Thomas Piketty, “Sermaye ve İdeoloji” adlı son eserinde, eşitsizliklerin nasıl oluştuğunu ve ideolojik gerekçelerini analiz ediyor. Bu söyleşide de daha eşitlikçi bir gelecek için önemli ipuçları veriyor
“[Geçen Temmuz ayında] ilk kez bir şeyin başkanı oldum” diyerek gülümsüyor Thomas Piketty. Meslektaşları onu eşitsizliklerle mücadele etme amaçlı bir dernek olan Ecineq‘in başkanı olarak seçtiler. Ekonomist, başkanlık konuşmasında şimdi Fransa’da yayımlanan ve 2020 yılında da ABD’de yayımlanması beklenen son kitabı “Sermaye ve İdeoloji”den bazı güçlü fikirlere yer ayırdı.
Piketty herkesin kendisini ve eserini beklediğini biliyor. Bir önceki eseri 2,5 milyon adet sattı ve eleştirmenler başka bir kitapla kendisini yenileyip yenileyemeyeceğini merakla bekliyor. Piketty fenomeninin sürpriz etkisi daha az şaşırtıcı olacak. Fakat Paris Ekonomi Okulu’ndaki odasında profesör “Bu benim en iyi eserim olacak” diyor. Peki 1200 sayfalık bu yeni eserde neler var?
Önceki kitabının nasıl başarılı olduğuna bir bakalım: Uzun dönemde eşitsizliklerin dinamiklerinin görgül (ampirik) olarak gözlemlenmesi var. Konu aynı zamanda hem tarihsel -XVIII. yy’a kadar gidiyor- hem de özellikle Fransa, İngiltere olmak üzere birçok Avrupa ülkesini, ABD, Hindistan, Çin’in uzun süreçlerini, Brezilya, Rusya, İran ve diğer ülkeleri kapsayan geniş bir perspektife sahip. Kısaca, ABD ve Fransa’ya odaklanan önceki örneklerinden daha az bir Batı merkezci yaklaşımı var.
Fransız Devrimi’nin yarattığı etkiye rağmen, zenginliğin yoğunlaşması konusunda büyük değişimler meydana getirmediği görülmektedir. Aslına bakılırsa, Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde İngiltere gibi Fransa da Eski Rejim zamanında olduğundan daha eşitsiz! Gerçek devrim varlıklı bir orta sınıfın ortaya çıkmasıyla XX. yy. dolaylarında başlıyor: en zengin kesimi oluşturan %10, arkasından gelen %40 lehine ağırlığını kaybediyor. Kitabın önemli kısımlarından biri de bu tarihsel dinamiğin sebeplerini açıklamaya ayrılmış.
Ama kitap sayıların ötesine geçiyor. Meraklı okuyucular Thomas Piketty’nin 1995 yılında üç aylık bilimsel iktisatçıların dergisi olan Quarterly Journal of Economics’te yayımlanan bir makalesini bulabilirler. Metin dönemin gelenekçilerinin (ortodoksisinin) kurallarını izliyor ve aşağıdaki soruyu rasyonel verilerle cevaplamayı amaçlayan tamamen teorik bir çalışma: Aynı gelire sahip insanlar neden farklı oy kullanıyorlar? Yanıt ise yaşamları boyunca karşı karşıya oldukları düşüncelerin bir rol oynamasında yatıyor.
Takip eden yirmi beş yıl boyunca, genç ekonomist, eşitsizliklerin evrimi konusunda mümkün olan en doğru saptamayı yapmak için bir veri toplayıcısına dönüştü. Bu çalışmalar da 2013 yılında yayımlanan dünyaca ünlü eserinden önce 2001’de yayımlanan “20. yy’da Fransa’da Yüksek Gelirler” adlı kitabı ortaya çıkardı.
