Malta dendiğinde akla gelen ilk şey de “ucuz dil okulu”. Bu sektör o kadar gelişmiş ki dil okulları zamanlar tatil köyleri ve gece kulüpleri açmışlar. Uçaktan inip kalacağım şehir olan St. Julians’a gittiğimde gördüğüm ilk şey, çok ünlü bir dil okulunun “beach club”ıydı. Girişindeki slogan ironikti: “Önce eğitim!”
Akdeniz’deki bu küçük ada ülkesi eğer bir kapalı mekân olsaydı, içinde pizza, İngiliz kahvaltısı ve nargile servisi yapılan, plajda bulunan bir dil okulu olurdu.
Malta, Avrupa Birliği’nin üyelerinden biri. Üç ana adadan oluşuyor. İlki ülkenin ismini taşıyor, diğerleri ise Comino ve Gozo. Nüfusu yaklaşık 400 bin. Afrika ile Avrupa arasında bulunduğu ve Tunus ile Sicilya’ya yakın olduğu için zamanında Arapların ve İtalyanların yolu geçmiş buradan. Osmanlıların da. Ama Arapların ve İtalyanların aksine Osmanlı İmparatorluğu hüküm sürememiş burada. Tüm donanmanın katıldığı aylarca süren kuşatmalardan stratejik savunmalarıyla Malta Şövalyeleri galip çıkmış. Yalnızca 700 kişiden ve ek olarak gönüllülerden, kölelerden oluşmasına rağmen. Hatta bu zafer Malta tarihi için bu kadar önemli ki, “Zafer 1565” isminde bir biraları bile var. Türkiye’nin Malta’da hissedilebilen tek etkisi ise marketlerde satılan su markalarından birkaçının Türkiye markası olması.
Evet Araplar ve İtalyanların yolu geçmiş buradan. O yüzden iki resmi dilden biri olan Maltaca, Arapça ve İtalyancanın karışımı olarak dünyanın en enteresan dillerinden biri olarak ortaya çıkmış. Bir süre dinlediğinizde fark ediyorsunuz zaten bunu. Diğer resmi dil ne diye sorarsanız, İngilizce. Burası da İngilizlerin sömürge politikasının kurbanı olmuş. Trafik soldan akıyor, prizler İngiliz usulü, en ucuz uçuşlar İngiltere’den, çevrede İngiliz turistleri görmek mümkün vs.
Malta dendiğinde akla gelen ilk şey de “ucuz dil okulu”. Bu sektör o kadar gelişmiş ki dil okulları zamanlar tatil köyleri ve gece kulüpleri açmışlar. Uçaktan inip kalacağım şehir olan St. Julians’a gittiğimde gördüğüm ilk şey, çok ünlü bir dil okulunun “beach club”ıydı. Girişindeki slogan ironikti: “Önce eğitim!” Buradan çok öyle anlaşılmıyor ama eğitim gerçekten önemli bence de. Malta’da bulunduğum zaman diliminde arkadaşlarımın, “İngilizce mi öğreneceksin sen, çok Türk varmış diyorlar okullarda?” sorularıyla karşılaştım. Malta’ya yalnızca gezmek için gittim. Ucuz uçak bileti bulmam ve daha önce oraya ayak basmamış olmam da isteğimi artırdı.
Güne Sicilya sokak lezzetleri Postizzi ve tavuklu mantarlı tart Tal-Lampuki ile başladım. Daha önceden aldığım toplu ulaşım biletiyle 15 hakkım olmasına rağmen yürüyerek sırasıyla St Julians ve Slieama şehirlerinden geçtim. Başkent Valetta’ya gitmek için 1,5 avro vererek vapur bileti satın aldım. Yollarda dikkatimi cumbalı evler çekti. Hemen her ev cumbalı. Yıkık dökükler ama karakterliler. Bu yanıyla İtalya’nın birçok şehrine benziyor aslında. Her tarafta bakkallar var ve neredeyse 24 saat açıklar. Ünlü biraları Cisk’i de elime alınca sıcakta yürümek daha keyifli hale geliyor. Valetta küçük ve güzel bir şehir. Hemen her sokağına girdim. Yokuşlu şehirlere her zaman için sempatim olmuştur. Çocukluğumun geçtiği İzmir, üniversiteyi okuduğum İstanbul, bu ikisine benzettiğim Lizbon ve Porto. Valetta’da bu şehirlerden farklı olarak merdivenler eklenmiş kaldırımlara. Tıpkı binalar gibi merdivenler de Malta taşı denen sarı tonlarındaki malzemeden. Şehrin her tarafında şövalyelerin sembolleri. Hediyelik eşyalarda küçük şövalye figürleri, rozetleri ve kartpostalları satılıyor. Başkentin 2018’de Avrupa Kültür Başkentliği yaptığını da ekleyelim.
