüldü. Keza derneklerin sönümlenip hareketin politik gruplara daralması ve parçalanması da ikinci dönemin ürünüdür. Örgütlerin duruma tam hakimiyeti ile kazanılan “yeni” özellikler arasındaki zamandaşlık üzerine ne kadar düşünülse azdır…
68’liler kurucu kuşaktır, ilk öncülerdir. Kuyruklu yıldız gibi akıp geçtiler semadan, izleri hiç silinmedi, silinmeyecek. Tarihin parlak ışıkları hep üzerlerinde kalacak. 68’le ilgili rakamların sınırlılığı kimseyi yanıltmasın, o dönemde toplumu ve düzeni sarstılar, etkileri ve izleri de sayılarıyla kıyaslanamayacak oranda derindir.
78’liler iç savaş kuşağıdır, büyük bir isyan ocağı yaktılar. Yenilseler, unutturulmak istenseler de unutulamazlar, her eve ateş düşüren bir mücadelenin izlerinin silinmesi mümkün değildir.
68 ve 78’liler umudun içine doğdu; 87’liler ise 12 Eylül karanlığının. 68’lilerden daha ağır kayıpları olmasına rağmen, karanlığın ortasına yaktıkları çoban ateşleri harlanıp bozkırı tutuşturmadı, küllerin altında içten içe yanan közler kaldı onlardan geriye. İnişleri çıkışları olsa da kırk yıllık gericilik döneminde yürüdüler kan revan içinde. (12 Eylül yenilgisi, dünya çapında gemi azıya alan neoliberal saldırganlık ve 20. yüzyıl sosyalizminin çöküşünü hatırlamak, dönemi anlamak için yeterlidir.) Özetle nankör zamanlarda devrimciliği sırtladı 87’liler. Ve tarih de “zamanın ruhuna” uygun davranarak nankörlük etti onlara; bunu bilerek ve sızlanmadan yürüdüler. İşte bu yüzden “kayıp halka”dır 87’liler; yokluklarından, kaybolmuş olmalarından değil, “zamanın ruhunun” nankörlüğünden.
Bir de idrak meselesi var tabii. Yaşamak ile yaşananı idrak arasında sanılandan daha uzun mesafe vardır. Bazıları öylesine yaşar gider, “idrak mertebesine” hiç ulaşamaz. Bizim kuşağımız da bu sığlıktan azade değildir, diğer kuşaklar gibi. Kendinin farkında olmayanın, “fark edilmemekten” yakınmaya hakkı olur mu? Bu işi kurumsal olarak örgütlerimiz üstlenebilirdi, onların da daima çok işi vardı, temel iş de her zaman bayrağı daha daha yukarı çekmekti. Rekabetti, grupçuluktu. Tarih adına yazılan şey genellikle bağlamsız, bütünlüksüz bir grup tarihi ve şehitler kültü (inşası) oldu. Onca yetenekli insana rağmen bu “görüş açısından” kapsamlı, bütünlüklü, derin bir analiz çıkmadı ne yazık ki, çıkacağı da şüphelidir.
Son olarak toplumsal mücadelelerde hatırlamak da unutmak da gayet sınıfsal, ideolojik ve tarihin/dönemin izlerini taşıyan bir iştir. Alman sosyal demokrasisini “ölü eşek” olarak niteler ve yeni bir yol açmak isterseniz, Rosa Luxemburg gibi tarihin derinliklerinden Spartaküs’ü bulup çıkarırsınız. Devrim mücadelesinde hatırlamak, geçmişe değil geleceğe dair bir uğraştır genellikle; gelecek için, yeni yollar açmak için geçmişi hatırlarsınız. 18-19 yaşında bir avuç genç 1987 Mart’ında 16 Mart 1978 katliamını hatırladılarsa, bu içlerinde yanan mücadele azmindendi; o atılışa moral dayanak sağlayacak geçmişi/16 Mart’ı bu nedenle bulup çıkardılar, eyleme dönüştürdüler. 87’liler unutulmuşsa, kayıp halka ise, hatırlayan kalmamışsa, bu satırlar 35 yıl sonra yazılıyorsa yapacak bir şey yoktur; demek ki hatırlanmalarını gerektirecek bir zaman, zemin, istek, kavrayış ve atılım ruhu yokmuş. İstediğimiz kadar yazıp çizelim, kökeni mücadele tutkusunda olan bu tür bir “hatırlamanın” yerini tutamaz gayretlerimiz. Bir gün hatırlanırsak bu “hafızası güçlü” gençlerin geldiğini değil; mücadele azmini kuşanmış yeni bir kuşağın sahneye çıkmaya hazırlandığını gösterecektir.
