Bir kadın çaresizlik içinde çocuklarının yiyeceği dışında hiçbir şey istemiyor yaşamayı ya da ölmeyi bile. Öbürü aynı çaresizlikte çocuklarını ısıtamadığı için evin diğer odasında kendini asıyor. Bir erkek de büyütemediği çocuğunu öldürüyor. Kendisinden boşanmak istendiği için, evlenme teklifi kabul edilmediği için kendisini öldürüyor, bir de kadını…
-Ya doktor, bir insan bi başkasını cezalandırmak için hakikatten kendini öldürebilir mi? Olabilir mi böyle bir şey ya?
-Zaten intiharların çoğu başka birini cezalandırmak için yapılmıyor mu, savcı bey?
(Bir Zamanlar Anadolu’da /Nuri Bilge Ceylan)
Türkiye’nin bir haftalık gündeminden neredeyse 10 sosyolojik araştırma konusu çıkıyor ancak bu konulara bakışımızda bazı temel insan hakları kavramları ve ilkeleri ile yaklaşmayı unutmamak için birkaç not çıkarma ihtiyacı hissettim.
Öncelikle dehşete düştüğümüz olayın haberi üç aşağı beş yukarı çoğu yerde şu başlıkla verildi: “Antalya’da 4 kişilik bir aile daha yaşamına siyanürle son verdi.” Hepimiz önceki günkü intiharların ajite hali ile “İntiharlar yayılıyor, bir 4 kişilik aile daha mı?” tepkisini verdik. Ancak haberi açtığımızda durum farklı idi. İntihar kararı veren, çok büyük olasılıkla “baba” idi. Muhtemelen eşini öldürmüştü. Ve muhtemelen değil, kesinkes çocuklarını öldürmüş, ölümüne sebep olmuştu. Bir önceki günün şoku ile burada düşünülmesi gereken, yalnızca yoksulluk değil, yalnızca intihar değil, erkeklerin kadın ve çocukların hayatı üzerinde karar vermesi idi. Ancak bunu yüksek sesle söylemek ayıp sayıldı. Olur mu idi, bunca yoksulluk varken, adam çocuklarını bile öldürecek kadar çaresiz kalmışken bunu konuşabilir miydik?
Bu ülke şaşırtıcı bir ülke. Hiç beklemediğiniz anlarda empati ile karşılaşıp, empati beklediğiniz anlarda linç davranışları ile karşılaşabiliyorsunuz. Bu kez empati kurulan kişi çocuklarını ve eşini öldürmüş bir kişi ama öldü. Ölünün arkasından konuşmama alışkanlığımız mı, önceki günün şok haberi mi buna sebep tartışılır. Çünkü geçtiğimiz ay 9 yaşındaki bir Suriyeli çocuk intihar ettiğinde bırakın arkasından konuşmayı, hakkında konuşulmadı bile. Empati kurmaktan hiç bahsetmiyorum. Şimdi size başka bakıştan başlıklarla verilmiş, en eskisi 2018 Şubat ayına ait, hepsi arama yapıldığında google’da ilk sayfada çıkanlardan ibaret “intihar” haberlerini sıralayacağım. Nereye odaklandığımıza dikkat edin lütfen:
Biz bu intiharları bold yaptığımızda anlam başka gibi görünüyor. Ancak haberlerin konusu, kadın cinayetleri. Hatırlayalım, biz buna kadın ve çocuk cinayetleri diyorduk. Tesadüf değildi. Öldüren erkek, ölen kadın oluyordu. Mağdur zaten hep çocuk oluyordu da Emine Bulut cinayetinde videoda görmeseydik bahsi bile açılmazdı.