Dilleri ilgimi çektiği için bir kitapçıya girip anayasanın ellerinde olup olmadığını soruyorum bir hukukçu olarak. Kitapçı, İngilizce ciltleri raftan çıkarırken suratımın buruştuğunu görmüş olacak, “hayır, ne yazık ki Maltaca basımı kalmadı” diyor. En azından Küçük Prens’i bulduk diye düşünüp kitapçıdan çıkıyorum.
Merkezde bulunan San Juan Katedrali gerçekten görkemli bir yapı. Altın renkli işlemeleri, güzel desenleri ve itinayla kullanılmış farklı mermerleriyle görülmesi gereken bir yer. Giriş ücreti de biraz tuzlu haliyle.
Gezerken dikkatimi çeken başka bir şey de etrafın dönercilerle dolu olması. Sonra araştırınca buldum ki küçücük ülkede 200 civarı dönerci varmış. Bazıları Arap olsa da çoğunluğu Türk.
Şövalyelerin Sarayı da görülmesi gereken başka bir yer. Geleneksel olarak top atışları yapılıyor önünde de. Eğer imkânınız olursa mutlaka Manoel Tiyatrosu’nda bir oyun izleyin. Benim gibi sezon dışında gitmişseniz bile güzel salonunu 5 avro ödeyerek gezebilirsiniz. Dinlenmek için yemek merkezi adı verilen yere gidip Malta’nın klasiklerinden, başka bir yerde bulamayacağınız peynir cipsi Twistees’i tadabilirsiniz. Susamanız ihtimal dahilinde olduğu için yine sadece Malta’da bulabileceğiniz içecek Kinnie’den içebilirsiniz. Tadı nasıl mı? Kola ve fantayı karıştırıp biraz da baharatlamışsınız gibi. Doğrusunu söylemek gerekirse benim damak zevkime çok hitap etmedi.
Akşam köprü üzerine kurulan ve 8’de açılan Bridge Bar’a giderseniz yerel biraları tadamazsınız. Efes Pilsen bulmak bile mümkünken yerli bira satmıyorlar. Solcu öğrencilerin ve aktivistlerin buluşma noktası olan Gugar Bar’ı tavsiye ederim o yüzden. Çok sıcak bir ortamı var, dünya müzikleri çalınıyor ve önünüzdeki Maltaca kitapları inceleme imkânınız oluyor.
Ertesi gün başkentten uzaklaşarak büyük bir tereddütle “Popeye Village”e yani Temel Reis Köyü’ne gidiyorum. 1980 yapımı filmde Robbie Williams oynamıştı. Köy o zamandan beri arada yangın veya rüzgâr sebebiyle yıkıma uğramış olsa da hep eski haline getirilmiş. 15 avro gibi bir giriş ücreti var. Tüm gün kalıp köyü gezip plajından da faydalanabiliyorsunuz. Birkaç müzesi, sürekli filmin gösterildiği bir sinema salonu, barı ve etkinlik sahnesi var. En azından görsel açıdan çok güzel olduğu için gittiğime pişman olmadım.
Sonraki gün diğer adalar Comino ve Gozo’ya yolum düşüyor. Comino, turkuaz renkli sularıyla ünlü Mavi Lagon’a ev sahipliği yapıyor. Gozo ise daha az turistik. Yaşamaya daha uygun bir ada. Sessiz sakin, güzel yapıları olan, özellikle katedralleri ve kaleleri görülmeye değer bir ada.
Seyahatimde en çok beğendiğim yerlerden biri de güneydeki balıkçı köyü Marsaloxx oldu. Burada her şey çok renkli. Her kayık sarı, mavi ve yeşile boyanmış; önlerine de bir çift mavi göz çizilmiş. Bu gözler balıkçıları kötü şeylerden korumak içinmiş. Ağlardan balıkları ayıklayan insanlar, balıkçı heykelleri ve geleneksel bir pazar görmek isterseniz buraya mutlaka gidin.
Son günümü çok beğendiğim Valetta’da sokaklara rastgele girmeye ayırdım. Yıkıl dökük eski tabelalar, terk edilmiş sinema salonları aynen korunmuş. Maltaca’yı da yavaş yavaş çözmeye başlıyorum. “Merhba”, “Merhaba” demek mesela.
Dönüşte Almanya’ya gideceğim ve hava yağmurlu olduğu için içim buruk. Bir yandan da iki yerine üç çantam olduğu için düşük bütçeli havayolu şirketimin bana bir son dakika sürprizi yapmasından korkuyorum. Şansıma biletimi kontrol eden görevli, ceketimi sarıp iki çantayı tek çanta haline getirdiğimi görmüyor.
İçinizi ısıtacak bir rotayı seyahatinize eklemek istiyorsanız bu içerisinde pizza, İngiliz kahvaltısı ve nargile servisi yapılan; plajda bulunan dil okulu görülmeye değer.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.