Sermaye ve İdeoloji‘de, araştırmacı 1990 yıllarında sorduğu soruyu unutmaz: kitabın en orijinal kısmı diploma, gelir ve varlık düzeyine göre oyların toplumsal-seçimsel analizini öneren bölümüdür. Farklılıklar olsa dahi Fransa, İngiltere, ABD ve diğer ülkelerde sosyal demokrat partilerin aynı gelişmeye tanık olduklarını gösterir: Bu partiler 1950-1980 yılları arasında daha az nitelikli çalışanların ve fakirlerin oylarını alırken, zamanla daha çok diplomalıların partisine dönüştüler.
Bu partiler bir yandan daha az şanslı olanları kaderlerine terk ederek, diğer yandan özgürleştirici boyutuna dayanarak -herkesin bir şeylere sahip olma hakkı vardır ve bunları korumak için devletin korumasından yararlanır- mülkiyet hakkını kutladılar ve mülkiyet ideolojisinden ayırdılar. Fakat eşitsizlik üreten boyutunu ve zenginlerin sınırsızca birikim yaptığını unuttular. Birçok bölüm bunun on dokuzuncu yüzyılda gelişen düşüncenin dönüşü olduğunu gösteriyor.
Her şeyden önce, sosyal demokrasi, XX. yy. boyunca refah devletini, kademeli vergiyi, işsizlerin korunmasını, emeklilik sistemini ve asgari ücreti geliştirdi. Thomas Piketty bebeği banyo yaptığı suyla birlikte atmaz[1] ama sol partileri geliri az olan, daha az avantajlı grupları savunmayı terk etmekle eleştirir. Bu gruplar gitgide daha çekimser tavır alırlar ya da aşırı sağ partilere yönelirler.
Bugün yaşanan da buydu: En alt katmandakileri terk eden sol partiler oldu, en alt katmandakiler sol partileri terk etmediler. Bu hareket Avrupa’da aşırı sağcı partilerin yükselmesinden önce başladı ve göçmen problemi olmayan ülkelerde de görülüyor.
Thomas Piketty’nin ‘sosyal-nativist’[2] terimi ile tanımladığı ve yerel kitleleri seçkinlere ve göçmenlere karşı koruma görevini üstlenen seçmen kitlesinin yükselmesi kaçınılmaz olur. Eğer sol partiler eşitsizliklere karşı mücadele programlarını yeniden ele alırlarsa ve mülkiyetin sınırsız birikimini sorgularlarsa, yeniden halk kitlelerini ve oylarını kazanmayı umut edebilirler.
Ne yapmalı? Kitabın son kısımları masaya “katılımcı sosyalizm için birçok öğe” koymaktadır. Kapitalizm özel mülkiyetin taçlandırılmasıyla özdeşleştiğinden, araştırmacı “kapitalizmi gerçekten ve sürekli olarak aşmanın mümkün olduğunu” göstermek istiyor. Eşitsizliğin “optimal” seviyesini tanımlamayı sağlayan sihirli ya da matematiksel bir formül yok. Kitabın tüm tarihsel ve coğrafik analizleri eşitsizlikleri meşrulaştıran ideolojileri belirlemek ve eşitsizlikleri azaltmak için tarihsel deneyimler alanında yollar bulmak için yapılmıştır.
Birçok yol var: Fabrikalarda ücretlilere daha çok güç (iktidar) vermek, 1930 ve 1980 yılları arası olduğu gibi yüksek oranlı, daha çok aşamalı vergiye geçmek ve gelirlerden yararlanarak herkese sermayeden ödenek vermek yani herkes için bir tür miras (gelir) dağıtmak. Aynı zamanda eğitimde eşitsizlikle savaşmak için eğitime güçlü bir yatırımın yapılması ve sermayenin serbest dolaşımını tartışmaya açan, kimin neye sahip olduğunu bilmek için sermayeyi denetleme araçlarına sahip daha demokratik bir Avrupa gerekiyor.
