“Bizi ve ülkemizi yanlış tanıyorlar, lütfen anlat onlara” dedi bana. Ne diyorsunuz, sizce anlatılmaya değer bir ülke ve anlatılmaya değer bir halk mı? Bence sonuna kadar
Az kalsın kaçırıyorduk uçağı ama hostesin son çağrısı sayesinde Rusya’nın Vladivostok şehrinden havalanan Rus yapımı uçakla Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin (KDHC) başkenti Pyongyang’a doğru yola çıktık. Ülkeye yalnızca devletin havayolu şirketi olan Koryo Air ile Çin Havayolları’nın uçuşları var. Trenle ulaşım da mümkün ama daha uzun sürdüğü için genelde havayolu tercih ediliyor. Pembe kıyafetleriyle bir yarışmaya katıldıkları belli olan, havalimanında gördüğümüz gençlerle Kore İşçi Partisi rozeti taşıyan orta yaşlı insanlar bizimle birlikte uçaktalardı. Uçağın durumu biraz kötüydü ama halimizden şikâyetçi değildik, çünkü bize eşlik eden ve sevimli bir tınıya sahip olan Korece şarkılar vardı. Önce gazete servisi başladı, ben hatıra olsun diye Korece olanı istedim. Daha sonra ikram geldi: Üç çeşit sandviç ve üzümlü gazoz. Gerçekten çok lezzetlilerdi. Yaklaşık bir buçuk saatlik bir uçuşun sonunda başkente indik.
Pasaport kontrolünde herhangi bir problemle karşılaşmadık. Free shop’a gittiğimdeyse ilk şokumla karşılaştım: Ülkeye özgü olan cinsengli viski burada gerçekten çok pahalıydı (yaklaşık 52 euro). Daha sonradan öğrendik ki bu pahalılığı aşmanın bir yolu varmış. Bu yoldan siz de geçmek istiyorsanız yerel rehberlerle aranızı iyi tutmanız şart. Hemen belirtelim, bilinçli olarak bir “gıcıklık” yapmazsanız aranızın kötü olması için bir sebep de yok. Güvenlik kontrolünde çok fazla kitabım olduğu için durduruldum. Asker, kitaplara bir göz gezdirdi ülkeleri ile ilgili olan bir şey, siyasi bir sembol var mı diye, daha sonradan geç işareti yaptı. Yanımda seyahat kitapları vardı.
Kontrolden çıkınca bizi yerel rehberlerimiz Kim ve Rim karşıladı. Rim, genç ve sempatik bir kadındı. Kim ise biraz daha soğuk görünmesine rağmen tüm sorularımıza cevap verdi ve daha sonradan benimle samimiyet kurdu. Hatırlatmakta fayda var; kaç kişi olursanız olun yanınızda iki yerel rehber olacak ve mutlaka biri akıcı şekilde İngilizce konuşuyor olacak. Bizim iki rehberimiz de çok iyi düzeyde İngilizce konuşuyordu. Ayrıca Kim’in Japoncası da vardı. Size denk gelecek rehberler aynı olur mu bilmiyorum ama onlara geldiğiniz yerden hediyeler getirirseniz çok seviniyorlar. Kendileri kullanmasa bile çocuklarına götürüyorlar hediyeleri. Onlara devlet casusu muamelesi yapmanıza ise üzülüyorlar. Bir soru sorduğunuz zaman onlar da sizin ülkeniz hakkında soru soruyor. Kim ile ilk konuşmamız bu şekilde oldu.