Size bir spoiler vereyim, yoksulluk arttıkça şiddet de artıyor. Anlayalım. Şiddeti, cinayetleri, intiharları, çaresizliği, umutsuzluğu, yoksulluğu anlayalım. Ama sonra dönüp bir sakinleşelim. Hatırlayalım:
“Yaşam hakkının ‘özü’ insanın hayatta olması, yani yaşamaktır. Bu niteliği ile yaşam hakkı diğer tüm hakların, dolayısıyla başka haklardan hak sahiplerinin yararlanabilmesinin de ön koşulunu oluşturan içeriktedir. Böyle olmakla tüm insan haklarının temelidir.” (Mehmet Semih Gemalmaz/ Ulusalüstü İnsan Hakları Hukukunun Genel Teorisine Giriş)
Yaşam hakkı mutlaktır. Yani olağanüstü hallerde bile saygı gösterilmesi gereken haklardandır. Yaşam hakkı, kişi güvenliği, mülkiyet hakkı, basın özgürlüğü, din ve vicdan hürriyeti, ifade özgürlüğü ile birlikte BİRİNCİ KUŞAK HAKLAR arasında yer almaktadır. İKİNCİ KUŞAK HAKLAR ise çalışma, sosyal güvenlik, işçi hakları, sağlık hakları, konut, eğitim, dinlenme haklarıdır. Barış, insanlığın ortak mirasından yararlanma, temiz çevre gibi haklar da ÜÇÜNCÜ KUŞAK HAKLAR’dır.
Görüldüğü gibi yaşam hakkı, tüm sosyal ve ekonomik hakların üstünde yer almaktadır. Bu demek değildir ki önce birinci kuşak haklar talep edilmelidir. Bu kategorilendirmenin temellerinin ortaya çıktığı Fransız Devrimi her birini tek sloganda saymıştır: Özgürlük, eşitlik, dayanışma!
Devletlerin yaşam hakkı ekseninde pozitif yükümlülükleri vardır. Yurttaşlarının kendi yaşamlarının, yaşamamalarından daha kötü olduğu düşüncesine engel olmak gibi örneğin. Yoksulluğa uğratmamak gibi örneğin. Çaresizlik içinde kalmalarını önleyecek her türlü pozitif tedbir gibi ya da. Bir babanın çocuğunun sağlıklı bir gelecek yaşayabileceği ihtimalinin ortadan kalktığını düşünmesini önlemek gibi veya.
Bununla birlikte, devletin ve yurttaşların birbirlerinin en temel hakkı olan yaşam haklarına saygı duyması bir o kadar gerekli. Bir babanın da çocuklarının yaşam hakkına, geleceğini kurma hakkına, hatta yoksullukla mücadele hakkına saygı duyması gerekiyor. Yani bu baba, (kendisi hakkında verdiği kararına saygı duymamıza sebep) ötenazi hakkı için Rachel’in geliştirdiği kavramlarla açıklayacak olursak, çocuklarının biyolojik yaşamına son vermekle biyografik yaşamına da son verme cüreti bulmuştur. Yoksulluktan yakınırken, bu ataerkiden asla bahsetmeyecek miyiz? Bahsedelim.
Sibel İnceoğlu’nun Ölme Hakkı isimli kitabında yazdığına göre Montesquieu şöyle diyor: “Kederden, sefaletten, hakaretten inleyip ezilirken, bu ızdıraplarıma son vermeme niçin izin verilmiyor?… Toplum karşılıklı bir yarar üzerine kurulmuştur. Ancak toplum benim için bir yük teşkil ederse onu reddetmeme kim engel olabilir? Hayat bana bir lütuf olarak verilmiştir. Ancak bu niteliğini kaybederse ben de onu istememek hakkına sahip olmalıyım.”
İnceoğlu’nun aynı kitabında insanlık tarihinde, ilkel toplumlarda intiharın daha çok kızgınlık ve öç alma duygusu ile, “gelişmiş” toplumlarda da yoksulluk, acı, korku, aşk nedeniyle gerçekleştirildiği bilgilerine yer veriliyor. Hatta ilkel bir anlayışa göre intihar edenin ruhunun bütün topluluğa zarar verdiği, çünkü toplumun onun ölümünden sorumlu olduğu belirtiliyor. İntihar yasağının bu temellerde ortaya çıktığını anlatan yazar, Pelew Adası yerlilerinin intiharın bulaşıcı olduğu inancı nedeniyle bir kurban vererek intiharın kötü ruhunu tatmin ettiklerini yazıyor.
Yazının başındaki “Bir Zamanlar Anadolu’da” sorulmuş soru ile tarihimizden çok da uzaklaşmadığımızı görüyoruz. Gerçekleşen intiharlar, konukomşudan, sosyal adaletsiz düzenden, devletten, bizden, tüm toplumdan hesap soruyor.