İktisatçıların kitaplarında ender görüldüğü üzere tarzı mütevazı, ileri sürülen önerileri ihtiyatlı ve tartışmaya yönelik. Mütevazı fakat analizlerinin temelini oluşturanlara bağlı: Dokunulmaz özel mülkiyet hakkı yoktur. Birikim bireysel değil ama toplumsal bir sürecin meyvesidir. “Bu şartlarda, önemli varlıkların birikimini yapmış olan kişilerin, bu birikimin bir bölümünü her yıl topluma vermesi gayet mantıklıdır.”
Beğenseler de beğenmeseler de Thomas Piketty’in düşüncelerine alışmak gerek. 48 yaşındaki iktisatçı ikinci önemli kitabını yayınladı ve gülerek “daha bitmedi” diyor.
Tarihsel ve sınırötesi bakış açınız tüm toplumların uzun süren büyük eşitsizliklere tanık olduğunu gösteriyor. Bunlar en genel anlamda “mülkiyetçi ideoloji” tarafından meşru gösteriliyor. Ne demek istediniz?
T.P.: Bu, toplumun refahını ve uyumunu sağlamak için özel mülkiyeti sosyal ilişkilerin merkezi bir düzenleme biçimi olarak yerleştiren politik bir ideolojidir. Kendisini ruhban sınıfı, soylular ve soylu olmayanlar arasındaki üçlü bölüşüme dayanan toplumlarda -tıpkı Fransa’da Eski Rejim’de, Hindistan’da, Müslüman topluluklarda olduğu gibi- konumlandırır ve gösterir. Özel mülkiyet, teorik olarak herkesin mülk sahibi olabileceği noktasından hareketle bireysel özgürleşme kaynağı olarak sunulur. Fransız Devrimi’nden sonra bu düşünceye o kadar inanılır ki, XIX. yy’da mülkiyetin korunmasının önemi ve düzeyi neredeyse kutsallaştırılır. Köleliğin kaldırılması örneğini ele alırsak: Köle sahipleri finansal olarak tazminat davası açabiliyor fakat köleler maruz kaldıkları davranışlardan dolayı bunu yapamıyor!
Komünizmin 1990’lardaki çöküşü, mülk sahibi olma hakkının sınırsız birikimini meşru kılan ‘yeni-mülkiyetçilik’in gelişmesini sağlayan XVIII. yy’deki düzen toplumlarının oynadığı rol ile aynı rolü oynadı. Elde edilen zenginlik düzeyi ne olursa olsun, bu tartışma konusu edilmemeli ve kötü koşulların olduğu yerlerde doğmuş birkaç neslin kaderini ağır yükler altına sokmak pahasına kamu borçları tamamen geri ödenmelidir.
Tarihsel olarak, zengin ülkeler için, XIX. yy eşitsizliklerin en güçlü olduğu yüzyıldır. Neden?
Fransız Devrimi sırasında mülkiyetin sorgulandığı tartışmalar yapıldı. Mirastan %70 hatta yüksek miktarlar için %80 oranında vergi alınmasıyla ilgili projeler tartışıldı fakat kabul edilmedi. Gelişmeler sonucu mülkiyet fikrinin savunucuları denetimi ele geçirdi ve bu politikaları deneme zamanı olmadı. Tüm XIX. yy boyunca, mirasla ilgili vergi %1 oranında kaldı.
Fransa’nın bu konuda ilerici bir vergi uygulamaya başlaması için 1902 yılını beklemek gerekecekti ve bu vergi 1910’da %6,5’i geçmemek üzere sınırlandırılacaktı.