Kim, 40’lı yaşlarında, Turizm Üniversitesi’nde ders veren bir akademisyen. Aslında görevi Rim’i denetlemek. Ben otobüste ayağa kalktığımda el salladı ve buraya gel anlamında bir işaret yaptı. “Ne diyecek ki bu şimdi ya” diye düşünürken, “Sizin grubun yaş ortalaması biraz yüksek, istersen biz muhabbet edelim” dedi. Ben de memnuniyetle karşıladım bunu. Akıllı telefonundaki internet tarayıcısı gibi bir arama çubuğuna Korece bir şeyler yazdı. Sonra karşımıza Türkiye Cumhuriyeti bayrağı ve hemen altında Ayasofya fotoğrafı çıktı. Bana bakıp gülümsedi Kim. Ben de hemen soruyu sordum, “Ben de kullanabilir miyim sizin internetten”, “Tabii kullan, al” dedi. Telefonu elime aldım, tarayıcıyı da açtım ama klavye de site de tamamen Korece. Kim de bunun üzerine bana bakıp gülmeye başladı. “Çok fenasın!” anlamında bir işaret yapıp ben de onunla birlikte gülmeye başladım. Ona, sosyalist olduğumu söyledim. Çok mutlu olarak bana elini uzattı, elimi sıktı. Kore’de gördüğüm en genç yabancı sosyalist sensin dedi. Ben tam gözlerim yaşararak “as bayrakları” edasıyla dışarıya bakarken, üzen soruyu sordu Kim: “Türkiye’nin yüzde kaçı sosyalist, Alaz?”
Yüzümde sorudan sonra ortaya çıkan değişimi görmüş olacak ki ortalığı neşelendirmek için, “Üzülme, zaten hiçbir türlü bizim orana yetişemezdiniz, bizde tüm halk sosyalist” dedi ve sırtımı sıvazlayarak güldü. Başta herkesin çekindiği Kim, ne kadar da komik bir insanmış diye düşündüm. Fotoğraf konusundaki sorumda da “Evet, her yer yasak, kimseye izin vermiyoruz, hapse atıyoruz” dedi. Birkaç saniye sonra gülerek, “Fotoğraf çekemeyeceğiniz bir durum olursa biz söyleyeceğiz, lütfen istediğin fotoğrafı çek, izin alma artık” dedi. Ben de yolda gördüğüm tüm insanları ve sokakları büyük bir iştahla fotoğraflamaya başladım. Bulvarlar genişti, yollar temizdi. İnsanların kıyafetleri çok yeni sayılmazdı ama üzerlerinde leke görmek de aynı ölçüde zordu. Sokakların genel olarak kalabalık olduğunu söylemek mümkün. Hayat, başkent Pyongyang’da herhangi bir büyükşehirde olduğu gibi akıyordu.
Kaldığımız otele geldik sonra. Herkesin cehennem tasvirleriyle anlattığı oteli görseniz Türkiye’deki birçok dört yıldızlı otelden daha lükstür. 47 katlı olan otelin en üstünde sürekli dönen daire şeklinde bir yer var. Tabii ki durmadım, otelle alakalı sorular sormaya başladım: “Yukarıdaki daire şeklindeki şey ne”, “Otelden ülkenin anayasasını bulabilir miyiz”, “Yerel ürünleri alabilir miyiz?” vb. Evet, ülkenin anayasasını oteldeki kitabevinde 6 dile çevrilmiş şekilde almak mümkündü. Evet, marketten yerel ürünler alınabilirdi, rezervasyon yaptırarak saunadan faydalanabilirdi ve otelin gazinosunda kumar oynanabilirdi. Yukarıdaki dönen daire, otelin barıydı. Orada birkaç gecemi geçirdim, Rus ve Alman turistlerle orada sohbet ettim. Pirinç birasının damak zevkime çok uygun olduğunu söyleyemesem de muhabbet gerçekten çok güzeldi. Şehre gece vakti tepeden bakmak da eşsiz bir deneyimdi. Işıklandırma, enerji temin etmede yaşanan problemlerden dolayı sınırlı ama mutlaka ışıklandırılan bir şey var, o da Juche Kulesi. Juche Kulesi, daha önceki yazıda bahsettiğim gibi ülkenin, insanı en öne koyan ve insanın her şeyin belirleyicisi ve hâkimi olduğunu anlatan KDHC’nin resmi ideolojisi. Onun sembolü de Juche Kulesi. Meşale şeklinde. Bu meşalenin ucundaki alev, öncelikli olarak aydınlatılan şey. Bazen de inşa halinde olan ve bitirildiğinde dünyanın en büyük oteli olacak olan binanın üzerinde ışık şovları görülebiliyor. Bazen KDHC bayrağına dönüşüyor ışıklandırmalar, bazense İşçi Partisi’nin sembolü olan orak-çekiç ve fırçaya.
