Ünlü şair Aragon “Mutlu aşk yoktur”şiirinde, süreğen, akan, dinamik bir sürecin tanımlanmasındaki güçlükten, ilişkinin getirdiği duyguyu mutlulukla sabitleyememekten, donduramamaktan, aşkın yarattığı duygusal karmaşadan söz eder. Anna Karenina da her zaman mutlu olamaz ama aşık olur… Yaşadığı ilişkide bedbaht olduğu anlar olduğu gibi mutlu olduğu anlar da vardır
“Bazı vakitler tren geçiyor evin yakınından
Yaşlanıyorum pencereden her bakışımda
Anna Karenina’yı taklit ediyor zaman,
Atıyor kendini raylara.
Neden her aşk
Bir kadının cenazesini kaldırır mutlaka.” **
Didem Madak
Anna Karenina, aşk uğruna acılar çeken kadınların bir portresi olarak göz alıcı gerçekliğini günümüzde de sürdürüyor ve Anna karakteri, Tolstoy’un yazdığı o dev eserin sayfalarından bir hakikati haykırmaya devam ediyor. Evli olup başka bir adama aşık olduğunda kocası “canavarca” davranmasa da, sevgilisi onu yüz üstü bırakmasa da, abisi/ailesi yanında olmayı sürdürse de, o kadın varlık içinde olsa da, kendisi için belirlenen sınırların dışına çıktığında ona yaşam şansı tanınmadığını görüyor, gösteriyor. “Bu öykü 19. Yüzyıl Rusya’sında geçiyor, şimdi öyle değil ki…” diyenlere “emin misiniz?” diye şüpheyle sorup başlıyorum romanda ve sinemaya uyarlanmış versiyonlarında gördüğümü anlatmaya…
Sinema mı edebiyat mı? Ya uyarlama…
Söze olan düşkünlüğüm nedeniyle benim için edebiyatın (içinde de roman) gönlümdeki yeri her zaman ayrı… Ancak itiraf etmeliyim ki sinemanın zamansal olarak hayatımda daha çok yeri var. Çünkü bir filmi ya da diziyi izlemek daha kolektif bir eylem… İzlemek bir ilişki biçimi… Çocuğunla sinemaya gitmek, arkadaşınla, eşinle film izlemek… Entellektüel ve duygu içeren bir etkinliği birlikte yapmak, üzerine konuşmak… Edebiyatın sunduğu alansa daha yalnız… Bir sessizliğe ihtiyacı var, tek başınalığa… Yalnızken sizde demlenebileceği bekleyebileceği bir alana… Bir roman okurken hayal gücünüzle zihninizde o karakterin yüzünü, ellerini, gülüşünü hatta sesini yaratıyorsunuz ve yazar size bu konuda yön gösteriyor. Oysa sinemada bunların tamamı size sunuluyor. Mitolojik öykülere dek uzanan geçmişiyle edebiyat ile genç sanat sinema arasındaki ilişki ve etkileşim hakkında söz söylemek bu yazının sınırlarını aşar. Bu girizgahı, sevdiğim romanların uyarlamalarının yapılmasını heyecanla karşılamakla birlikte onları izlerken büyük tedirginlik yaşadığımı ve genellikle edebiyattan yana bir tutuculuğumun bulunduğunu belirtmek için yazdım.
Anna Karenina, dünyanın en iyi yazarlarından Tolstoy’un en büyük eserlerinden biri olarak sessiz sinema döneminden bu yana yönetmenlerin ilgisini çekti. Eserin Türkçe’deki çevirisi 1.100 sayfa ve tüm bu sayfalar boyunca romandaki pek çok karakter ilişkileriyle birlikte oya gibi işlenmiş. Bu haliyle iki saatlik bir filmde hiçbir yönetmenin Tolstoy’un anlattığı hikâyeyi bütünlüğü içinde aktarması düşünülemez. Anna Karenina’nın dizileri de var ancak onları ben izleyemedim. Filmlerin hemen tamamı Anna Karenina, kocası Aleksey Aleksandroviç ve sevgilisi Vronski üçgenine yoğunlaşmış. Kimi filmlerde Levin-Kiti çifti biraz daha detaylı gösterilse de romandaki yerine yakın bir ağırlığa sahip olmamış. Bu yazıda hem roman hakkındaki düşüncelerimi ifade etmek hem de sinemaya uyarlanmış versiyonlarından bazılarını anımsatmak niyetindeyim.
Tolstoy’un romanının pek çok kez sinemaya uyarlandığını belirtmiştim. Uyarlanan filmlerin tamamı Anna Karenina adıyla gösterilmiş. 1935 yılında Clarence Brown’ın yönettiği Anna’yı Greta Garbo’nun oynadığı, 1948 yılında Fransız Yönetmen Julien Duvivier’in yönettiği Anna’yı Vivien Leigh’in oynadığı, SSCB döneminde1967 yılında Aleksandr Zarkhi’nin yönettiği Anna’yı Tatyana Samoylova’nın oynadığı, 1997 yılında Bernard Rose’un yönettiği Anna’yı Sophie Marceau’nun oynadığı, 2012 yılında Joe Wright’ın yönettiği ve Anna’yı da Keira Knightley’ın oynadığı filmlerden bahsedeceğim. Roman için İletişim Yayınları’nın bastığı Ergin Altay çevirisini kaynak olarak kullanacağım.