Sonuç olarak 1914’te Fransa, zenginliğin %60’ının nüfusun %1’inin elinde olduğu ve mülkiyetin belli bir alanda toplandığı yüksek bir seviyeye ulaştı. Bu seviye Fransız İhtilali zamanından çok daha yüksektir ve eşitsizliğin toprak mülkiyetinden kaynaklandığı İngiltere’de olduğu kadar güçlüdür. Belle Epoque dönemi[3] Fransız burjuvazisinin büyük bir ikiyüzlülüğü vardır: İngiltere’nin aksine Fransa’nın bir cumhuriyet olduğu ve İngiltere’de uygulandığı gibi gelire göre vergi alınan bir sisteme ihtiyacı olmadığı yönünde bir ikiyüzlülük. Bu siyasi araçsallaştırmaya o dönemde kademeli vergi uygulama deneyimlerinin eksik olduğu gerçeğini de eklemek gerekir. Muhafazakârlar makineleri şeytani olarak ve gelir ile servetin kademeli olarak vergilendirilmesini soygunculuk olarak kınama konusunda iyi şanslar elde etti.
Asıl büyük tarihsel devrim XX. yy’dedir. Mülkiyet değerinin ve birikiminin azaldığı bir dönem. Değerin azalması konusu, iki dünya savaşının yol açtığı yıkımların sonucu mudur?
Bu ne başlıca ne de tek etmendir. Büyük yıkımdan etkilenmemiş olan ve aynı gelişmeye tanık olduğumuz İngiltere’ye bakın. Almanya ve Fransa’da bu tahripler, kabaca mülkiyet değerindeki düşüşün dörtte birini açıklamaktadır. Bu ihmal edilemez, ancak dörtte üçü netleşmeye devam ediyor. Önemsiz bir değer değildir ama dörtte üçünün açıklanmaya ihtiyacı vardır.
Özel tasarrufun önemli bir kısmı kamu borçlanma senetlerinin satın alınmasıyla savaşın finansmanına yatırıldı. Savaş sonunda, enflasyon ve sermaye üzerindeki olağanüstü vergiler tasarrufu sıfır düzeyine getirdi. Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) yüzdesi olarak kamu borcunun ağırlığı Almanya, Fransa ve İngiltere’de aşağı yukarı on’a bölündü. Bu sebeple, ülkenin geleceği için çok önemli sayılan kamu borcunu geri ödememe seçimi yapıldı. Bu, kabaca özel servetteki düşüşün üçte bir ila yarısını açıklar.
Kalan kısım ise mülkiyet haklarını sınırlamayı amaçlayan siyasi gelişmelerle açıklanır. Örneğin, mülkiyetin fiyatını düşüren kira kontrolü; çalışanların yönetim kurullarındaki gücünün artması (Almanya ve İskandinav ülkelerinde) ve bu durumun çalışanlara hissedarlar üzerinde güçlü haklar vermesi sebebiyle şirketin borsadaki değerini düşürmesi gibi.
Bu durumu açıklayıcı bir unsur, yabancı portföylerin Birinci Dünya Savaşı arifesinde üstlendiği önemle ilgilidir. Varlıkların dağıtımının zirvesinde olduğumuz için bu daha doğrudur. Bu nedenle, 1914-1950’ler arasında hemen hemen her yerde varlıkların değerinin çöküşünden en çok kayba uğrayacak olanlar onlardır. 1880-1914 yıllarının eşitsiz zirvesi mülkiyetçi ve sömürgeci dünyanın zirvesidir.
Yerel kamu politikalarının evrimi de gelir ve miras konusunda kademeli vergilendirmenin getirilmesiyle birlikte merkezi bir rol oynamaktadır. Tüm bu gelişmeler, emekli maaşı ile yaşayanların yaşam standartlarını önemli ölçüde azaltan bir şoku temsil ediyor.
Ancak, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra büyüme için gerekli olan sermaye birikimi devam eder ve bu yeni toplumsal tabakaların ürettiği sonuçtur: Orta sınıflar. Eğitim sayesinde birikim Birinci Dünya Savaşı öncesi mülkiyetçi toplumlara göre daha genişler ve daha yüksek büyüme oranları ile daha verimlidir.
Bu gerçekten de mülkiyet sahibi orta sınıfın doğuşuyla birlikte devrim yapmak yerine en zenginler sınıfının yerini almasının sonucudur. Çünkü en tabandaki %50 için durum pek değişmez.
