Filmde anlatılan Dongmakgol köyünde, korkunun ve engellenmelerin egemen olmadığı bir dünyada ilkel komünal bir topluluk yaşıyor ve bu topluluğun, günümüz dünyasından köylerine gelen yabancıların kaygılarını ve korkularını tuhaf bulan gündelik yaşamlarını izlerken kendi türümüzün iyicil yaşantı örneklerinden, gelecek günler için umut devşiriyoruz. Film, Dongmakgol köyünü masalsı ve rüyayı andıran sahnelerle anlatarak bizi, bilinç ve bilinçdışı arasındaki geçişsel araf bölgesinin sınırlarında dolaştırırken, o muhteşem müzikleri bu yolculuğu daha da mümkün kılıyor
2005 yapımı Welcome to Dongmakgol, 2017 yılına kadar başka bir filmin yönetmenliğini yapmayan Kwang-Hyun Park’ın yönettiği ilk film. Karakterleri, kurgusu, iyilik anlatısı, görsel açıdan bakmaya doyulamayan sahneleri, oyunculukları ve Joe Hisaishi imzalı harika müzikleriyle göz alıcı bir film Welcome to Dongmakgol. Savaş karşıtı bir savaş filmi. En yoğun acıları başarıyla komediye uyarlayan bir film… İnsan, zaman, ölüm, sonsuzluk, tarih ve talih üzerine uzun uzun düşündüren bir seyir daveti.
Film, Kore Savaşı’nın uluslararası açıdan sıcak çatışma boyutunu kazandığı 1950 yılı sonbaharında başlıyor. Güney Kore ordusundan bir teğmen ile sıhhiyeci bir erin, Kuzey Kore ordusundan bir komutan ve biri genç diğeri kırklarında iki erin, bir de Amerikan pilotunun yüksek bir dağ köyü olan Dongmakgol’a sığınmasının ve birbirleriyle işbirliği yapmak zorunda kalmalarının hikayesini anlatıyor. Günümüzde bile nabzı atmaya devam eden Güney-Kuzey Kore düşmanlığına karşın, savaş karşıtı, siyasal olarak soldan birlik düşleri anlatan bir filmin çekilebilmiş olması ve özellikle Güney Kore’de büyük bir ilgiyle karşılanması 2000’li yılların başında Güney Kore’de esen işçi sınıfı temelli eylemlerle, kapitalizm karşıtı genel grevlerle muhakkak ilişkilidir.
Günümüz dünyasında rahatlıkla ve sıklıkla karşılaşılan insan kötülüğüne, “kötülüğün sıradan”lığına, gündelik hayatın detaylarına sinmiş mesnetsiz değil ama maksatsız saldırganlığa bakıp bakıp “insanın doğasındaki kötülüğe”, ne yaparsan yap agresyonun ve saldırganlığın insan olmaya dair olduğuna ilişkin bunca vurgu yüreğimizi burarken ve umut etmeyi zorlaştırırken filmde anlatılan Dongmakgol köyü insan iyiliğine, insan doğasında bulunan iyi, elsever, paylaşımcı ve üretken taraflara dair sıcacık bir anımsatmada bulunuyor. Biliyoruz ki psikanaliz için insanlık tarihi, topluluğun bireyi, bireyin de kendisini bastırmasının tarihidir aynı zamanda… Basitleştirerek ifade edersek, bilinç geliştikçe bastırma, bastırma geliştikçe bilinçdışı gelişti ve rüya ile gerçeğin, masal ile hakikatin birbirinden ayrışması zaman içinde yavaş yavaş oldu, hatta hala tam olarak oldu mu bilemiyoruz, ancak aklın dünyasından epeyce uzağa ötelendiğini söyleyebiliriz. Filmde anlatılan Dongmakgol köyünde, korkunun ve engellenmelerin egemen olmadığı bir dünyada ilkel komünal bir topluluk yaşıyor ve bu topluluğun, günümüz dünyasından köylerine gelen yabancıların kaygılarını ve korkularını tuhaf bulan gündelik yaşamlarını izlerken kendi türümüzün iyicil yaşantı örneklerinden, gelecek günler için umut devşiriyoruz. Film, Dongmakgol köyünü masalsı ve rüyayı andıran sahnelerle anlatarak bizi, bilinç ve bilinçdışı arasındaki geçişsel araf bölgesinin sınırlarında dolaştırırken, o muhteşem müzikleri bu yolculuğu daha da mümkün kılıyor.