Anna Karenina karakterinin kocasıyla, sevgilisiyle, sosyal grubu olarak Moskova ve Petersburg sosyetesiyle, çocuklarıyla, abisi ve eşiyle ilişkileri roman boyunca büyük değişiklikler gösterir. İlişkilerindeki bu değişiklikler elbette ruh halinde de büyük dalgalanmalara yol açar. Son derece neşeli, canlı, cazibeli bir kadın olarak tanıdığımız Anna, zaman içinde kaybettiği pek çok şeyle (oğlu, sosyal konumu gibi) birlikte kendine olan güvenini de yitirir. 1967 yapımı Rus filminde Anna, canlı ve neşeli bir kadın değil… İlk sahneden itibaren yüzünde keder ve tedirginlik okunan bir kadın olarak canlandırılırken öykünün tamamı bir dram olarak yorumlanır. 1997 yapımı filmde, canlılığın ve tutkunun aktarılmasında başarısız olunduğu, Vronski ve Anna’nın sevgili oluşunun nedeninin tutkudan çok adeta bir kader gibi gösterildiği görülür. Greta Garbo’nun soğuk görüntüsü Tolstoy’un tarif ettiği sıcaklığı sergilemese de Garbo, oyunculuğuyla bu engeli ortadan kaldırmış ve bence en başarılı Anna Karenina oyunculuğunu sergilemiş, bu haliyle Anna’nın coşkusunu en iyi yansıtan film en eskisi olmuş diyebilirim. 2012 yılında Joe Wright’ın yönettiği filmde ise tutku ve canlılık manik bir hal almış, abartılmış, tüm karakterlere biraz alaycı bir biçimde eklenmiş. Gerçi filmin tiyatral anlatımı bu abartılı hali anlamlı hale getirebilirmiş ancak kanımca Keira Knightley, Anna rolüne yakışmamış. Oysa aynı yönetmenle Jane Austen’in Aşk ve Gurur’unun uyarlanmasında aynı Keira Knightley, romanın ana karakteri Elizabeth Bennet rolünde ne kadar da başarılıydı. Vivien Leigh’in Rüzgar Gibi Geçti’deki efsanevi oyunculuğunun üzerinden dokuz yıl geçtikten sonra ağırbaşlı, kederli, vakur bir Anna Karenina yaratması romanın ruhuna aykırı. Oysa daha iyi bir Anna olabilmesi için, Rüzgâr Gibi Geçti’nin ana karakteri Scarlett O’Hara’nın (Vivien Leigh canlandırır) yaşadığı değişime benzer bir değişim yaşasa yetecektir. Fikrimi özetle söylemem gerekirse 1935 yapımı ilk film karakterler açısından en iyi Anna Karenina filmi olurken, 2012 yapımı son film görsel olarak en iyi sahnelere sahiptir.
Bu filmlerin arasındaki farklar çekildikleri dönemlerle de ilgilidir elbette. Yoksa bir roman neden yeniden yeniden yorumlansın ki… Yönetmen “ben bu dönemde bu teknolojiyle ve bu çağın yaratıcı bir insanı olarak gördüklerimle yeniden yorumluyorum” iddiasını bir filmle somutlaştırır her defasında… İlk filmin çekildiği 1935 yılı, 2. Dünya Savaşı’nın, devrimlerin ve karşı devrimlerin hemen ön günüdür. 1967’de çekilen Rus filmi Sovyet bürokrasisinin ölüme yaklaşmış donukluğunu yansıtır. 1997’deki film, postmodernizmin iradeyi küçümseyişinin, “bir kelebeğin kanat çırpışının bile” etki edebildiği hangi elden örüldüğü belirsiz bir kadere teslimiyetin resmidir. 2012 yılındaki ise mevcut ve olası savaşların gerginliğini, yerinde duramayan, sürekli hareket halindeki, derinlikten yoksun ve alaycı neşeyi, zaman mekân algısıyla sürekli oynayan teknoloji dönemini yansıtır.