Sosyalizm ve toplumsal mücadelelerde unutmanın ve hatırlamanın diyalektiği böyle bir şeydir.
Eric Hobsbawn, müthiş bir soyutlamayla “kısa 20. yüzyıl” tanımı/kavramını geliştirdi. (“Yaşasın ML’in yüce ideolojisi!” sloganları daha az atılıp, Marksist materyalist diyalektik, tarihsel-toplumsal gerçekliğe hiç olmazsa bir miktar uygulansa benzer soyutlamalar için Hobsbawn olmaya gerek kalmaz.) 20. yüzyıl bir olaylar, olgular karmaşası değildir; olaylar yığınının belirgin bir tutarlılık ve bütünlükle dizilişini sağlayan bir ekseni vardır. Ancak teori, olaylar karmaşasını irdeleyip soyutlama/kavramlaştırma yoluyla, olayların içine gömülü ekseni açığa çıkarabilir. 20. yüzyılın ekseni sosyalizmdir; karşıtlarını dahi kendine göre pozisyon almaya, saldırıya, savunmaya, kendini hasmına (sosyalizme) göre tadilattan geçirmeye zorlayan eksendir sosyalizm. Hobsbawn bunu gördü ve 1917’de başlayıp 1989/91’de biten çağın belirleyenini saptayarak “kısa 20. yüzyıl” tanımına ulaştı.
Peki TDH’nin son üç kuşağı aynı yöntemle irdelenebilir mi?
1968-71 aralığını mayalanma dönemi kabul edersek, ki 1960-70, 65-70 olarak genişletilebilir de bu dönem, 71’i kopuş/sıçrama olarak değerlendirebiliriz. 1971’de kurulan üç örgütün ömrü bir-iki yılla sınırlıdır. Özetle 1968-71 kuşağı ve örgütleri kurucudur ve harekete ilk itilimi verdiler; fakat kurucu olmak ile son elli yıllık devrimciliğin asıl şekillendiricisi olmak aynı şey değildir. Ne kadar zorlanırsa zorlansın bir-iki yıllık ömrü olan örgütlerin son elli yılı belirlediği söylenemez. Türkiye devrimciliği asıl olarak 70’lerde şekillendi. 12 Mart sonrası hapishaneden çıkan 68 kuşağı kadroları yeni kurulan örgütlerin başına geçtiler; bu anlamıyla 70’ler devrimciliği/kimliğinin inşasında birinci dereceden sorumludurlar. Bu gerçeğin üzerinden atlamadan son 45 yıla damgasını vuran (hegemonik) tarzı, 68 ve 78 kuşaklarının sentezi inşa etti diyebiliriz. Kapsamı ve ağırlığı itibarıyla 70’ler ve onun yarattığı tarz/şekillenme tüm kuşaklar için bir tür merkez rolü oynadı. Ne 68’lilerin bir özgünlüğü kaldı, ki 68’liler 70’ler devrimciliğinin başını çekerek bizzat kendileri silikleştirdiler özgünlüklerini; ne de 87’liler bu “ağır çekimden” kurtulup yeni bir tarz yaratabildiler. Başka sözcüklerle 70’ler devrimciliği tüm kuşakları kendine benzetti. 68 ve 78’lilerin beraber oluşturduğu bu tarzın ağırlığı karşısında 87’lilerin özgün bir kimlik oluşturma şansı neredeyse yoktu. Ezcümle Türkiye devrimciliğinin belirleyeni 70’ler devrimciliğidir; bu anlamda son 45 yıldır “uzun 70’lerin” içinden sürüyor devrimcilik; yani “hepimiz 78’liyiz” aslında…
Son üç kuşağın (ve ortak belirleyen olan 70’ler devrimciliğinin) temel özelliği ise kahramanlık ve yenilgidir; ya da kahramanlığa rağmen yenilgidir.