İnsan, insan olduğunda, ölümlü bir varlık olduğunun bilgisiyle lanetlendi. Aynı cümleyi şöyle de kurmak mümkün belki… İnsan, insan olduğunda, ölümlü bir varlık olduğunun bilgisiyle kutsandı. İkisi de canlı olmaya dair yalın bir gerçeğin insan ruhsallığı için sarsıcı yanını yüceltmeler yoluyla ifadeye çalışmaktan başka ne anlama gelir ki… Bir yoruma göre insanın ölümlülüğünü kabulü için başka bir yoruma göre asla kabul edemediği ölümlülüğünü yenebilmek ve aşabilmek yani ölümsüzlük kazanabilmek için tarih bilinci geliştirdi. Bu nedenle insan, içindeki iyilik/kötülük dengesinin ağırlığına göre niteliği değişen ürünler bıraktı; unutulmayacağını düşündüğü anıtlar, hastalıkları önleyen buluşlar, ardından gelenlerin okuyup ferahlayacağı edebi eserler ve kimi zaman da unutulmaz acılar… Biraz da ölümsüzlük iksiri olmaları umuduyla yaptı bunları, iz bırakmak hep anımsanmak için… Birey olmak biraz da böyle bir şeydi çünkü…
Ölümlülük-ölümsüzlük konusunu böyle ortaya koyunca bu konudaki tercihlerimizi simgeselleştiren mitolojik bir öyküyü anımsayabiliriz. Truvalı Paris’in katıldığı üç güzeller seçmelerini kısaca anımsatacak olursak, Hera, Athena ve Afrodit en güzelin kendisi olduğunu söylemesi için Paris’e çeşitli tekliflerde bulunurlar. Hera ve Athena ölümsüzlüğü ifade eden ödüller vadederken Afrodit dünyanın en güzel kadınıyla yani Helen’le aşk ilişkisi teklif eder ona. Bilindiği üzere Paris ölümlülüğü, aşkı yani hazzı seçer.
Paris’in Truva savaşındaki en önemli düşmanı olan Aşil ise savaş öncesi iki seçenekle baş başa bırakılır. Ya savaşa katılmayacak, çok uzun ve mutlu bir hayat yaşayacak ya da savaşa katılarak genç yaşta ölecek ama adının sonsuza dek yaşamasını sağlayacaktır. O kısa ve şöhretli bir yaşamı seçer. Paris hazzı, ölümsüzlüğe tercih ederken Aşil, uzun dönem sürdürebileceği hazlardan adının ölümsüzlüğü uğruna vazgeçer. Truva Savaşı’nda karşı karşıya geldiklerinde Paris’in Aşil’le savaşmaktan kaçtığı, aşklı ömrünü uzatmak için her yolu denediği ise malumunuz. Her ikisi de ölümle yüzleşen kahramanlardan Paris, ölümü kabulün, Aşilse ölümü reddin mitleşmiş hali gibidir.