Bu büyük aşk hikayesinin ana kahramanı Anna nasıl bir kadındır? Romandan alıntılarla anımsayacak olursak… Romanın daha başında Anna, Petersburg’dan Moskova’ya geldiğinde trenden inerken sonradan büyük aşk yaşayacağı Vronski ile karşılaşır. Onun gözünden şöyle anlatılır:
“Çok güzel ya da çok kibar, zarif olduğu için bakmamıştı ona. Yanından geçerken kadının yüzünde aşırı bir tatlılık, bir şefkat ilişmişti gözüne. O arkasından bakarken kadın da dönüp ona bakmıştı. Uzun kirpiklerinin gölgesi düştüğü için koyu gözüken pırıltılı, yeşil gözleri Vronski’nin yüzünde bir an dostça, dikkatle onu tanımaya çalışıyormuş gibi durdular.” (Anna Karenina, s. 115)
Yakın bir zamanda Moskova’da düzenlenen baloya katılan Anna ise şöyle görünmektedir; “Siyah sade tuvaleti içinde çok güzeldi. Bileziklerle süslü dolgun kolları da, inci dizisiyle çevrili sağlıklı boynu da, biraz dağınık siyah bukleli saçları da, küçücük elleriyle ayaklarının hareketleri de, canlılık okunan güzel yüzü de göz kamaştırıcıydı. Ama bu göz kamaştırıcı güzelliğinde korkunç acımasız bir şey vardı.” (Anna Karenina, s. 142)
Romandaki tüm sahneleri filmlerde görmemiz olanaksız olsa da bu iki sahne (ilk karşılaşma ve ilk dans) tüm filmlerde canlandırıldı. Detaylı biçimde anlatılan iki elbise, Kiti’nin ve Anna’nın tuvaletleri filmlerde Tolstoy’un anlattığına çok yakın biçimlerde göründü. Dans sahnelerini birbiriyle karşılaştıracak olursak 2012 yapımı filmdeki dans sahnesinin belki de dönem filmleri arasında en iyilerinden biri olduğunu söyleyebiliriz.
Anna Karenina’nın bunca gerçekçi bir karakter olarak var olması, Tolstoy yazarken karakterin ne denli değiştiği ve olgunlaştığı bilgisi ile birlikte daha da anlaşılır olabilir. Tolstoy kendi içindeki Anna’ya yakından baktıkça kadın karakterin güçlü ve cazibeli yanları daha da parlar.
“Anna Karenina’nın bu ilk versiyonu dosdoğru Anna’nın dramıdır. Tasarımda Levin diye bir kişi, Kiti karakteri ve dolayısıyla bitmiş kitapta kafasını çok kurcalayan sosyal ve manevi sorunlara hiçbir gönderme yoktur. (…) Anna yayımlanan romanda hayranlarının bulduğu güzelliğin ve cazibenin zerresini taşımaz. Basık alnıyla, neredeyse küt burnuyla ve endamdan yoksunluğuyla sıradan bir görünüşü vardır.” (Tolstoy, s.257) Anna’nın sonunu da defalarca değiştirir Tolstoy, kocasının öldüğü, ondan boşanıp Vronski ile mutlu bir evlilik yaptığı sonların ardından roman ilerlediğinde belirir Anna’nın intiharı fikri… Bu konuya, Levin’in romana dahil olması ile birlikte değişenlere ve Anna’nın zamanla nasıl parladığına, neden öldüğüne ilişkin düşüncelerime yazının ilerleyen bölümlerinde döneceğim.
Hikayemizde Anna Karenina, son derece güçlü bir adamla evli, 8 yaşında oğlu olan bir kadındır. Petersburg’da yaşarken Moskova’ya abisini ziyarete gittiğinde karşılaştığı Vronski’den hoşlanır. Genç subay da ondan hoşlanır ve peşini bırakmaz. Bir oyun gibi başlayan hikaye, aşıkların pek çok olumsuz sonucu göze aldıkları tutku dolu bir ilişkiye dönüşür. Başlangıçtaki oyun ikisi için de tanıdıktır. Anna, erkekleri ya da kadınları cazibesi ile etkilemeye alışıkken, Vronski’de çapkın genç bir subaydır. Her ikisi de duygularının ve olayların bunca kontrolden çıkacağını öngöremez. Etrafındaki pek çok arkadaşı gibi Vronski de ün peşindedir ve herkesin baktığı kadının ona bakması fikrinin büyüsüne kapılır…
“Vronski (…) sosyetenin gözünde de gülünç duruma düşmenin söz konusu olmadığını çok iyi biliyordu. Bu insanların ancak bir kıza ya da serbest bir kadına tutulup da başarıya ulaşamayanları gülünç bulduklarını biliyordu. Oysa evli bir kadının peşine düşen, ne pahasına olursa olsun onu baştan çıkarmak için varını yoğunu ortaya koyan bir erkeğin gülünç duruma düşmeyeceğine inanılırdı.” (Anna Karenina, s. 197)
Durumun tehlikelerini en erken kavrayan ve kaçmaya çalışan Anna olur, daha uzun kalmayı planladığı Moskova’dan ayrılıp yeniden Petersburg’a dönerken Vronski’nin de trene bindiğini görür. “Petersburga’a gitmek niyetinde olduğunuzu bilmiyordum.”der genç adama, o da cevap verir; “Siz neredeyseniz orada olmak için gittiğimi biliyorsunuz. Başka bir şey gelmez elimden.” (Anna Karenina, s. 166) Anna, gidin der, olmaz der ama içinden geçen arzu tam tersidir. Moskova’da trenden indiklerinde Anna’nın kocası Aleksey Aleksandroviç’i görürler. İlk kez burada üçü yanyana bulunur, aradaki gerilim hissedilir düzeydedir. Hala Anna’da Vronski’de duygularının boyutunu tam olarak kabul etmemektedir. Oysa Anna artık dünyayı başka türlü görmektedir, gerçeklik algısı değişmiş, ruhsallığında arzuların alanı büyümüş, kuralların yasaların alanı küçülmüştür. Çünkü aşk, yasakları ve zorunlulukları silikleştirmiştir.