İlk duraklarımızdan biri Moranbong Park oldu. Ülkeye geldiğimiz gün olan 9 Eylül, ülkede bağımsızlık günü olarak kutlanıyor çünkü. Park hınca hınç doluydu. Yeni evlenmiş çiftler, çoluğu çocuğu kapıp gelmiş aileler, mangalların başında beyaz atletli enişteler, bize yakın olan herkes. Çiftler fotoğraf çekilme isteklerimizi geri çevirmediler ama biraz utandılar galiba. Başlarını öne eğip hafif güldüler çünkü. Ülkedeki tüm insanlar için kullanabileceğim tek ortak ifade varsa o da “naiflik” olurdu sanırım. Belki de “zariflik”. Benim de bir genç olarak çok hoşlanmadığım “Nerede o eski insanlar, nerede o eski bayramlar” muhabbetini şimdi yapabilirim o yüzden. Bunlar dışa kapalı, bunlar dışa kapalı diye saldırıyorduk ama insanlık açısından dışa kapalı olmak iyi olmuş belki de, insanlar saf kalmışlar. Geleneksel Kore mimarisiyle yapılmış bir yapının etrafında yüzlerce insan toplanmıştı. Korece şarkılar söylüyordu. Onları yönlendiren kişi Koreli değildi ama bildiğimiz sarışın, renkli gözlü, eşofmanlı bir turistti. Yoksa bütün bunlar Rusya’nın oyunu muydu, bu park, hatta tüm ülke bir film seti miydi? Daha sonradan amigonun olayını çözdük. Misafirperverlikten dolayı dans eden ve şarkı söyleyen turistlere büyük ilgi var. Herkes el işareti yaparak “gel, gel” diyor. Eğer bu da devlet başkanının bir “emri” ise, bence güzel bir emir. Diğer olası emirler de şöyle olabilir; “Turist sana bakıp gülerse sen de gül, turist sana el sallarsa sen de el salla. Sallamıyor mu, yine de el salla. Gülmüyor mu, yine de sen gül”. Yanakları tombik olan birkaç çocuğu turist gazabına maruz bıraktıktan sonra biraz dolaştık, kutlamaların keyfini çıkardık ve otobüse doğru yol aldık.
Otobüsle yanından geçtiğimiz ve gökdelenlerden oluşan mahallenin bilim insanları için olduğunu söyledi Rim. Binalar gerçekten ihtişamlı duruyordu. Kafamızda oluşturduğumuz ülke imajının tamamen zıttıydı.