İnsan, tarih bilinci kazandığında zamanın da esiri oluyor bir bakıma… Sadece kurgulanmış olarak birbirinden koparılan aslında diyalektik biçimde birbirini tamamlayan ikilikler (zihin ve beden, ölüm ve yaşam gibi) büyüyor ve insan ruhsallığını da işgal ediyor. “Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında” diyen Ahmet Hamdi Tanpınar gibi ne bütünüyle zamana saplanan bilinçteyiz ne de sürekli olarak zamandışı bilinçdışının akışında…
Lafı biraz dolandırdım, film beni buralara götürdü çünkü… Kore Savaşı deyince insanlık tarihinin en kara en karanlık sayfaları açılıyor içimde koyu derin bir acıyı anımsıyorum öfkeyle… O dönemde geliştirilen ve tüm dünyadaki hayatı tehdit etmeyi sürdüren kitle imha silahları, Japonya’ya atılan iki atom bombası, Avrupa’daki Nazi toplama kampları…
Kore Savaşı deyince neler dolar zihnimize? 2. Dünya Savaşının ardından başlayan Soğuk Savaş döneminin ilk sıcak çatışması… Savaş 1945’de bitti. Öncesinde Kore’de durum nasıldı? 1905’ten beri Japonya’nın işgali altındaydı. Peki bu işgal nasıl sona erdi? Hatırlamaya devam ediyoruz. Hani ABD Japonya’ya hem de zaten yenmişken hem de hiç bir askeri gereği de yokken atom bombası atmıştı işte Japonya o zaman Kore’den çekilmişti. İşgal bir acı, atom bombası ayrı büyük acı… Devam ediyor hikaye… 1945-1950 arası ne oldu? SSCB ve ABD, Japonya’dan boşalan yeri doldurmak için yarışa girdi savaş sonrası, bir sıcak çatışmayı daha göze alamayınca aralarında 38. Enlemden bir çizgi varsaydılar ve Kore’yi Güney-Kuzey diye ikiye böldüler (Tüm suçlarına karşın SSCB bürokrasisinin ve ABD’nin pozisyonunu eşitlemenin mümkün olmadığı, mülkiyete ilişkin tutum ayrılıklarının tarihsel açıdan çok büyük bir farka işaret ettiği kanaatindeyim ancak konumuz bu olmadığından detaylandırılmayı çok hak eden bu konuya değinerek geçmek zorundayım). İşte o enlemden Kuzeye Güneye doğru itişilen savaşın adı Kore Savaşı oldu. Asıl olarak Çin ve ABD arasında gelişen savaşa Türkiye gibi pek çok ülkede dahil oldu. Bu savaşın sonunda ölen milyonlarca insanın, harap olan bir Kore’nin ardından sınır yine 38. Enlem olarak kaldı. NATO bu savaştan sonra bir askeri aygıt olarak şekillendi. Tüm bir soğuk savaşın belirleyenleri Kore sahnesinde sergilenen bir gösteriye dönüştürülen güreşin ardından açığa çıktı. Bir dizi acının belleğimizde açılıveren dosyası, yüreğimize, zihnimize çöken bir ağırlık… Tarihsel anlamı ve ağırlığı böylesine yoğun bir dönüm noktası, bu filmle bir köyde yaşananlar üzerinden anlatılıyor.
Bu tarihin bilgisine sahip olan bizler, insan saldırganlığının ve kötülüğünün sınırsızlığı bilgisine sahip oluyoruz, insanın iyiliğine dair umudumuz bu bilgilerle tökezliyor ama bir yandan da bu bilgiler üzerinden bir çıkış yolu arıyoruz. Oysa Dongmakgol köylüleri öyle mi?
Kore’de yaşanan savaşa tüm dünyada yüklenen anlam, komünizm ve kapitalizm arasındaki savaşın Kore arenasında sergilendiği yönündeydi. Bu filmde komünizm için savaşmanın da kapitalizme karşı olmanın da anlamsız olduğu bir alana sıkışan askerlerin yaşadıkları içsel çatışma ve ilişkiselliklerindeki değişimler anlatılıyor. Değil kapitalizme, köleci topluma bile yolu uğramamış ilkel komünal bir topluluğun yaşadığı bu dağ köyünde askerlerin geldiği dünyanın kodları hiç bir biçimde geçerli olmuyor.