68’liler TİP’ten koptuğunda Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı tarihsel şahsiyetler olmanın ötesinde çekim merkezi oluşturan güçlü örgütsel varlıkların temsilcileri değillerdi. Gençlerin devrimci ruhuna karşılık düşecek ideolojik-teorik yönelimden de uzaktılar. Ne Belli’nin asker-sivil zümreciliği ne de Kıvılcımlının gençlere karmaşık gelen ve pek de bilinmeyen teorileri çekebilirdi gençleri. Barışçıl Sovyet tezlerinin ise hiç şansı yoktu. Onlar da Mao, Castro ve Che’yi buldular, Vietnam’dan esinlendiler, Filistin’i keşfettiler ve bu ideolojik yönelimden hareketle kendi örgütlerini kurdular; ki dönem de ileriye atılmak için dünyada ve Türkiye’de son derece elverişliydi. (Durum tespiti yaptığımı, 68 ve 78’in ideolojik platformları hakkında bir değerlendirme yapmadığımı vurgulamak isterim.)
12 Eylül sonrasında ise, önceki dönemden kalan örgütlerin ağırlığı, 71’deki Belli-Kıvılcımlı seçenekleriyle kıyaslanmayacak kadar etkiliydi. O yüzden bizim kuşağın meselesi, “ortada pek bir şey yok, o halde biz örgüt kuracağız” değil, “hangi örgüte katılacağız” oldu. “Örgütler 12 Eylül’de neden yenildi” sorusu değil, “yenmek-yenilmek sınıf mücadelesinin doğasında var, öyleyse nasıl toparlanacağız, hangi örgüte katılıp yürüyeceğiz” oldu.
Bizim “TDH neden yenildi?” sorusunu sormamız da kapsamlı yanıtlar geliştirmemiz de mucize gibi bir şey olurdu ya da içimizde bir dahinin varlığına delalet ederdi. Ne mucize gerçekleşti ne de bir dahi çıkarabildik aramızdan, zamanımızın insanları olarak, zamanımızı yaşadık. Peki ya 80 öncesinde yükselişi de yenilgiyi de yaşayan, 68’den beriye 12 Mart ve 12 Eylül tecrübelerinden geçen ve hala örgütlerin başında olan önceki kuşakların “neden yenildik” sorusunu sormaması ya da sorunun ağırlığıyla bağdaşmayan yüzeysel, sığ ve kısır yanıtlarla yetinmelerine ne demeli? Bunun izahı yoktur ve tarih böylesi bir devrimcilik anlayışını ıskartaya çıkarır, çıkardı da: Son kırk yıla damgasını vuran yenilginin süreklileşmesi ya da devrimsiz devrimcilik budur. Yükseliş ve düşüşler, kahramanlıklar hiç eksik olmadı son kırk yılda, ancak kahramanlığa rağmen yenilgi peşimizi bırakmadı; tıpkı bizi ve tüm kuşakları belirleyen 70’ler devrimciliğinin 1980’e gelen süreçte yürüttüğü gözüpek mücadeleye rağmen yenilmesi gibi.