Hala duygularını kendinden bile gizlemeye çalışan Anna, neden yaşantısını eskiden gördüğü gibi görmediğini anlamlandıramaz. “Anna oğlunu gerçekte olduğundan daha güzel hayal etmişti .” (Anna Karenina, s. 172) “Dürüst, iyi yürekli, kendi alanında otorite bir insan. Ama kulakları pek göze batıyor! Saçlarını kısa kestirdi de ondan mı acaba?” (Anna Karenina, s.177) Bu kısa yolculuktan önce çocuğunun güzelliğini yüceltirken artık başka birini yalnızca aşık olduğu kişiyi yüceltmektedir. Kocasının kulakları ve görmediği tüm diğer kusurları birden bire görünür olur. “Ama biz Vronski’den önce mutluyduk, öyle mi sanıyorduk, mutlu muydum?” sorgulamaları başlar.
Vronski temsili, bir ressamın gözünden şöyle anlatılır; “Bu yüzün, yapmacık önem taşıyan, anlam fukarası diye belleğinde bir kenara attığı sürüyle yüzden biri olduğunu anımsamıştı. Burnun dar üst bölümünde toplanmış çocuksu huzursuz bir damlacık anlamdan başka bir şeyin bulunmadığı –bu yüze uzun saçlar, çok geniş alın yüzeyde kalan bir anlam veriyorlardı.” (s.601)
Peki Vronski sözkonusu filmlerde kimler tarafından nasıl canlandırılır? 1935 yapımı filmde Greta Garbo’nun karşısında Fredric March dönemin modasına uygun incecik bıyıklarıyla Vronski tasvirlerine pek uygun düşmez kanımca. Sophie Marceau’nun karşısında Yüzüklerin Efendisi’ndeki Boromir, Game of Thrones’da Ned Stark karakterini canlandıran oyuncu Sean Bean yer alırken, 2012 yapımı filmde Aaron Taylor-Johnson oynar. Bu filmde Anna’nın kocasını Jude Law oynadığı için Aaron Taylor-Johnson sönük kalır. Kanımca en iyi Vronski Sean Bean olur.
Anna Karenina’nın kocası Aleksey Aleksandroviç, Vronski’nin tersine duygu kontrolü çok yoğun hatta duygularını alabildiğine katılaştırdığı için olağanüstü durumlar hariç onlara ilişkin farkındalığı dahi olmayan biridir. Öyle ki karısını Vronski ile ilişkisine dair uyarmak için seçeceği sözcükleri düşünürken ““(…) zamanını, akıl gücünü evdeki sorunlara harcamak zorunda kaldığı için üzülüyordu.” (Anna Karenina, s. 216-217) Anna’ya yaptığı telkinlerse şöyleydi “Duyguların vicdanını ilgilendirir, ama suç işlersen yani beni aldatırsan dini, hukuki sonuçları var” Anna, aşkını, ilişkisini kocasına açıkladığında şöyle düşünür Aleksey,“Bu duruma düşen ne ilk kocayım, ne de son. Aleksey Aleksandroviç, Menelous’un Güzel Helen’inden başlamak üzere tarihe geçmiş kadın ihanetlerinin yanında, yüksek sosyetede bilinen kadın ihanetlerini de düşünüyordu. (…) Onun durumuna düşen insanların nasıl davrandıklarını ayrıntılarıyla düşünmeye başlamıştı. Daryalov düello etti. (…) Ona yöneltilmiş bir tabancayı dehşet duymadan düşünemezdi.” (Anna Karenina, s. 377) Aynı dönem Anna, kocasından basederken şöyle der “Erkek de değildir o, insan da. Bir kukladır. Benden başka bilen yok bunu. (…) İnsan değildir o, bir bakanlık makinesidir.” (s. 469) Evet Anna’nın etrafındaki herkes, gücü ve cemiyete uygun davranışları nedeniyle ideal bir koca olduğunu düşündüğü adamın, gerçekte bir sevgili olmayacağını, sevgi, aşk, beğeni açısından Anna gibi bir kadını uzun süre doyuramayacağını bilmedi ya da bilmezden geldi. Toplumun kadınların ihtiyaçlarına kör halinin bir ifadesi olarak ne denli tanıdık öyle değil mi?
Levin romandaki ana karakterlerden biri iken filmlerin önemli bir bölümünde yan karaktere dönüşür. Levin’in en akılda kalıcı işlenişi Domhnall Gleeson’ın Levin’i canlandırdığı 2012 yapımı film olsa da romandakine en benzeyen Levin, 1997 yapımı filmde oynayan Alfred Molina’dır.