Köye varmalarının öngününde Kuzeyli komutan birliğindeki yaralıları öldürme emrini uygulamadığı için, Güneyli teğmen üzerinden sivillerin geçtiği bir köprüyü bombalama eyleminden duyduğu büyük rahatsızlık nedeniyle savaştan uzak düşmüşler. Güneyli olan asker kaçağı artık. İkisi de ordusuna dönse idam edilmeleri söz konusu ama ölümden korkacak halleri dahi kalmamış, anlamını yitiren bir dünyayla nasıl başa çıkacaklarını bilmiyorlar, ruhları savaş yaralarıyla dolu… Birbirleriyle karşılaştıkları ilk bir kaç gün yeniden karşıtlık ve öfke üzerinden askerlikleri canlansa da kısa süre de Dongmakgol köylülerinin barışcıl ve iyileştirici bütünlüğüne bırakıyorlar kendilerini.
Dongmakgol köyü, dünya ile bağı sınırlı o dağ köylerinden biri… Dönemin edebiyatında benzer dağ köylerini bulmak mümkün. Oysa günümüzde kapitalizmin ulaşmadığı ücra bir alan bir zihin bir insan ruhsallığı bulmak pek de mümkün değil. Bu köyde herkes yeteneğine göre iş yapıyor, deliler ihtiyarlar ve çocuklar için çalışmak gerekmiyor, onları topluluk besliyor. Köylüler kendini tanıtırken “çocuklar gibi tasasız yaşıyoruz burada” diyor. “Çocuklar gibi” demek boşuna değil… Zamandan ve dış gerçeklikten acısız biçimde bağımsızlaşmak çocuklara özgü değil mi? Böylesi bir yitik mutluluktan söz ediyorlar aslında… Savaşı o kadar bilmiyorlar öylesine barışçıllar ki askerleri birbirlerine anlatırken kafalarındaki kaskları ve ellerindeki silahları anlatmak için “kafalarında su kabakları ve ellerinde uzun çubukları var.” diyorlar. Amerikan askerinin uçağının düşmesi ile yakından uçak görmenin şaşkınlığını büyüleyici bir deneyim olarak yaşamayıp pek de bir şeye şaşırmayarak Amerikalı askeri tedavi etmeye çalışırken “bu adam gökten düştü” diyorlar. Ellerini kaldır deyince teslim olmayı bilmiyorlar, oysa sınıflı toplumların tarihi kadar eskidir elleri kaldırarak barışçıl niyetlerini sergilemek buna dahi ihtiyaç olmamış bir insanın diğerine zarar vermesinin koşulunu ortadan kaldırmışlar.
Köylerine gelen ve birbirinden ve orada bulunmaktan hoşlanmayan 6 askerin bu kültüre sağaltım için sığınmayı kabulü çok zaman almıyor. Kısa süre sonra asker kıyafetlerini çıkarıp köylüler gibi giyinerek onların arasına karışıyorlar. O anda ülkede gelişen savaştan bihaber olan pek de bu gündemle ilgilenmeyen köylülerin mevsimlerin döngülerine göre şekillenen hayatlarına adapte olarak savaşta yaralanan ruhlarını ve bedenlerini tedavi ediyorlar.
Asker, köyün liderine “Köylüleri sesinizi yükseltmeden nasıl yönetiyorsunuz? Bu harika bir liderlik…” dediğinde o köy liderine köy lideri de ona şaşırıyor, birbirlerinin dünyasına olan uzaklıkları kimi anlarda daha da yoğun biçimde açığa çıkıyor.