Kesinlikle. Şu noktayı vurgulamak istiyorum: Savaş sonrası sosyal demokrat toplumlar, tüm başarılarına rağmen önemli bir sınırlamaya sahipler. Nüfusun en yoksul yarısı hiçbir zaman bir mülk sahip olmadı. En fakir %50, hiçbir zaman mülklerin %10’undan fazlasına sahip olmazken, en zengin %10 da hiçbir zaman mülklerin %50’sinden azına sahip olmadı.
1980’den beri, eşitsizlikler giderek yeniden artıyor. Tüm zengin ülkelerde, iktidardaki sol partiler bunları sorgulamadılar. Neden?
Burada üç öğe devreye girer: Eğitim hırsı eksikliği, mülkiyeti dolaşıma sokacak irade olmaması ve küreselleşme döneminde ulusal toprakların dışında çözüm bulmak için bir hareket olmaması.
Eğitimle ilgili olarak, Avrupa veya ABD’de sosyal demokratların oylarını incelersek, bunların artık diplomalıların partisi olduğunu ve işçi olmadıklarını görürüz. 1950-80 arası yıllarda kendilerine oy verenler daha az eğitimli kesimdi, 1990- 2020 arası yıllarda ise bu seçmenler daha eğitimlilerdi. Bu, eğitim sisteminin kazanan kesiminin -özellikle de yüksek öğrenimdekilerin- sosyal demokrat partilerin tercih edilen hedefi haline geldiğini gösteren, onlarca yıldan beri devam eden aşamalı bir süreçtir ve nüfusun geri kalanı kendilerini terk edilmiş hissetti.
Şu bir gerçektir ki 1980’lere kadar izlenecek yol çok daha kolaydı: Bir yaş kesimini ilköğretim seviyesine getirmek ve ardından ortaokula devam ettirmek. Bunu başardıktan sonra, tüm nüfusu yüksek lisans veya doktora seviyesine getirmek daha zordur! Fakat bu durum sosyal demokratların yeterince yapmadığı bir şey olan yüksek öğretime erişmek için daha adil politikalar üzerine düşünmeyi engellemedi. Örneğin kolej, özel okul ya da belirli alanlara odaklanmış yüksek öğretim kurumlarına, üniversite ya da diğer eğitim kurumlarından çok daha fazla para harcamaya devam edildi. Bu da eğitime yapılan yatırımın giderek azaldığı bir dönemde yapıldı. Eğitim yatırımı XX. yy başında ulusal gelirin %1’i iken, 1990 yılları başında %6’a ulaştı ve giderek durağanlaştı, hatta öğrenci sayısının artmasına karşın azalmaya başladı. Bu da büyüme oranındaki düşüşü kısmen açıklıyor. Böylece sosyal demokratlar daha az eğitimli olanların oyunu kaybederken, en zenginler eğitimli seçkinlere yaklaşma eğiliminde olsalar dahi daha muhafazakâr partilere oy verdiler.
Mülkiyetin dağıtılması konusundaki kamu politikalarına gelirsek?
Sosyal demokratların eşitlik sözü tutulmadı. Bu kısmen eğitimli kesimin partisi olmalarından kaynaklandı. Ama asıl etkileyici rol komünizmin çöküşüydü. Fransız sosyalistleri ve İngiliz İşçi Partilileri darbesiz bir şekilde aralıksız özelleştirme politikalarına geçmeden önce 1980’lere kadar kamulaştırma merkezli bir yaklaşım benimsediler. 1950’li yıllardan itibaren toplumsal mülkiyete ya da ortak yönetime başvuran Almanya’da ya da İskandinav ülkelerinde bu yöntem maksimum şekilde derinleştirilmedi. Vergi alanında ise, mülkiyetin ve varlığın dolaşımının kademeli vergilendirilmesi sistemi üzerinde gerektiği gibi durulmadı.