Tek bir soru gerçeği açığa çıkarmaya yeter: Türkiye devrimciliği 80’de kendisini yenilgiye sürükleyen hangi anlayış ve davranışından vazgeçti 80 sonrasında, hatta bugüne kadar? Hiçbirinden! Örgütlenme anlayış ve tarzı, bir tür apolitiklik olan grup merkezli politika anlayışı, grupçuluk, rekabet, gösterişçilik, sol içi cinayetler? Hangisi değişti? Teori alanında hangi verimli ve kalıcı çalışmalar yapıldı? Soruları uzatmaya gerek yok. Devrimciliğimiz korkunç bir tutuculuğun, kırılamayan alışkanlıkların cenderesinde kötürüm hale geldi. Aynı şeyleri tekrarlayarak farklı sonuçlar beklenemeyeceğine göre, sonuç ortada…
87’liler hakkında bir hüküm oluşturmak gerekirse, yenilgi yıllarında mücadelenin sürekliliğini sağlayan köprü kuşak olmak dışında bir rolümüz, özgün bir katkımız olmadı. Giderek bizi şekillendiren önceki kuşaklara benzedik, var olan potansiyellerimiz de bu benzeşmeye paralel “hizaya girdi”, köreldi gitti.
Toplumu bir ekosistem kabul edersek, devrimcilik 2000’li yılların başına kadar bu ekosistem içinde habitat olmayı başardı bir şekilde, o tarihten bugüne ise varlığı-yokluğu belirsiz mikrokozmozlar içinde sürüyor; tüm cephelerde köklü bir kopuş, sıçrama ve yenilenme olmadan da bu durumdan kurtulmak mümkün değildir.
Şartlar, yenilgi yılları gibi mazeretlere hiç gerek yok; bu, sorunla yüzleşmekten kaçınmak olur. Kürt hareketi aynı dönemde başka bir dinamik yakaladı, Latin Amerika solu aynı yenilgi yıllarında son derece etkili oldu, Nepal’de devrim oldu vb. Biz yapageldiklerimizden farklı bir yol tuttursaydık ve buna rağmen yenilseydik, amenna; o zaman koşullar, gericilik yılları meselelerini daha rahat konuşabilirdik. Tıkanmış bir tarzı gericilik yıllarında da sürdürmek sadece sonuçları ağırlaştırdı, o kadar.
Bunların gençlik hareketiyle ilgisi ne diye sorulursa ben de bunlarsız gençlik hareketi tartışılabilir mi diye sorarım. Türkiye’de sosyalist gençlik hareketinden bağımsız, ayrı bir gençlik hareketi olmadı, bu bir tercih değil durumdur. Ve bu durumda “örgütlerden bağımsız” bir gençlik hareketi tartışması; yokluğu, boşluğu tartışmaktır. Sosyalist gençlik hareketi ise devrimci hareketin bir alt dalı ve türevidir; bütünü görmek parçada olan biteni daha açık ve anlaşılır kılar, tersine olarak gençlik hareketinden de bütüne gidilebilir. 1984-91 arasındaki gençlik hareketinin yükseliş ve düşüşü bütünüyle devrimci hareketin meziyet ve zaaflarıyla damgalıdır.