Ertesi gün ülkeyi baştan başa geçip Güney Kore sınırına gittik. Yollar bakımsızdı, bu yüzden yol gerçekten uzun sürdü. Yolda durduğumuz bir dinlenme tesisinde hayatımın en güzel elmasını yedim. Yoksa armut mu demeliydim? Hangisi olduğuna hala karar veremedim. Sınırda ABD ile barış müzakerelerinin yapıldığı binayı ve masayı gördük. Masa orijinalmiş. Hemen Kore tarafına oturup fotoğraf çekildim. Tabii ki o günleri düşünmek çok kolay olmadı, çünkü bizden sonra gelen Çinli bir turist grubu bizim biraz acele etmemize sebep oldu. Konu açılmışken belirteyim, ülkedeki turistlerin yüzde doksanı Çinli. Geçen sene yaklaşık 80 milyon Çinlinin yurtdışına seyahat ettiğini göz önünde bulundurursak buradaki çoğunluğun onlarda olmasına da şaşmamalı. Tabii ki bu durumda Kore’nin en büyük müttefikinin Çin olması da etkili. Kore Savaşı sırasında Mao meydan meydan gezerek Kore ile dayanışma için asker toplamış. Bu sayede binlerce gönüllü asker Kore için savaşmış. Milli müzede yardıma gelenler müttefikler kısmında yerini almış. Bir de ABD’nin ve müttefiklerinin yenilgilerini anlatan bölüm var aynı müzede. ABD müttefikleri bölümünde Türkiye’yi de görmek bizi üzdü, tıpkı sınırdaki askerin sorusu gibi. “Hiçbir alakanız yoktu, neden bizi öldürmeye geldiniz” gibi gayet makul olan bu soruya, “Biz Amerika’ya yaranmak ve NATO’ya girmek istedik, bu yüzden buraya geldik” demek istemedim. Sadece, “Çok üzgünüm, bu bir hataydı, tamamen karşıyım” dedim. O da “Biz sizi affettik, ülkemizi daha çok ziyaret edin” dedi. Ancak Twitter’da KDHC hakkında yapılan yorumları görmüş olsaydı Türkiye’nin bazen Amerikan’dan çok Amerikancı olabildiğini görüp hayal kırıklığına uğrardı sanıyorum. Sınırda fotoğraf çekimi yasak, sebebi ise basit; askeri bölge. Güney Kore sınırına kadar gittik. “Kimin bayrağı daha yüksek olacak” şeklinde bir yarış var. Bayrak direkleri karşılıklı olarak yükseltiliyor gün geçtikçe. İki taraf da sembolik olarak da olsa birbirine üstünlük kurma amacında. Askerlerle izin alarak fotoğraf çektirdik. Sınırda el yapımı propaganda afişleri vardı. Gerçekten çok güzellerdi. Özenli bir şekilde yapıldıkları da belliydi ama tanesi 30 euro olduğu için benim bütçemi aştı. O parayla daha fazla kitap almak istedim ve almaktan vazgeçtim. Fotoğraflarını çekmeme kimse bir şey demedi iyi ki.
Daha sonra karnımızı doyurmak için bir lokantaya gittik. “Hanedan Yemeği” yedik. Hanedan ile kastedilen, Koryo Hanedanı. Kore’nin krallıkla yönetildiği zamanda ülkenin hakimi olan hanedanlık. Küçük kaplar içerisinde envai çeşit yemek. Yanında da her yemeğin vazgeçilmezi pirinç rakısı. Gezi süresince geleneksel yemeklerin yanı sıra pizza, et ızgara ve balık da yeme imkanımız oldu. Hatta balık çorbasını kendi ellerimizle pişirdik. Malzeme miktarını ve sosları da kendimiz belirledik. Yemek konusunda çok başarılı olduğumu söyleyemesem de ilk deneme için kötü değildi balık çorbam.
Daha sonra sınırdaki Kaesong kentini gezdik. Kaesong Devlet Üniversitesi’nin önüne geldiğimizde burada yabancılar için İngilizce lisans ve yüksek lisans programları olduğunu öğrendik. Belki buralara bir gün yolumuz düşer, kim bilir. Kaesong, Pyongyang ile karşılaştırıldığında daha sönük bir şehir ama tüm ülkede geçerli olan şeyler burada da baki. İnsanlar çok naif, sokaklar temiz, önceki iki liderlerinin gülen resimlerini birçok yerde görmek mümkün, şu anki başkanlarının ise hiçbir yerde resmi yok. Kentin yakınlarında bulunan Koryo Hanedan Mezarları’nı gördükten sonra başkente geri döndük. Yolda köylerin, kooperatiflerin yanından geçtik. Program ne kadar esnetilirse esnetilsin rehberlerin elinde olmayan durumlar da var. Dönerken “Bir köye uğramamız mümkün olur mu” diye sorduğumuzda rehberimiz Rim bize gülerek, “Bu da günün en skandal sorusu oldu” dedi. Hep beraber güldük buna. Programda yer almadığı için gidemedik o köye. Daha sonra Belçikalı bir grubun gittiğini öğrenip kıskandık, o ayrı. Dönüş yolunda Kore hakkında çok az bahsedilen bir şeyin farkına vardım. Doğası inanılmazdı. Sonsuza kadar uzanıyormuş gibi görünen pirinç tarlaları, tarla kenarlarında yürüyen insanlar, bisikletliler, askerler; yüksekli alçaklı tepeler, göller. Gerçekten hepsi inanılmazdı.