Romanın başında Kiti’nin Vronski’ye aşık olduğunu, Vronski’nin de ona vaatkar davrandığını görürüz. Vronski’nin Anna’yı tercih ettiği baloda anlaşılır olunca, Kiti aşk hastalığına (romanda vereme böyle deniyor) tutulur, Levin’se ona aşıktır ve evlenme teklifi reddedilince kendini köy hayatını bir köylü gibi yaşamaya ve kimi felsefi, siyasal sorunlara verir. Burada da (Vronski-Kiti-Levin arasında) daha sonra Anna’nın bozduğu başka bir üçgen kurulur. Romanın ikinci yarısında Levin ve Kiti birleşir, kısa sürede evlenirler ve çocukları da olur. Zweig’ın yorumuna göre Anna-Vronski ile Kiti-Levin aşklarının karşılaştırılmaları Tolstoy’u anlamak açısından önemlidir.
“Olgunluk dönemindeki Tolstoy, yaşamın sadece şairi değil yargıcıdır da aynı zamanda. Bu amaca uygun, bu fikre bağlı eğilimi Anna Karenina da hissedilir. Gerçi artık burada henüz belirsiz ve bilinçsiz olsa da ahlaki olan ahlaki olmayandan ayrılmıştır. Vronski ve Anna Karenina, şehvet düşkünü bu insanlar, bu inançsızlar ve tutkularının bencilliğine kapılmış bu insanlar ‘cezalandırılırlar’ ve ruhun huzursuzluğunun arafına atılırlar,Kiti ve Levin ise ruhlarını arındırarak yücelirler; ilk kez burada, o zamana kadar tarafsız olan yazar kendi yarattığı kahramanlarının karşısında ya da yanında yer almaya başlar; çünkü başvuracağı bir merci vardır: Ahlak. Ve öğretici kitap gibi inancın yasalarının altını çizme eğilimi, ünlem ve tırnak işaretleriyle yazma eğilimi, bu inatçı ikincil amaç, gittikçe sabırsızca ortaya çıkar.” (Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar, s. 298)
Zweig’ın bahsettiği ahlak kılıcını kadına doğru sallayan Tolstoy erkeği de aşksız, tutkusuz bırakır. Levin’in kitap boyu işlenen ölüm korkusu ve ölümle meselesi belli ki yaşamak, aşık olmak, risk almak korkularından bağımsız değildir. Romanı yazarken Anna karakterinin cazibesine kapılarak onu sürekli güçlendiren Tolstoy, adeta onun gücüyle baş etmekte zorlanır. Kimi zaman onunla ilgili erkekten yana ahklakçı tutumlar takınır. Anna ve Vronski’nin ilk sevişmeleri ardından bulundukları mekanı cinayet mahalline iki aşığı da katillere benzetir yazar ve ekler “kişiye dehşet veren iğrenç bir şey vardı” (s. 223). Vronski ile birlikte olduktan sonra kocasının yanına giden Anna’yı ise şöyle tarif eder; “Yüzünde bir aydınlık vardı. Ama neşeli, mutlu bir aydınlık değildi bu; zifiri karanlık ortasında bir yangının korkunç aydınlığını andırıyordu. Anna kocasını görünce başını kaldırdı, uykudan yeni uyanmış gibi gülümsedi.” (s.217) Levin ve Kiti’nin “huşu” ile aydınlanan yüzü ile Anna’nın tutkunun ateşiyle yanan yüzü arasındaki farkı böyle görüyor Tolstoy… Oysa Levin ve Kiti’nin arasındaki ilişkiye aşk demek pek de mümkün değildir aslında. Tutku yoktur, güvenli bir liman gibi görürler ilişkilerini… Daha romanın başında Levin’in Kiti’den önce iki ablasına (önce en büyüğe sonra ortancaya) olan aşkından söz eden Tolstoy onun Kiti’den çok ailesini sevdiğini söyler. Kiti ise, uğruna ölümden döndüğü bir tutkudan, bir reddedilişten bir terk edilişten yaralı bir kadın olarak Levin’in köyüne sığınır. Romanın en başında güzelliği ve canlılığı sayfalarca övülen Kiti, Levin ile düğününde herkes tarafından “solmuş, güzelliğini yitirmiş” olarak görülür. Bu kadınların ışığı, güzelliği nerede yok olur? Anna ışığını korurken, tutkusuna, arzusuna, aşkına sahip çıkarken başına gelecek felaketlerin sezgisine sahiptir ama bilgisinden mahrumdur.