Türkiye’deki dört kuşak -başka kuşak var mı?- sosyalizm davası ekseninde şekillendi. Gezi bir isyandır. Demokrasi, özgürlük, eşitlik arayışıdır. İnsana, yaşam alanlarına ve doğaya saygı çığlığıdır. Sol mecrada gelişmiştir; fakat özlemlerini sosyalist bir formda, sosyalizm davası ekseninde ifade etmemiştir. Düzenden köklü bir kopuştan ziyade, yaşanılır bir düzen arayışıdır; potansiyellerinin sınırları zorlaması bu gerçeği değiştirmez. Bu vurguları yapmak da Gezi’nin önemini karartmaz. Gezinin etkileri sürüyor ve olası yeni bir Gezi’nin tahkimat yapılması gereken yönlerine işaret etmekten geri duramayız. Şu vurgulanmalı ki, Gezi’nin dinamikleri, üslup ve tarzıyla bağ kuramayan bir sosyalist hareketin geleceği olamaz; tıpkı sosyalizme sırt dönen Gezi’nin bir geleceği olamayacağı gibi. Elbette Gezi türü hareketlerle rezonansa girme kabiliyetine sahip yenilenmiş bir sosyalizmden söz ediyoruz; çünkü eski anlayışın Gezi’ye ulaşamayacağı açığa çıktı, tekrara gerek yok. (Nereden yola çıkarsak çıkalım, önce sosyalizmin -teorik-ideo/kültürel, pratik, politik ve örgütsel- yeniden kuruluşu meselesine varıyoruz.) Hayat gösterdi ki, sosyalizm ya da sosyalizmden esinlenerek düzenden köklü bir kopuşa dayanmayan hareketler, bünyelerinden bir kuşak çıkaramıyorlar. Bir kuşağa özgü dayanıklılık, fedakârlık, süreklilik ve kendine özgü katkılar çıkmıyor bu tür toplumsal kabarışlardan. Seatle’dan beri yirmi yılı aşkındır tüm dünyada toplumsal kabarışlar var, fakat hiçbiri bir kuşak bırakamadı ardında; Gezi bunun istisnası değil. Gezi ruhundan, Gezicilerden söz etmek mümkün, fakat bir Gezi kuşağından söz etmek mümkün değil. Gezi’nin en ileriye fırlayan gençleri kendilerini Rojava’da ifade ettiler, birçoğu toprağa düştü, fakat bu dar çekirdek henüz bir kuşak şekillenmesinden yoksundur. Özetle düzenden köklü bir kopuş -sosyalizm- ekseninde şekillenmeyen yapılar kuşak hüviyetine kavuşamıyor. Keza her sosyalist yaş kümesi ya da dar topluluk da kuşak olmaya yetmiyor; asıl mesele o kümenin toplumsal etkileri ve iyi kötü sürmesi, dayanıklılığıdır.
Türkiye tecrübesini esas alırsak kuşakların ömrünün üç yıl olduğunu söyleyebiliriz; önüne arkasına birkaç yıl daha eklenebilir, fakat kuşağın asıl şekillendiği ve etkili olduğu dönem aşağı yukarı üç yılla sınırlıdır. Sonrasında kuşağın ana kitlesi yorulur, sel gider kum (kadrolar) kalır. Belki de toplumsal mücadelelerde kitlelerin “yüksek gerilime” dayanma süresi üç yıl kadardır, sonrasında yorgunluk ve geri çekilme başlıyor denebilir. Bunun istisnası eşiği aşıp bir üst aşamaya sıçramaktır; bu başarılamazsa kitle olarak kuşak/hareket geri çekilir. Önüne arkasına birkaç yıl ekleyerek test edebiliriz bu önermeyi: 1968-71, 1975-80, 1987-91, 1995-96 (merkezinde Gazi başkaldırısı durur), 2013-15 (Gezi süreci); durum budur. İstisna Kürt hareketidir; 1986-87’de ciddi bir örgütsel kriz yaşayan hareket, 1988-89’dan itibaren serhildanlara (kitle eylemlerine) sıçrayarak krizi aşmayı başardı. Burada dursaydı muhtemelen daha ağır bir tıkanıklıkla yüz yüze gelecekti. Asıl sıçrama ve süreklilik momentumu, kitlenin akacağı bir mecra yaratılması (1991’den itibaren parlamenter mücadele kapısının açılması) ve diplomasi, ateşkes taktikleri, Güney Kürdistan ve Rojava’da konumlanma gibi yönelimlerle yeni kanallar açılması oldu. Bu politik-taktik açılımlar öncünün toplumsal tabana oturmasını, sürekliliğini, “mayanın tutmasını” sağladı. Türkiye’de ise yükselişlerin hiçbiri bir üst noktaya sıçratılamadığı için yaklaşık üç yılın sonunda kırıldı ve geri çekildi; kuşakların kaderi ve asıl etkili oldukları dönemler de bundan bağımsız değildir.