Köy, bir masal köyü gibi adeta… Çocukluğumuz boyunca yeterince uslu durursak görebileceğimize inandığımız Şirinler diyarı sanki… Masalın bilinçdışı ile ilişkisi yoğundur, aralarındaki geçişler kolaydır, mümkündür, rüyalar gibi… Welcome the Dongmakgol filminin masalsı karakterleri ve rüyayı andıran sahneleri bilinçle bilinçdışının güçlü bastırmalarla ayrışmadığı çocukluk dönemlerimizi anımsatıyor bize… Ya da insanlığın çocukluk günlerini hatırlatıyor Dongmakgol köyündeki yaşam…
Oyunla, üretimin henüz ayrışmadığı bir çocukluğu… İnsanlık için oyun ve üretimin henüz tümüyle ayrışmadığı çocukluk yılları ilkel komünal dönem… Dinlere göre kovulmadan önceki cennet anlatısı, tarih bilinci evrimle başlayanlar için sınıflı toplumların öngünü… Oyun ve üretim ayrışmamışsa eğer, bilinç ve bilinçdışı da bunca uzaklaşmamıştır henüz… O vakit zaman algısı da bugünkü gibi değildir, bir başkadır muhakkak, belki bir çocuğunki gibidir… Öyle olunca da insan zamanın esiri değildir, tarih bilinciyle, tarihte iz bırakarak sonsuzluğu arayan insana inat, anda, oyunda sonsuzluk daha mümkündür belki… Nitekim köy insanı savaştan, Kore’nin içinde bulunduğu durumdan bihaber bir ülkenin ikiye bölünüp birbiriyle nasıl savaşabileceğini anlamaz ve biraz da ilgisiz bir duruşla dinler askerleri… Onların ilgisini çeken haberler şöyledir; Arılar bal yapmış mı? Patates tarlasına kaç domuz gelmiş, onları nasıl korkuturuz?
Filmde askerlerin travmatik savaş anılarındaki zaman kavrayışına tanıklık ediyoruz. Güney Koreli teğmen, üzerinden siviller geçen bir köprüyü havaya uçurması için verilen emri uygulamaya dair düşünürken saniyelerin bile ne denli belirleyici olduğunu görür. Kuzeyli komutan yaralıları öldürerek yola devam etmesine ilişkin emri uygulamaz ve kısa süre sonra emrindeki askerlerin hemen tamamının ölümüne tanıklık eder. Savaş, insanın zamanla yarışının ve zamanın hükmediciliğinin en görünür olduğu durumlardan biridir. Oysa köylüler adeta bir sonsuzluğun içinde yaşam-ölüm döngüsünde akıp giderler… Onlarda sonsuzluk, çocukların içinde yaşadığı zamanın adı gibidir… Mükemmel ve mutlu bir anın sınırsızlığı gibi… Askerler de bir müddet sonra bu duygunun içinde akarken bulurlar kendilerini… Köylülerle birlikte çimlerden kayarken izleriz onları, hep birlikte Amerikan futbolu oynarken, keyifle tarlada çalışırken… Kierkegaard’ın dediği gibi belki de “Huzursuzluk yoksa zaman da yoktur; zaman bunaltıdan tamamen uzak tepkisiz hayvanlar için var olmaz.” O köyde onlar da bunaltıdan ve zamandan uzakta yaşamaktadır. Ama bir müddet… İçinden kayboldukları dünya onları daha doğrusu onların yaşadığı topraklara düşen kargo uçağını arayıncaya dek…
Filmde anlatılanları insan ruhsallığının başka başka varoluş olanakları gibi de görebiliriz. Bu filmin tüm senaryosunun bir insanın ruhunu anlattığını da düşünebiliriz elbette. İnsanlığın kollektifi öne çıkaran “Kuzeyli” yanını, girişimi, sahiplenmeyi, agresyonuyla ötekini itelemeyi öne çıkaran “Güneyli” yanını ve ikisinin de henüz bir gereksinim olarak belirmediği çocukluk halini yani “Dongmakgol”u…
İçinde yaşadığı çağın çatışmalı iklimi bilindiği üzere Freud’u da etkisi altına almıştı ve bu dönemin psikanaliz kuramının doğumunda önemli izleri vardır. Bu konuda sıklıkla verilen çarpıcı bir örneği anımsayalım. Psikanaliz kuramının terminolojisi büyük ölçüde savaş terimlerinden oluşmaktadır (savunma mekanizmaları gibi). Bir çatışma kuramı olarak psikanaliz, diyalektik bir bütünlük sunmayı her zaman başaramaz.