Genellikle Tolstoy’un Levin’e benzediğinden bahsedilir. Evet Levin, Tolstoy’un kendini gördüğü, benzettiği, romana kattığı karakterdir. Ancak Tolstoy, aynı zamanda Anna Karenina’dır. Tutkularının peşinden gitmek ister çünkü… Aynı zamanda Levin’in aykırı abisi Nikolay’dır… Kimsenin onaylamayacağı bir kadına aşık olduğunda onunla birlikte olabilecek cesarete sahip olmak ister. Ya da Vronski’dir. Onun kadar beğenilen, yakışıklı genç bir adam olmak arzusundadır. Roman ilerledikçe içindeki çoğulluğu bir bir öldürür Tolstoy… Yaşadığı bohem hayatın sonucunda hastalanarak Levin’in abisi Nikolay ölür önce. Ardından Anna Karenina bunalıma girerek intihar eder. Ve Vronski eski canlılığından eser kalmamış bir halde bir nevi intihar maksadıyla savaşa gider. Tümünün yok oluşunu izleyen Levinse;
“Kötülüğün boyunduruğundan kurtulmak gerekti. Bunun bir tek yolu vardı: Ölüm. Böylece, mutlu bir aiile babası, sağlığı yerinde bir insan olan Levin kendini intihara birkaç kez öylesine yakın hissetmişti ki, kendini asmamak için ipi saklamaya, kendini vurmamak için tüfekle dolaşmaktan korkmaya başlamıştı. Ama vurmadı kendini Levin, asmadı da. Yaşamayı sürdürdü.” (Anna Karenina, s. 981)
“Tolstoy da romanının son sahnelerinde bir tür çılgınlık haline girerek, dürtüye yenik düşme korkusuyla sicimleri ve tabancaları göz önünden kaldıracaktı. (…) Sadece Tolstoy’un değil, o dönemde yüzlerce Rus aydının kapıldığı bu feci hastalığa…” (Tolstoy, s. 259) Tıpkı hikayedeki Levin gibi… Ve biliyoruz ki bu romanın bitmesi ardından büyük bir bunalıma giren Tolstoy o bunalımdan bir ahlak felsefesi yaratmaya karar veren dinsel inançları olan bir ihtiyar olarak çıkar. Bir yazar, karakterleri yaratırken kendini de yeniden yaratır aynı zamanda… Gerçekten hissettiği bir romanla ilişki kuran okur da öyle kuşkusuz…
Kitabın sonunda Anna kendisini trenin altına atarak intihar eder. Filmlerde Anna’nın intiharına ilişkin genellikle somut nedenler sunulur. Vronski’yi başka bir kadınla görmek, oğlundan ayrı olmaya dayanamamak, sosyete tarafından dışlanmak… Oysa romanda anlatılan intiharın nedenleri bunlardan daha derindir. Belki de filmlerde en karikatürize edilen durum intihar sahnesidir. “Hem onun cezasını vermiş olacağım hem her şeyden de, kendimden de kurtulacağım.” der son anlarında Anna… “Yüzmek için suya dalarken her zaman duyduğuna benzer bir duyguya kapıldı. (…) Sonra titredi ışık, sönmeye başladı, söndü.” (Anna Karenina, s. 956)
Anna, trenin altına atlamadan önce romanın başında (ve bahsettiğim filmlerin tamamının ilk sahnelerinde) gösterilen bir ölümü anımsar. Vronski ile karşılaştıkları gün bir işçi trenin altında kalarak can verir. Kısa bir süre buna üzülen Anna, bu ölümün kendisi için kötü bir işaret olduğunu düşünür. Ne de olsa soylular sınıfındandır bir işçinin ölümü kısa sürede kendisi için bir anlama dönüşebilir. “O işçiyi anımsadı ne yapacağını biliyordu.”
O günün dünyasında tren yolunda gerçekleşen çok sayıda intihar olduğundan bahsedilir. “Kendimizi 1872’nin o lokomotif hangarında hayal ederken, bu ölümle ilgili akılda tutulması gereken iki şey, (bize hayatın doğal bir parçası gibi görünen) demiryolunun o sırada son derece yeni oluşu ve (bizde şok etkisi uyandıran) intiharın tamamen normal sayılışıdır.” (Tolstoy, s. 258)
Dönemin Rusya’sı ve Avrupa’sı siyasi ve düşünsel alanda son derece çalkantılıdır. Tolstoy’un çağdaşlarının Marx-Engels, Turgenyev, Çernişevski, Dostoyevski olduğu düşünülürse edebiyatla uğraşırken bir yandan da ‘Rusya’nın ya da dünyanın geleceği nasıl olmalı?” sorularına yanıt geliştirmeye çalıştığını düşünebiliriz. Devrimci fikirlerin savunucusu Turgenyev ve Çernişevksi çoktan yolunu netleştirmişken, Dostoyveski siyasi görüşleri nedeniyle idam edilmekten son anda kurtulmuş, uzun süre sürgünde kalmış, pek çok farklı yaşam biçimini deneyimlemişti. Oysa Kont Tolstoy, felsefi ve siyasal sorularına net yanıtlar veremiyordu ve dönemine aykırı bir durumdaydı. Romandaki üç ölümü (yine her biri filmlerde de gösterilen) bu açıdan yani Tolstoy’un arayışı bakımından değerlendirirsek, romanın başında işçi öldü, onun işçi sınıfına dair hiçbir zaman umudu olmamıştı zaten… Sonra Levin’in maceracı ve cesur bir adam olan abisi Nikolay öldü. Son olarak aristokrasi ve onun ikiyüzlülükleri nedeniyle Anna kendini öldürdü. Böylece aristokrasiden de vazgeçti Tolstoy. Bir köylü gibi olmaya karar veren Levin yaşadı. İşte bu romanın ardından Tolstoy’da doğu dinlerine ve köylülüğe yaslanarak kendi yolunu bulduğunu iddia eder. Tam bu noktada Dostoyevski’den aktaran Zweig şöyle söyler;