Küreselleşme karşısında bir önerinin olmayışı, eşitsizliklerin ilerlemesine sosyal demokrat partilerin zayıf tepki göstermesinde önemli bir rol oynadı.
Avrupa’nın inşası onlar için bir yanıt olabilirdi. Uluslararası bir ekonomik ve finansal bir çerçeve kabul edildikten itibaren kamu, iktisadi, mali ve çevresel düzenlemelerin uluslararası bir boyutta olması normaldir. Sosyal demokratların bu konuda ne kadar az ilerleme kaydettiği dikkat çekicidir. Avrupa’da mali oybirliğinden nasıl çıkılacağı konusunu hiç sorgu sual etmediler. Kim neyi elinde tutuyor konusunda bilgi alışverişi sistemini talep etmeden, ülkeler arasında sermayenin serbest dolaşımını kabul ettiler ki bu da varlık ve gelirlerini doğru şekilde vergilemeyi önledi.
Hannah Arendt’in 1951 yılında Totalitarizmin kökeni adlı eserinde onları nasıl yeniden sorguladığını görmek çok çarpıcıdır: İki dünya savaşı arası sosyal demokratlar biraz kayıptılar çünkü siyasal projelerini neredeyse sadece ulus devlet çerçevesinde ele aldılar. Karşılaştırmak gerekirse, sömürgeci, Bolşevik ve NAZİ ideolojileri veya Amerikan projesi dünya ekonomisini açıkça ulusötesi düzeyde düzenlemeyi düşündüler.
Ortak egemenlikleri demokratik olarak düşünme yolları kolay değildir ama bence var. Bu yönde öneriler yapılması acildir ve ben de katkıda bulunmaya çalışıyorum.
Bu, tersine, hiçbir ulusal çözümün etkili olmadığı anlamına mı geliyor?
Hayır, eğitim, mülkiyet hareketi, vergi vb. konularda ulusal düzeyde yapılabilecek çok şey olduğuna ikna oldum. Fransa’da varlık üzerindeki dayanışma vergisine bakın: Gelirleri 1990’da yaklaşık 1 milyar avro iken kaldırıldığı zamanlar 5 milyar avroya kadar çıkmıştı, bu GSYH’nin iki katına çıkmasına karşın, zenginlerin gelirlerinde beş kat artış yaşanması demekti. Eğer ISF[4] sistemi modernize edilseydi, ücretler için olduğu gibi varlıklar için de önceden doldurulmuş beyanlarla 10 milyar civarında daha fazla gelir getirebilirdi.
Aynı şekilde, emlak vergisi son derece gerici olmaya devam ediyor, borçlarınızın durumunu dikkate almıyor (190.000 avro borcu olan ve 200.000 avroluk bir evi olan biri, aynı değerde evi olan ve hiç borcu olmayan biri ile aynı tutarı ödüyor) ne de finansal varlığınızı dikkate alıyor (evine ek olarak 2 milyon avroluk finansal mirasa sahip olanlar, varlığı olmayanla aynı vergiyi ödüyor). Tüm bu sorular üzerinden ilerleme sağlayabiliriz. Eşitsizliklerin artışı kaçınılmaz değildir. Kuşatıcı mülkiyetçilikle mücadele etmek için kamu politikaları uygulanmalıdır.
Önerileriniz nelerdir?
Önerilerimin iki ana ekseni var: Toplumsal mülkiyet ve geçici mülkiyet. Toplumsal mülkiyet, tüm şirketler için yönetim kurullarındaki oy haklarının yarısının yıllardır Kuzey Avrupa ve Alman mirasını sürdüren ülkelerde olduğu gibi çalışanlara dağıtılması anlamına geliyor. En büyük hissedarların oy haklarının kısıtlanması konusunda da deneyler yapabiliriz. Eşitsizlikleri azaltmak istiyorsak, daha büyük toplumsal mülkiyete doğru ilerlemeliyiz.