Eskiden mahkemelerde mesleği sorulduğunda gururla “profesyonel devrimci” derdi devrimciler. Hâkim de, “yaz kızım, devrimcilikle iştigal eder” diyerek kendince kayda geçirirdi söyleneni. Devrimcilik “iştigal edilen bir iş” değildir; hayatta bir rol ve etki sahibi olmaktır. Yıkmak, kurmak, hayatı yeniden şekillendirmektir. Bu özelliklerinden uzaklaşıp “devrimsiz devrimciliğe” dönüşürse, ister istemez -nesnel olarak diyelim- kendini amaçlaştırır, “iştigal olunan bir işe” dönüşür. Bu bir bozulma yatağıdır ve bir kez buraya varıldığında salt iyi niyetle, kararlılıkla vs. çıkılamaz işin içinden. Bozulmanın her türünü gördük, yine de devrimci harekete bozulmanın damgasını vurduğunu söyleyemeyiz. Salt ve mutlak “bozulma” olsaydı devrimci hareket bunca yıl varlığını sürdüremezdi; içinde bozulma öğeleri olsa da devrimci hareketi asıl tıkayan etken tutuculuktur. Lenin’in deyişiyle “alışkanlıkların korkunç gücüdür”. Marks’ın deyişiyle ölü kuşaklarının yükünün kâbus gibi yeni kuşakların üzerine çökmesidir. (Mealen aktarıyoruz.)
Yunanlı filozof, astronom ve matematikçi Hypatia’nın (MS. 370-415) hayatını anlatan filmde çok önemli bir sahne var. Hypatia her gün bir kum havuzu üzerinde çizimler yaparak astronomi çalışmaktadır. Binlerce deney yapmasına rağmen istediği sonuca ulaşamaz. Hypatia’nın işini kolaylaştırmak isteyen kölesi, bir gün kum havuzuna yanlışlıkla daire yerine elips çizer. Hypatia her gün daire çizerek başlamaktadır gök cisimlerinin konumunu yerleştirmeye ve tüm kombinasyonlarını daireyi temel alarak denemiştir o güne dek. Yemekten dönüp elipsi gördüğünde ve elips ekseninde dizilişe başladığında tüm sonuçlar değişir, problem çözülmüştür! Devrimci hareketimiz geleneğine “sadık kalarak”, daire etrafında binlerce kombinasyon denedi ve başka bir yol bilmiyor. Alışkanlıkları o kadar köklü ki, en yenilikçi arayışlarında bile sonunda çizdiği dairenin içine dönüyor. Bu yapının kırılması, içeriden evrimle dönüşmesi -neredeyse- olanaksız. Dışardan (kendi yenilikleriyle gelen yeni bir kuşak ya da eskilerin içinden çıkan tek tek kadrolar) ve kopuş/sıçrama temelinde bir müdahale olmadan bu yapı kırılamaz. Ve bitti demekle de hiçbir şey bitmez, yeni bir sosyalizm anlayışı (elips) ve imkanların ona özgü dizilişi olmadan eski bitmez; mevcut yapılarımız “nice on yıllara” sürdürebilirler işlevsiz varlıklarını.
İspanya iç savaşına katılan Fernando Claudin, sürgünde partisi İKP’nin ve Cumhuriyetin neden yenildiği üzerine çalışmaya başlar. Çalıştıkça meselenin İspanya’yı aşan boyutları olduğunu görür. Ve sonunda “Komintern’den Kominforma I-II” adlı çok önemli çalışmaya imza atar. Özetle, Komintern çizgisi anlaşılmadan İspanya’daki yenilginin anlaşılamayacağı sonucuna varır.
“Uzun 70’ler” bizim gerçekliğimizdir; fakat o da daha kapsamlı bir olgunun Türkiye’deki izdüşümüdür. Asıl tıkanan tüm versiyonlarıyla -Küba hariç- 20. yüzyıl sosyalizmidir; bizim uzun 70’lerimizi şekillendiren de odur.