“Tolstoy’un bir yansıması olan Levin karakteri için Dostoyevski gelecekte olacakları görürcesine şöyle demişti: ‘Levin gibi insanlar ne kadar halkla birlikte yaşarlarsa yaşasınlar asla onlardan biri olamazlar: Kendilerini beğenmeleri, irade güçleri –ne kadar değişirse değişsin- halka inme arzularını anlamak ve uygulamak için yeterli değildir.’ Geleceği dahice gören Dostoyevski böylece Tolstoy’un irade dönüşümünün tam ortasına psikolojik bir atışla isabet ettiriyor, ondaki zorlamanın, sözde Hristiyanlığının maskesini indiriyor, halkla kardeş olmaya çalışmasının doğuştan var olan, içten bir sevgi olmadığını, aksine ruhunun çaresizliğinden kaynaklandığını ortaya çıkarıyor.” (Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar, s. 330-331)
“Mutlu aileler birbirine benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” (Anna Karenina, s.43)-Kitabın Ünlü İlk Cümlesine Dair
Mutlu aile deyince aklınıza hangi aile gelir? İdealimizdeki? Kurmayı düşündüğümüz yuva? İçinde yaşadığımızın bir eleştirisi gibi olan… Ya da yeterince yakından bakamadığımız için idealleştirdiğimiz, özendiğimiz aileler… İyi, uyumlu aileler olabilir, ama mutluluk çok iddialı değil mi? Bu cümleye ilişkin biri doğrudan diğeri bu kitabı hedef almadan yapılmış iki eleştiriden örnek vermek istiyorum. Biri feminist diğeri marksist perspektiften… Ursula Le Guin Bütün Mutlu Aileler adlı makalesinde bu cümleyi eleştiriyor. “Eskiden Tolstoy’a karşı çıkamayacak kadar hürmetkar biriydim” (Zihinde Bir Dalga, s. 49) diye başlıyor ve hayranlıkla eserlerini okuduğu yazarı eleştirmeye başlıyor. Tüm fertlerinin uzun süreli mutlu olması mümkün değilken diyor Tolstoy neden mutlu ailelerden bahsetti? “Üstelik niye? Mutluluğun kolay, sığ, sıradan olduğunu ima etmek, üzerine roman yazmaya değmeyecek bir şey olduğunu söylemek için mi? Oysa mutsuzluk karmaşık, derin, erişmesi güç, sıradışı; hatta benzersiz; dolayısıyla muhteşem, benzersiz romancıya layık bir konu, öyle mi? Hiç kuşkusuz aptalca bir fikir bu.” (Zihinde Bir Dalga, s. 52) “Tolstoy mutluluğun ne olduğunu biliyordu –ne kadar ender ne kadar tehlike altında, ne kadar zor kazanılır olduğunu biliyordu. Üstüne üstlük mutluluğu tarif etme yeteneği de vardı; romanlarına o sıradışı güzelliği veren büyük ölçüde bu ender yetenekti. O ünlü cümlesinde bu bilgiyi neden inkâr etti bilmiyorum. Epey yalan söyleyip inkâr etmişliği vardır, muhtemelen daha önemsiz romancıların çoğundan daha fazla. Hakkında yalan söyleyeceği daha çok şeyi vardı; zalim teorik Hristiyanlığı da kurmacasında hakikatini gördüğü ve gösterdiği nice şeyi inkâr etmesine yol açtı. Belki de sadece hava atıyordu. Cümle güzel geliyordu kulağa. Muhteşem bir açılış cümlesiydi.” (Zihinde Bir Dalga, s. 53-54)
Tolstoy’un yaşadığı dönemi kasıp kavuran Marksist eleştiri açısından ele alacak olursak “(…) tekeşli evliliğin tarihte, erkek ve kadının uzlaşması olarak ortaya çıkması kesinlikle söz konusu değildir. Tam tersine. Bir cinse bir diğeri tarafından boyun eğdirilmesi olarak, cinsiyetler arasında o zamana kadarki tarihöncesinde bilinmeyen bir çatışmanın ilanı olarak ortaya çıkmıştır. 1846 yılında Marx’la birlikte kaleme aldığımız, basılmamış bir elyazmasında, ‘İlk işbölümü, erkek ile kadın arasında çocuk üretmek için yapılmıştır.’ demişiz. Bugün şunları da ekleyebilirim: Tarihte ortaya çıkan ilk sınıfsal çelişki, tekeşli evlilikteki uzlaşmaz erkek-kadın çelişkisinin ortaya çıkmasıyla ve ilk sınıfsal tahakküm altına alınmasıyla örtüşür. (…) Bu evlilik biçimi, uygar toplumun en küçük birimidir, bu toplumda tam olarak gelişmiş zıtlıkları ve çelişkilerin doğasını bu birim üzerinde inceleyebiliriz.” (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 53)