Çağının kötülüklerine tanıklık etmekle kalmayıp, kendisi ve ailesi için gelişen tehdidin içinden kuramını üreten, yaratan bir düşünür olarak Freud, kötülüğün, saldırganlığın insan doğası içindeki yerini zaman içinde daha da genişletmiş, en nihayet Uygarlığın Honutsuzluğu’nda adeta insanlığın kaçınılmaz sonunu bekleyen umutsuz bir anlatıya dönüştürmüştür. Oysa bizler için, onun ürettiği kuramsal çerçeveden umudu devralmak da mümkün. Onun da söylediği gibi insanın ruhsal zorlanmalarının kökenini anlamak için çocukluğa bakmalıyız ama aynı zamanda iyileşme ve sağaltım olanaklarını görebilmek için de çocukluğa bakmalıyız. İnsanlığın çocukluk dönemine baktığımızda Habil-Kabil anlatıları kadar Dongmakgol yaşantıları da olduğunu görüyoruz ve belki orada toplanan askerler gibi Dongmakgol’u savunduğumuzda ve çoğalttığımızda en azından bir örnek, bir temsil olarak yaşamasının olanaklarını sağladığımızda kötülüğe karşı iyiliğin alanını da genişletmiş oluyoruz.
Filmde, Güneyliler ve Kuzeyliler birbirlerini “kukla ordu” olarak nitelendiriyor. İkisi de birbirini dış güçlerin esiri olarak görerek birbirine karşı savaşını meşrulaştırıyor. Güneyli Teğmen, birliğinden firar etmiş, intihar etmek üzereyken kurtarıldığı, Kuzeyli ise komutanlığının “gereğini” yerine getirmekten kaçındığı için bitik ve yitikken birbirileriyle karşılaşırlar. Aralarında bir “barış” gelişene dek ateşkes sağlanması, yanlışlıkla pimi çekilen el bombasının ambara ulaşıp orayı havaya uçurması sonucunda köylülerin kış boyu aç kalmaması için birlikte çalışma zorunluluğunu hissetmeleri ile oluşur. Ambar havaya uçtuğunda gökyüzünden patlamış mısırların yağdığı sahne görsel olarak unutulmazdır.
Kuzeyli ve Güneyli en rütbeli iki asker arasındaki “barış görüşmeleri” olarak görebileceğimiz sohbetin açık alanda kaka yaptıkları sırada gerçekleşmesi manidardır. Filmin başlarında yaşlı köylü kadına askerlerin “kımıldama” demesine karşılık olarak, ihtiyarın, o zaman nereye tuvaletimi yapayım (tabii böyle nazikçe değil) deyip hiç istifini bozmadan ilerlemesi bir agresyonun anal ihtiyaçlarla ifadesi olarak dururken iki komutanın kaka yaparken aralarındaki barışı, uzlaşıyı konuşmaları, savaş-barış meselesinin anal dönem görüngüsüne bir örnek olarak görülebilir. Biliyoruz ki psikanalize göre gelişimsel açıdan anal dönemde, anal ürünler simgesel anlam yakıştırılan biçimlerini alırlar. Çocuk için anal ürün kendi eseri olarak değer kazanır. Oyun oynarken hazzı için, armağan olarak başkasının sevgisini kazanmak için, mülk gibi düşünülerek özerklik kazanmak ve güç kullanmak için, silah olarak bir saldırıda bulunmak için… Yetişkinlikte, yüceltmeler kullanılarak yerine geçen ikameler devreye girer. Para bilindiği üzere bunlardan bir tanesidir. Diğeri de silah olarak düşünülebilir, pis ve korkutucu… Çocuğun kendi dışkısının kıymetli ve kullanışlı bir ürün olarak kavranıp yaşanması ile bu dönemden ayrılması sağlanmamışsa sonraki yıllarda agresyonuyla (saldırganlıkla ilgili konular), sahip olduklarını uygun biçimde tutma-bırakmasıyla (mülkiyete dair mevzular), abartılı silah ve güç teşhirleriyle yetişkinliğini karşılar.