Başkente yaklaşırken Ulusal Birleşme Anıtı’nın önünde indik. Kuzeyi ve güneyi temsilen iki kadın, ortada buluşuyor. Gerçekten çok güzel bir anıt. Bu anıtta da ülkedeki diğer birçok anıtta olduğu gibi Avusturyalı bir mimarın imzası var. Neden iki Kore de kadın diye sorduğumda rehberimiz, “Çünkü Kore’yi kadınlar birleştirecek” diye cevap verdi. Akşam yemeği için oturduğumuz yerde TRT Sanat Korosu tarzında bir programla karşılaştık. Sanatçılar takım elbiselerini ve kumaş elbiselerini giyip gelmişlerdi. Bizim için şarkı söyleyip senkronize şekilde dans ediyorlardı. Doğrusu hoşumuza gitti bu.
Akşam otele gittiğimde önce odamdan tamamen görünen şehri ve ışıkları seyrettim, sonra televizyona bir göz atayım dedim. Hava durumu ve dizi izledikten sonra propaganda videolarını izlerken uyuyakalmışım.
Ertesi güne milli kütüphane ile başladık. Burada yaklaşık olarak 30 milyon kitap varmış. 4-5 tanesi de Türkçe. Dışı görkemli olan binanın içi daha mütevazı, yapısı biraz daha sade. Birkaç salon gezip kitapları kurcalama imkânı bulduk. Ben de Korece olarak anayasa metnini bulabilir miyiz diye sordum ama Korece olanı sadece vatandaşlar içinmiş. Kütüphanede bir de kaset odası var. İçeri girerek CD çalara bir CD yerleştirdik ve oturup bir süre geleneksel müzik dinledik. Nostaljik bir etkinlik olarak bizi dinlendirdi bu durum. Daha sonra Kim İl-sung ve Kim Jong-il anıtına gittik. Devasa büyüklükteki iki heykelin önü hınca hınç doluydu. Belirli bir hizaya geçip selam verdik. Heykellerin sağında ve solunda Taksim Cumhuriyet Anıtı’na yapı olarak benzeyen iki anıt vardı. Anıtın önünde işçi, çiftçi ve öğrenciler yer alıyordu.
Oradan ayrılıp güzel bir sadelikte yapılan Kore İşçi Partisi Anıtı’na ulaştık. Partinin sembolü orak, çekiç ve boya fırçası. Temsil ettikleri de işçi, çiftçi ve öğrenciler.
Rehberle aramızı iyi tuttuğumuz için bir İtalyan kahvecisine gidiyoruz. Kahve makineleri özel ve baristalar Milano Akademisi sertifikalı.
Benim en çok merak ettiğim yapı olan Juche Kulesi’ne gidişimiz de kahveden sonra oldu. Kulenin girişinde Juche felsefesi ve ideolojisi ile ilgili çalışma yapan çeşitli yabancı grupları temsilen mermer bloklar vardı. Rehbere sorduğum zaman Türkiye’den hiçbir grubun olmadığını söyledi ancak daha sonra elime ulaşan görsellerden birinde Türkiye’den bir grubun da buraya mermer blok yolladığını gördüm.
Eğer imkânınız olursa otelden hatıra pasaportu alabilir ve gittiğiniz her yerde pasaportu mühürletebilirsiniz. Bu yerlerden bir tanesi de Juche Kulesi. Her mühür genelde gidilen yapının şeklini taşıyor ve farklı renklerden oluşuyor.