Gemalmaz’a göre “Bir yandan kişinin özerkliğini ve onurunu haklar teorisinin temeline koyup, öte yandan da kendi yaşamı üzerinde özgür ve bilinçli olarak verdiği kararı yerine getirme imkânına sahip olmayan insanı bu çaresizliği içinde bırakmaya mahkûm etmek kendi içinde çelişkili, ahlaki bakımından da sorgulanmaya açıktır.”
Gemalmaz’ın görüşü şöyle dursun, ölme hakkı ülkemizde tanınmıyor. Ancak kişinin onurunu ve özerkliğini haklar teorisi “benimsenmesine” rağmen, onu intihara götürecek çaresizlik içinde bırakan yoksulluk ise halen YASAL.
“Geçim araçlarına erişememek” tanımı neoliberal çağda yeni bir özellik nedeniyle yetersiz kalıyor. Yeni yoksulluk bununla birlikte “toplumsal dışlanma” anlamını da içeriyor.
Öyleyse yoksulluk bir insan hakları ihlalidir. İnsan Hakları İhlali Olarak Yoksulluk kitabında Pınar Uyan Semerci “…yasada var olan haklara eşit bir biçimde erişimlerinin olmadığını ve yoksul kesimlerin bu yapısal sorunları kendi çabalarıyla değiştiremeyeceklerini söylemek önemli bir adımdır. Yoksul kişileri hakları ihlal edilmiş kişiler olarak görerek, insanca yaşamın şartlarını sağlamanın hem devletin hem de uluslararası kurumların görevi olduğunu savunmak, yoksulluğa bakışı ve yoksulluğu önlemeyi hedefleyen politikaları temelden değiştirebilecek bir gücü içinde barındırır” diyor.
Ghandi “Yoksulluk şiddetin en kötü şeklidir” diyor. Şiddetse şiddeti yani yoksulluk şiddeti doğuruyor. İntihar, kadına yönelik şiddet, çocuğa yönelik şiddet gibi türleri olan şiddetin de yoksullukla bir ilişkisi bulunuyor. Araştırmalar, yoksulluk arttıkça şiddetin ve suçun arttığını gözler önüne seriyor. Araştırmacılara sormasak bile herhangi bir yoksul mahallenin sokakları da aynı şeyi söylüyor.
Kadınlar ve en çok da çocuklar için tüm bu kelimeler kendilerinin tercihi olmayan bir “kader” anlamına geliyor. Bu nedenle daha “kadın yoksulluğu”, “kadın cinayeti”, “çocuk yoksulluğu”, “çocuk ölümleri” gibi kavramlara alt başlık açmamız gerekiyor. Ancak şimdilik Fatih Kahraman, Songül Sallan Gül imzalı bir Türkiye’de Çocuk Yoksulluğu makalesine kulak verip son sözleri söyleyelim:
“37 yaşındaki kadın görüşmeci E.Y. bu durumu şu cümlelerle ifadelendirmektedir; Kendim için değil bazen çocuklarıma bakamıyorum gıda eksikliğinde ağlıyorlar alamıyorum bazen. Çocukların yiyeceği olsun başka bir şey istemiyorum. Zaten ben ona (3 yaşındaki çocuğunu göstererek) bakamadığım için o böyle kaldı herkes bana diyor sen neden ona bakamadın diye zayıf kaldı yürüyemiyor bu daha.”
Görüldüğü gibi, bir şiddet biçimi olarak yoksulluk, toplumun/devletin bir kadını çocuğunun gelişimini sağlamamakla “yargılamasıyla” yeni bir şiddet üretiyor. Bir kadın çaresizlik içinde çocuklarının yiyeceği dışında hiçbir şey istemiyor yaşamayı ya da ölmeyi bile. Öbürü aynı çaresizlikte çocuklarını ısıtamadığı için evin diğer odasında kendini asıyor. Bir erkek de büyütemediği çocuğunu öldürüyor. Kendisinden boşanmak istendiği için, evlenme teklifi kabul edilmediği için kendisini öldürüyor, bir de kadını…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.