Yeniden tarlaya iki komutanın kaka yaparak gerçekleştirdiği “barış görüşmeleri”ne dönersek orada adeta birbirinin pisliğine tanıklık ederek, pisliklerini bırakıp rahatlayarak, özel bir anı diğeriyle hediye olarak paylaşarak, savaş gündemli anal dönem fiksasyonlarına ilişkin bir gönderme yapmış olur yönetmen.
Kuzeyliler ve Güneyliler, köylüyü mağdur eden düşmanca karşılaşmalarının (ambarın patlaması ve kışlık yiyeceklerin havaya uçması) ardından ambarı yeniden doldurmak için köylüyle birlikte çalışmaya başlarlar. Keyifle çalışılan günlerin ardından ambar dolar. Kuzeyli genç asker, bir an önce savaşa ve birliğine katılması gerektiğini düşünürken bir yandan da köyden ayrılmak istememektedir. Bu nedenle yeni bir iş tariflemek ister. Bir ambar daha inşa etmek önerisinde bulunur. Askerler içinde komünizme en inanmış olan kişi, nam-ı değer artık ürünün biriktirilmesi aşamasını başlatacak olan ek ambarın inşası önerisini getirmektedir. Tarihin bilinçsiz öznesi dedikleri tam olarak böyle biri olsa gerek. Neyse ki köylüler, kendileri için anlam ifade etmeyen bu öneriyi duymazdan gelirler.
Film boyunca köylülerin ve askerlerin doğayla ilişkilerine dair pek çok detaya tanıklık ederiz, güldüren sahnelerin pek çoğu bu karşılaşmaların yaşandığı anlardadır. Domuz saldırısının gerçekleştiği sahne, Amerikalı pilot Smith’in arı saldırısına uğradığı sahne, yılanlarla karşılaştıklarında Kuzeyli inanmış genç komünistin yılanlardan korkamayız biz halkın ordusuyuz demesi üzerine yaşlı askerin “Halkın Ordusu yılan tarafından ısırılmaz mı? Zehirlenip ölemez mi?” demesi gibi…
Neşe içinde gerçekleştirdikleri hasat şenlikleri sırasında müttefiklerin hava kuvvetleri köye iniş yapar, daha inişleri sırasında bir çok asker kelebeklerin saldırısı sonucu ölür. İçinde silahlar olan bir kargo uçağını ve yitik Amerikalı pilotu aramak için köye ulaşan Güney ittifakı askerleri, köylülere kötü davranıp hepsini öldürmekle tehdit ettiklerinde köye sığınan askerler birleşerek, müttefik kuvvetler askerlerinin (esir aldıkları bir tanesi hariç) tamamını öldürürler. Çıkan çatışmada köylülerden biri olan genç, güzel ve deli kız Yeo-il ölür.