Sıra metroda. Dünyanın en derin metrosu olan Pyongyang Metrosu’na bindik. Vagonlar Doğu Berlin’den gelmiş. Üstlerinde yer yer Almanca yazılar görmek mümkün. Metronun her yeri rengârenk desenler, çiçekler, işçi-çiftçi-öğrenci işlemeleriyle kaplı. Merdivenler bazen pembe, bazense beyaz. Biz de binerek birkaç istasyon sonra indik. İnsanlar konukseverliklerini göstererek bize yer vermeye çalıştılar. Hatta yaşlı bir teyze bana yer vermeye çalıştı da kabul etmedim. “Bunlar insansa biz neyiz o zaman” moduna girmeye başladığımı hissettim yavaş yavaş.
https://twitter.com/Haakjoringskoed/status/1172804335111233536
Çıktığımız istasyonda Zafer Takı var. Paris’tekine ne kadar da çok benziyor dediğimde rehberimiz Kim yanıma yaklaşarak, “Bizimkinin ölçüleri daha büyük ama” diyerek gülüyor.
Kim İl-sung’un doğduğu evin çevresi park haline getirilmiş. O kadar büyük ki ucu bucağı görünmüyor. Ev klasik Kore mimarisi ile yapılmış, küçük ve mütevazı bir ev. Kim İl-sung, kurucu lider, henüz çocukken Japonlara karşı bağımsızlık mücadelesi vermek için evden ayrılmış ve geri döndüğünde ülkenin lideriymiş. Çıkışta bir kuyudan balkabağı kabuklarından su içildiğini gördüm. Rehberimiz Kim de gruba dönerek, “Eğer bu sudan içerseniz sosyalist oluyorsunuz. Eğer Alaz içerse daha da sosyalist oluyor” dedi ve güldü.
Herkesin izleme fırsatı bulamadığı, videolarını izlediğimde etkilendiğim ama canlı izlemenin bu kadar fark edeceğini düşünmediğim Mass-Games’e gelmişti sıra. Mass-Games, ülkenin özel günlerinde yaklaşık olarak 100 bin amatör öğrencinin bir eğitimden geçerek sundukları gösteriye verilen isim. Yapıldığı 1 Mayıs Stadyumu da seyirci kapasitesi açısından dünyanın en büyük stadyumu. Yaklaşık 150 bin kişi burada aynı anda gösteriyi takip edebilir. En ucuz biletler ile en pahalı biletler arasında bir fark yok çünkü stat ve gösteri çok büyük ölçekli. Görememe gibi bir ihtimaliniz yok o sebeple. Sahada dansçılar dans ederken karşıda karton levhalarıyla yazı yazan ve resim oluşturan öğrenciler var. Kolektif emeğin önemini vurgulayan bu etkinlik, çocukların genç yaştan sorumluluk alıp ilerde de bu alışkanlığı devam ettiren özgüvenli bireyler olmalarını amaçlıyormuş. Kore’nin tarihi, kültürü, gelecek hedefleri, dış ilişkilerdeki hedefleri; kadınlara, gençlere ve çocuklara verilen önem gibi konularda birçok koreografi sergileniyor. Gösterinin sonunda o kadar etkilendim ki gözlerim doldu. Önce Çin ejderhaları ile en büyük müttefike selam verildi, geçmiş günlerin hatrına Kızılordu Korosu ile özdeşleşmiş marşlarla Sovyetler anıldı ve en son Guantanamera şarkısıyla Küba’ya “Uzaktasınız ama sizi unutmadık.” mesajı verildi. Yerli yabancı birçok turist stadı doldurdu.
Ertesi gün Kim İl-sung ve Kim Jong-il mozolelerini görmeye gittik. İçeride fotoğraf çekimi yasaktı. Geçmişte iki liderin çalışma ofisi olarak kullandığı bu bina, şimdi ise liderlerin mumyalanmış şekilde muhafaza edilen naaşlarına ev sahipliği yapıyor. Bunun yanında ülkeye verilen hediyeler de bu müze-kabir’de yer alıyor.