Diğer yol olan geçici mülkiyete gelince; mülkiyet ve miras üzerinde yıllık kademeli vergi uygulamak gerekir. Bugün, Fransa’da bir yetişkinin ortalama varlığı 200.000 avrodur. Ortalamanın altında iseniz, mülkiyetle ilgili ödeyeceğiniz vergi az olacak, mülkiyet değerinin %0,1’i kadar yani mevcut emlak vergisinin altında olur. Buna karşın, daha büyük işletmeler ve özellikle çok önemli tutarlar için yani milyon ve milyarı geçenler için, ortalama servetin 10.000 katından fazla olan yani 2 milyar avroyu geçenler varlıklar için %90’a varan vergi oranlarına gidebiliriz.
Önerdiğim ölçek, en zenginler için birkaç milyon, hatta on milyonlarca avroluk bir mülke sahip olma olasılığını engelleyerek, aşırı varlık sahibi olmaya son verecektir. Tek bir kişinin birkaç milyar avroya sahip olabileceği fikrini haklı çıkarmak zordur. Radikal olmayan vergi oranlarına dönmeyi öneriyorum. Bu vergiler 1980’lere kadar varlığını sürdürdüler ve tarihsel deneyim, büyümeye engel teşkil etmediğini gösterdi.
Geri kazanılan vergi kazanımlarıyla, herkes için bir gelir olacak şekilde, sermaye olarak 25 yaşında herkese 120.000 avro civarında evrensel bir bağış sağlayabiliriz. Şu anda ortalama servet 200.000 avro ise, insanların yarısının hiçbir şeyi yok. Mülkiyetin bu denli dolaşması aynı zamanda onu gençleştirir. Yaşlanan toplumlarımızda, ekonomik güç aslında artan bir şekilde yaşlılar tarafından kontrol edilmektedir.
Mülkiyetin bu şekilde toplumsallaşması herkesin hayatında en çok ihtiyaç duyduğu zaman ev alarak, şirket kurarak, hatta çalıştığı şirkete yatırım yaparak bu sermayeden faydalanmasına yol açacaktır.
Ücretli hissedarlığın gelişmesini etkin bir şekilde savunuyorsunuz. Ama şirketin durumu kötüye giderse hem işinizi hem de tasarrufunuzu kaybedeceksiniz.
Çalışanların pay sahibi olması her durumda uygun değildir ancak toplumsal mülkiyeti kimi zaman tamamlayıcı olabilir. Çalışanların temsilcilerine verilen oyların %50’sine ek olarak, bunlar orada daha fazla iktidara sahip olmak için şirketin hisselerinin bir kısmını elinde tutabilir. Bu evrensel bir model değildir ve herkes evrensel gelirini dilediği gibi kullanmakta özgürdür. Çalışanlara verilen oylar %50 olsa bile sonuçta hala her şeye karar verenlerin hissedarlar olduğu eleştirisini duyuyoruz. Çalışanların payının küçük bir kısmı ile gücü kendi taraflarına çevirdiklerinden emin olabiliriz.
Yeniden dağıtıma müdahale etmek yerine, örneğin daha yüksek ücretler isteyerek, birincil dağıtıma müdahale etmek gerekmez mi?
Çalışanlara sağlanacak pazarlık gücü bu etkiye sahip olacaktır. Sonuçlardan biri, ücret-kâr paylaşımının yeniden dengelenmesi olacaktır. Özellikle asgari ücretin artması olmak üzere birçok parametreyle oynayabiliriz, ancak yalnızca aşağıdan hareket edilmelidir. Bana öyle geliyor ki, burada en önemli şey çalışanlara şirket yönetiminde gerçek bir yer vermektir.
Mali düzenleme sorunlarını pek ele almıyorsunuz. Oysa bir kriz ortaya çıktığında, diğer tartışmalar başarısız kalmakta. Ayrıca eşitsizlikteki artıştan da finansman sorumludur.