Aslında Ursula LeGuin’in de dediği gibi tüm roman ilk cümlesinin yanlışlanmasıdır aynı zamanda… Bakın örnek ve mutlu aileyi kuran Levin’in ağzından dinleyelim…
“Levin evleneli üç ay oluyordu. Mutluydu. Ama onun beklediği mutluluk değildi bu. Adım başı eski hayallerinin kırıldığını hissediyor, yeni ve beklenmedik hayal kırıklıklarıyla karşılaşıyordu. Mutluydu ama aile yaşamının içine girince her an, hayal ettiği şeyin bu olmadığını hissediyordu. Sıkça, durgun bir gölde küçük bir kayığın düzgün, mutlu gidişini seyreden bir insanın bu kayığa kendi bindiği anda hissedeceklerini hissediyordu. Bu kayıkta yolculuğun yalnızca sakin sakin, sallanmadan oturmak demek olmadığını, kayığın nereye gideceğini akıldan bir an çıkarmamanın, durmadan düşünmenin, kafa yormanın; altında suyun olduğunu, kürek çekmek zorunda olduğunu unutmamasının, alışık olmadığı için avuç içleri acısa bile kürek çekmesinin gerektiğini, bunu seyretmenin hoş bir şey olduğunu, ama yapmanın, hoş olsa bile güç olduğunu görüyordu. (…) Kiti’ye sevilmenin yeteceğini düşünüyordu. Ama bütün erkekler gibi o da, karısının bir şeyler yapmaya, çalışmaya gereksinimi olduğunu unutuyordu.” (Anna Karenina, s. 611)
Bu alıntıda yalancı birinin sürekli yemin etmesine benzer bir durum görülür. “Mutluydu” yükleminin ardından Levin’in mutsuzluklarını, hayalkırıklıklarını okuruz.
“Yalnızca yakın değildi ona Kiti; karısı nerede bitiyor, kendi nerede başlıyor, bilmiyordu artık. O anda hissettiği ikiye bölünmenin acısından anlamıştı bunu. İlk anda gücendirdi onu bu. Ama Kiti’ye kızamayacağını, çünkü onunla kendisinin aynı kişi olduğunu anlamakta gecikmedi. O zaman, arkasından şiddetli bir darbe yiyen bir insanın öfkeyle, öcünü almak amacıyla dönüp de kafasını kendisinin bilmeden çarptığını, kızacağı bir kimsenin bulunmadığını, acısına katlanmaktan, sızısını dindirmeye çalışmaktan başka yapacak bir şeyinin olmadığını gördüğünde hissettiği şeyi hissetti.” (Anna Karenina, s. 613) Kiti’nin Levin’de eriyişi, bir kadının kendi uğraşlarını arayabileceğini dahi düşünmeyen bunu bilebilmek için deneyimlemesi gereken bir Levin…
Ünlü şair Aragon “Mutlu aşk yoktur”şiirinde, süreğen, akan, dinamik bir sürecin tanımlanmasındaki güçlükten, ilişkinin getirdiği duyguyu mutlulukla sabitleyememekten, donduramamaktan, aşkın yarattığı duygusal karmaşadan söz eder. Anna Karenina da her zaman mutlu olamaz ama aşık olur… Yaşadığı ilişkide bedbaht olduğu anlar olduğu gibi mutlu olduğu anlar da vardır.
Kadınların ve erkeklerin bağlı olduğu ahlaki, dinsel, hukuki kurallar ülkelere göre değişse de eşitsizlikler dünya ölçeğinde yapısal bir değişikliğe uğramadığı sürece belli ki ruhsallığımız da ilişkilerimiz de içinde bulunduğumuz çağın mevcut dinamiklerinden etkilenmeyi sürdürecek. Yazılması üzerinden 140 yıl geçse bile Anna Karenina, birçok kişinin esinlenmesine açık olarak zihinlerimizde yaşamayı sürdürecek…
*Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Kara Sevda” şiirinden.
* Psikesinema’nın Ağustos-Eylül 2019 tarihli 24. sayısında yayımlanan bu yazı, internet ortamında ilk olarak Sendika.Org’da yayımlanmaktadır.
** Didem Madak, “Müsveddeler” Şiiri, Ahlar Ağacı Kitabı, Metis Yayınları, Mart 2018
KAYNAKÇA
Tolstoy L.N. Anna Karenina (çev. Altay E.) İletişim Yayınları, 2017, İstanbul.
LeGuin U. (2004) Zihinde Bir Dalga (Çev. Birkan T. Çelik Ö. Gürkan Ö.D. Gürsoy Sökmen M. Kılıç S.) Metis Yayınları, 2017, İstanbul
Wilson A.N. Tolstoy (çev. Nurettin Elhüseyni) Yapı Kredi Yayınları, 2019, İstanbul.
Zweig S. Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar (çev. Gülperi Sert) İş Bankası Yayınları, 2019, İstanbul
Engels F. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (çev. Mustafa Tüzel) İş Bankası Yayınları, 2019, İstanbul
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.