Çıkışta mozoleyi ziyarete gelmek için geleneksel kıyafetler giymiş ev hanımlarıyla muhabbet edip fotoğraf çekildik. Hepsi çok güler yüzlüydü.
Ülkede geçirdiğimiz son tam gün, benim doğum günümdü. Otobüste rehberimiz Rim’in söylediği şarkıyla doğum günümü kutladık. Akşam ise beni bekleyen daha farklı bir sürpriz vardı. Gün içerisinde, her gün yaklaşık 5 bin çocuğun dans ve müzik eğitimi aldığı çocuk saraylarından birine gittik. Okuldan sonra buraya gelen çocuklar, profesyonel bir eğitim alıyormuş. Gösterilerini izledik, akordeon sınıfına girerek çocukların nasıl eğitim aldıklarını gördük. Ayrıca Kore Turizm Ofisi de bizimle röportaj yaptı. Doğum günümde ülkelerinde olduğum için neler hissettiğimi sordu gazeteci. Ben de gururlu olduğumu ve ülkelerinin güzel bir ülke olduğunu söyledim. Ayrıca burada rehberimiz Kim’in kızıyla da tanıştık. Kızını tanıtırken nasıl gurur duyduğunu görmeliydiniz. Onunla tanışmak beni de çok mutlu etti.
Halkın alışveriş yaptığı süpermarket, alkol fiyatlarının turistler için yüksek olması durumunu aşabileceğiniz tek yer çünkü yalnızca burada yerel para birimi olan won ile alışveriş yapabilirsiniz. Ben 10 euro bozdurarak iki şişe pirinç rakısı, bir paket erişte, birkaç çikolata ve cinseng çayı aldım. Marketin yukarısında da giyim ve mobilya mağazası vardı. Beni seyahatimde en çok şaşırtan şey ise orada IKEA mobilyalarını görmek oldu. Hatta sadece o mobilyaların oluşturduğu özel bir bölüm bile vardı. Kahve içme bölümünde halkla beraberdik. Onlarla muhabbet etme olanağımız da oldu. Halkla temas mümkün değil diyenlere inanmayın o yüzden.
Daha sonra ABD’nin Kore karasularını 17 defa ihlal ettiği için KDHC’nin el koyduğu casus denizaltı USS Pueblo’yu gezdik. Bir mürettebat çatışmada öldürülürken geri kalan ABD casusları tazminat karşılığında ülkelerine geri yollanmış. Ayrıca savaşta el konan ABD uçakları ve silahları da sergileniyor.
Akşam geldiğinde doğum günüm için güzel bir sürpriz yaptı rehberlerimiz bana. Şehrin ortasından geçen Taedonggang Nehri’nde bir tekne-restorana gittik. Önce üzerinde “Love” yazan lezzetli bir pasta kesildi, gelen yemeklerle birlikte kadehler kaldırıldı, Korece doğum günü şarkıları söylendi. Benim için gerçekten özel bir doğum günü oldu bu.
Dönme vakti gelmişti. Havalimanına geldiğimizde rehberlerimizin de gözleri dolmuştu, bizim de. Başta çekindiğimiz Kim, bana sarılarak “Sen benim yoldaşımsın, Türkiye’de mücadelede iyi şansla” dedi. Diğer rehberimiz Rim zaten daha duygusal olduğundan ağlıyordu. “Bizi ve ülkemizi yanlış tanıyorlar, lütfen anlat onlara” dedi bana. Ne diyorsunuz, sizce anlatılmaya değer bir ülke ve anlatılmaya değer bir halk mı? Bence sonuna kadar.
KORE DEMOKRATİK HALK CUMHURİYETİ’NDE 5 GÜN (1): MİTLER VE GERÇEKLER
https://sendika.org/2020/12/alaz-sumer-ile-kore-demokratik-halk-cumhuriyeti-yazilari-uzerine-soylesi-603315/
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.