Muhteşem gülüşü ve beyaz kıyafetleriyle iyiliği ve masumiyeti temsil eden Yeo-İl karakterinin köydeki varlığı çok anlamlıdır. Tüm topluluk tarafından korunan Yeo-İl, içlerindeki en yarasız-beresiz en temiz kıyafetli kişidir. Günümüz dünyasında “gerçeklikten” “akıldan” bağımsızlaşan “deliler”i en kirli kıyafetlerle, en yaralı, zarar görmeye en açık şekilde görmeye alışıkken, Dongmakgol köyünde, kapatılmadan, zarar verilmeden birlikte yaşanan saf bir iyilik anlatısı gibidir Yeo-il’in varlığı… Onu çiçekler toplayıp kulağının arkasına yerleştirirken, yağmurlarda keyifle ıslanırken, kendi etrafında dönerek gökyüzüne bakarken görürüz film boyunca… El bombasının pimini tutup çekerek ve o pimi kendine yüzük yaparak köyün ve askerlerin kaderini değiştirse de köyden kimsenin aklına onu eleştirmek, yargılamak gelmez. O yağmurlar altında dururken sanki askerler savaş suçlarından arınır, sanki insanlık tüm suçlarından arınır…
Delilik, ottan yılandan askerden kendini sakınmamak anlamına gelir. Tüm köylü aslında benzer bir masumiyeti taşırken Yeo-il adeta onun en billur temsili gibidir… Öldürülen kişi Yeo-il olunca köyden başka biri öldürülse üzüleceğimizden daha çok üzülmüş olmamız çağımız insanı olarak bize özgü bir hali anlatıyor. En masumun ölümünün en yaralayıcı olması… Oysa başkasının canını yakmamak açısından bakılacaksa köyün tamamı masum aslında. Yeo-il öldüğünde canımızın daha çok acımasının bir nedeni de savaşın böyle güzel böyle iyi bir insanı dahi öldürebilecek bir kötülüğü yaratmasına tanıklık etmekte gizli… Onun öldürülebildiğini görünce kendimize, içinde bulunduğumuz çağın durumuna üzülüyoruz bir anlamda… Biz, çeliğin tuncun icadından atom bombasının icadına kadar tüm savaşların tarihini bir yük olarak zihnimizde taşıyoruz, Dongmakgol köylülerinin ruhu bu ağırlıkla gemlenmemiş oysa…
Sonsöz
İkinci Dünya Savaşı ardından, dünyanın devleri tepişmek için kendilerine alan ararken Kore’yi buldular. 1950-53 yılları arasındaki savaşın sonunda tüm Kore harap oldu. Büyük bölümü Koreli ve Çinli askerlerden oluşan yaklaşık 3 milyon insan öldü. Türkiye, “komünizm tehdidine karşı” asker göndereceğini açıklayan (ABD’den sonra) ikinci ülke oldu. ABD’nin ihtiyaçlarına kolaylıkla entegre olan ve kendisi için de ayrıcalıklar edinmeyi hedefleyen DP hükümeti, Meclis onayı dahi almadan alelacele asker gönderme kararı aldı. Sıcak savaşa katılan ilk 3 tugay büyük kayıplar verdi.
O dönemde Kore’ye giden askerlere Nazım Hikmet şöyle sesleniyordu; “Kore’de yağmur mu yağıyor Ahmet?/ yüzükoyun sürünüyor musun çamurda peşince namlunun?/elâ gözlerin dumanlı,/kabarmış damarları alnının/kimi öldürmeye gidiyorsun?/yedi deniz ardında kaldı Anadol” Enver Gökçe ise başka bir şiirde o günleri şöyle anıyordu; “Kore/Dağlarında/Tabakam/Kaldı/Mapus/Damlarında/Özgürlüğüm/Hey/Meri/Kekliğim/Yeter/Çektiğin”
Ben son sözü başka bir şaire vermek istiyorum Orhan Veli’ye…
Harbe giden sarı saçlı çocuk!
Gene böyle güzel dön;
Dudaklarında deniz kokusu,
Kirpiklerinde tuz;
Harbe giden sarı saçlı çocuk!
Çekik gözlü, kara saçlı insanların ülkesine giden sarışın çocuklar, o savaşlardan güzel dönemediler çoğu zaman… Oysa bütün bir hayat Dongmakgol Köyü’ndeki gibi olabilirdi.
İnsanlık için o köye giden bir yol bulunur belki…
* Swift’in çok mühim eseri Gülliver’in Seyahatleri’ne atıfla…
* Bu yazı, Psikesinema dergisinin Ocak-Şubat 2019 tarihli 27. sayısında yayımlanmıştır. İnternet ortamında ilk olarak Sendika.Org’da yayımlanmaktadır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.