Sosyalizmsiz dünya son 20-30 yıldır çalkalanıp duruyor, toplumsal hareketler neredeyse iz bırakmadan yükseldikleri gibi çekilip gidiyorlar. Dünyaya sosyalizm lazım; fakat bunun eskisi gibi bir şey olmayacağı ve bunda ısrara kitlelerin dönüp bakmadığı çok açık. Teori, politika, örgütlenme anlayışı, kültür, ekonomizmi aşan bütünlüklü bir hayat tasavvuru, akla gelen her şey yeni çizeceğimiz “elipse” göre bambaşka bir içeriğe ve dizilişe sahip olabilir yeni dönemde. Bu, mümkünün ötesinde zorunludur, cendereyi başka türlü kıramayız. Şunu da unutamayız, binlerce başarısız deney, hiç olmazsa labirentin açmazlarını göstererek yeni çözümlere girdi sağladı. Dahası 20. yüzyıl sosyalizmi sözkonusu olduğunda “tabula rasa” yapamayız; çürük yönlerini kesip atabiliriz, geleceğe taşınacak kazanımlarını ise sosyalizmin yeni dönem sentezinin kurucu öğeleri arasında değerlendirmek zorundayız. Lenin kendi döneminde, ama özellikle 1915 sonrasında Marksizm’i yeniden kurdu. Eğer bu yeniden kuruluş ve ona bağlı devrim anlayışı olmasaydı Bolşeviklerin 1917 Ekim’inde iktidarı alması mümkün olmazdı; çünkü “eski anlayışa” bağlı Bolşeviklerin çoğunluğu bile Lenin’e direnç gösterdi Nisan 1917’de. Peki ya Lenin ve çizgisi baskın gelmeseydi? İktidarı alması gerektiğine inanmayan bir parti devrim yapabilir miydi? Yapamayacağı açıktır. Devrimci teorinin işte böylesine hayati ve kurucu rolü oldu o kritik eşikte; başka sözcüklerle teori yıkan ve kuran maddi bir güce dönüştü. Eskiye hapsolmuş ve yeniye dair hiçbir fikri olmayan bir devrimcilik; ve sosyalizme dönüp bakmadan durmadan ayaklanıp geri çekilen kitleler: Ne çıkar bu bileşimden? Ya da bu 20-30 yıllık kısır döngü neresinden, nasıl kırılmaya başlanabilir?
Gelenek ve gelecek meselesini bu bağlamlarda değerlendirebiliriz. Üç kuşağı içeren uzun 70’ler devrimciliğinin kararlılık, direnişçilik ve dayanıklılığına sahip olmadan sosyalizm davası sürdürülemez; tıpkı salt bunlarla sürdürülemediği gibi. (Lenin’in Narodnik kadrolara biçtiği değer ve onların en değerli özelliklerini Marksizm’le işleyip geliştirme anlayışı düşünülsün.) Bu vasıfları edinen ve yeni bir sosyalizm anlayışıyla yola çıkan yeni kuşak (ve olabilirse ya da olduğu kadarıyla yeniliğe katılabilen eskiler) buzu kırıp yolu açacaktır, başka çıkış görünmüyor.
Tüm olumsuzluklara rağmen Türkiye sosyalizminin esaslı birikim ve değerleri vardır; bu değerler tutuculuğun, eskiyi sürdürmenin payandası değil, yeniliğin bereketli toprağı olmalıdır.
Yeniyi inşa etmek de biz eskilerden çok gençlere yaraşır.
“Geleneğin peşine takılan değil, geleneği -ondan artakalan olumlulukları- peşine takan” bir kuşak yeni yollar açabilir Türkiye’de ve açacaktır!
Bu yazıların gençlere, son cümlede ifadesini bulan uyarıyı yapmış olmasını dileyerek noktalayalım.
Bu defa da şiir olsun. Ahmet Telli’den “Soluk Soluğa” ve Ataol Behramoğlu’ndan “Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var” şiirlerinin yazıları tamamlayacağı inancıyla okunmasını/dinlenmesini öneririm.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.