1990’lı yıllardan bu yana finansmanın gelişmesi, ilk olarak, düzenleme yapılmadan sermaye akışlarının serbestleştirilmesinden kaynaklanmaktadır. Harekete geçmemiz gereken yer burasıdır. Bu açıdan, Avrupa’da, şu anda veya başka bir zamanda bu serbest dolaşıma kontrolsüz izin veren yürürlükteki anlaşmaları feshetmek zorunda kalacağız. Finansal azmanlaşma kısmen bu sınırsız sermaye hareketlerinin bir sonucudur, bu dünyada işlemlerin bir kısmı sanal olsa ve vergi ile yönetmeliklerin etrafından dolanmaya çalışsa da herkes herkese sahiptir. Devletlerin egemenliğine saldıran sermaye dolaşımını denetlemek lambadan çıkan kötü niyetli finans perisini yeniden lambaya koymanın yolu olacaktır.
Keşfedilecek bir başka yol ise avro bölgesinin bütün üyeleri için ortak bir faiz oranının oluşturulması. Tek bir para birimine ve on dokuz faiz oranına sahip olmak spekülasyona kapıyı açar. Kamu borçlarını ve devletlerarası transferleri bir araya getirmeden bu yöne gidebiliriz. Bu mücadele kazanılabilir.
Fikirlerin dizini ilk sırada. Mevcut düşünceler tarihsel yolları alt üst edebilir diyorsunuz. Fakat sadece başarılı pratik deneyler, politik-ideolojik güç dengesini değiştirerek oyunu değiştirir. Bir gence ne önerirsiniz, araştırmacı mı olsun yoksa siyasetçi mi?
Her ikisini de! Tek bir iyi hayat mümkün değil ve bu herkesin isteklerine bağlıdır. Fikirler açısından, demokratik kargaşamızın sebeplerinden biri de toplumun geri kalanına kıyasla ekonomik ve finansal uzmanlık konusundaki güçlü özerklikten kaynaklanmaktadır. Bu isteğe bağlı bir konu değildir. Herkes ekonomik sorunlara sahip çıkmalıdır. Ben de katkıda bulunmaya çalışıyorum.
Bana gelince, kariyerim araştırmaya dayanıyor çünkü yapmayı sevdiğim şey bu ve en iyi yaptığım şeyin bu olduğunu düşünüyorum. Fikirler ilk sıradadır ve mümkün olduğunca geniş alanlara yayılmalıdır. Seçimler sırasında, fildişi kulemde kalmıyorum ve benim için çok tatmin edici olmasa da yakın gördüğüm adayların yanında yer alarak taraf tutmaya çalışıyorum. Bunu yine de yapıyorum ve yapmaya da devam edeceğim. Benim için önemli.
Dipnotlar:
[1] Orjinali, ‘jeter le bébé avec l’eau du bain’ olan Fransızca bir deyimdir. Anlamı bir konuda iyiyle kötüyü ayırmadan topluca bir yargıda bulunmak anlamına gelir.
[2] Nativizm göçmen kısıtlama önlemlerini desteklemek de dahil, yerli halkın çıkarlarını göçmenlerin çıkarlarına karşı teşvik etme politikasıdır.
[3] Belle Epoque 1871 Fransa-Prusya Savaşı sonundan 1914’te I. Dünya Savaşı’nın başlamasına kadar olan süreçte Batı tarihinde bir dönemi tanımlamaktadır. Bu dönem iyimserlik, bölgesel barış, ekonomik refah, teknolojik, bilimsel ve kültürel yeniliklerle karakterize edilir.
[4] ISF ( L’impôt de solidarité sur la fortune): Servet Dayanışma Vergisidir. Gerçek kişiler tarafından her yıl 1 Ocak’ta net vergilendirilebilir servetlerine ödenen bir vergidir. İlk olarak 1982’de Mitterand Hükümeti uygulamıştır.
[Alternatives Economiques dergisinde 12 Eylül 2019 tarihinde yayımlanan Fransızca orijinalinden İsmail Kılınç tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.