Bu şehirlerin hemen hemen her sokağı bir açık hava müzesi gibidir zaten. Sokaklara rastgele girip derme çatma bir meyhaneye gidebilirsiniz, insanlarla muhabbet edebilirsiniz, balkonlarında çarşafların asılı olduğu evlere bakabilirsiniz, bu tamamen size kalmış. Mallorca da yapısı itibariyle böyle bir ada
Resmi adıyla Almanya Federal Cumhuriyeti, tam 16 eyaletten oluşur. Anayasa da dahil olmak üzere tüm metinlerde bu 16 eyalete atıfta bulunulur. Ancak Almanların, Almanya’nın birçok yerinden daha çok benimsediği bir yer vardır ki o yer İspanya’da bulunan Balear Adaları’nın en büyüğü Mallorca’dır. Hatta daha da ileri giderek Almanya’nın resmi olmayan 17. eyaleti ilan ederler bu adayı. Bu yüzden Mallorca’ya gideceğinizi söylediğinizde bir Alman’ın vereceği klasik tepki, suratını buruşturması ve bu seyahatin çok sıradan olacağını söylemesidir ancak buzdolabının üzerinde mutlaka bir Mallorca magneti, aklında oradan kalmış bir anı ve adadan öğrendiği birkaç İspanyolca kelime vardır.
Durum böyle olunca uçağa binerken “küçük bir Almanya” ile karşılaşacağım beklentisi içerisine girdim. İndiğimde karşılaştığım durum ise son birkaç gün hariç çok farklıydı.
Havalimanında, başka bir seferle gelecek olan arkadaşlarımı beklerken terminalin içinde bir kitapçı buldum. Gözüme çarpan ilk kitap, Orhan Pamuk’tan Kırmızı Saçlı Kadın’ın Almanca çevirisiydi. Yeni öğrenmeye başladığım için kırık olan İspanyolcamı kullanmaya kararlıydım: “Necessito un libro para aprender Espanol”, yani İspanyolca öğrenmek için bir kitaba ihtiyacım var! Kadın güler yüzle yardımcı oldu bana, önceki seyahatlerimde karşılaştığım her Akdenizli gibi.
Şehre gittiğimizde akşamüstü olmuştu bile. İspanyol mimarisinin asil ama dökülen örneklerinin yanından geçtik. Ana meydan olan Plaza Mayor’un çevresinde meşhur geleneksel deniz mahsullü pilav yani Paella yemek için esnafı yoklasak da 13 eurodan aşağı çıkamayacağımızı anladık. Daha ucuz bir yerde karnımızı doyurduktan sonra bizden tam not alan Moltabarra Tapas Bar’a oturup İspanyolların meşhur içkisi sangriayı tattık. Merkezden biraz uzak olan bir evde kaldığımız için seyahat esnasında en çok para harcadığımız şeye başvurduk, toplu taşımaya. Her zaman ve her yere vasıta yoktu belki ama otobüsün içinde yaşadığımız her an bizi mutlu etti. Hayatının belirli bir dönemini Akdeniz ülkelerinde geçirmemiş birine anlatmanın zor olduğu mutluluklardı bunlar. Şoförün ters bir hamle yaparak trafiği altüst etmesi, bir diğer sürücüyle tartışması, tatlı sataşmalar, yaşlı teyzelerin yaptıkları dedikodu, yani kaos. Almanya’da yolcuların otobüse orta kapıdan da binebildikleri için burada da aynısını denemeleri ve İspanyolların bununla dalga geçmesi. Bunların hepsi bizim için çok güzel anılar olarak kaldı.
Ertesi gün adanın güneybatısındaki Santa Ponsa’ya doğru yola koyulduk. Plajındaki şezlonglarda görevlilerin izin verdiği süre içerisinde oturduk, para ödemek istemediğimiz için oradan kovulunca bir ağaç gölgesi bulduk. Gölgede bile etkisini gösteren sıcak ve nemli havada hayatta kalmamızı sağlayan ve küçük boyunu 1 euroya aldığımız Estrella ve San Miguel biraları bu noktada özel bir teşekkürü hak ediyor bence.
Günün ilerleyen saatlerinde merkeze dönüp burayı iki bölge halinde gezmeyi planladık: Mükemmel bir mimariye sahip olan Santa Maria Bazilikası’nın sol tarafı ve sağ tarafı. Gezilecek yerleri görünüşte fazla olmayan İtalyan ve İspanyol şehirleri daha büyük bir esneklik sağlar size. Çünkü bu ülkelerde hemen hemen her şehir ve bu şehirlerin hemen hemen her sokağı bir açık hava müzesi gibidir zaten. Sokaklara rastgele girip derme çatma bir meyhaneye gidebilirsiniz, insanlarla muhabbet edebilirsiniz, balkonlarında çarşafların asılı olduğu evlere bakabilirsiniz, bu tamamen size kalmış. Mallorca da yapısı itibariyle böyle bir ada. Biz klasik bir adalı gibi şarküterinin yanından geçerken sosis ve sucuklardan birer tane tatmayı, Mallorca’nın Bambi’sinde, Alaska Hamburger’de, çizburger yiyip buzlu bardakta bira içmeyi ihmal etmedik.
Ertesi gün merkeze yarım saat uzaklıkta olan, portakal bahçeleri ve tramvayı ünlü olan Soller beldesini ziyaret ettik. Otobüsten indiğimizde “Bankalar ve televizyon tarafından manipüle ediliyoruz” yazısı karşıladı bizi. Fazla turistikleştiği için güzelliği gölgede kalan Soller’de, tramvayın çevresinde bir turist ordusu, kulak misafiri olunan Almanca konuşmalar ve cep yakan fiyatlar var. Yakınlarda çok beğendiğimiz bir dağ köyüne, Valdemossa’ya geçtik sonra. Taş evlerle ve sanat galerileriyle dolu bu köyde, adanın meşhur hamur işi tatlısı, pudra şekerli bir çeşit açma olan Ensaimada’yı deneme fırsatımız oldu.
Sonrasında girdiğimiz bir sanat galerisinin Rus sahibi, geldiğimiz yeri öğrenince “Fatmanur” dedi birden; “Çocuğum bir Türk ile evliydi.” Sonra yandaki Truva Restoran’ı işaret ederek, buranın şefi Türk dedi; “Temel, Temel”. Oradan ayrılarak gezimizde klasikleşen deniz terapimiz için yakınlardaki limana doğru yola koyulduk.
Eve döndüğümüzde ilk gün selamlaştığımız ve sokakta bulunan kaportacı arkadaşını ziyarete gittiğini söyleyen komşumuzun mülteci kampında çalıştığını öğrendik. Türkiyeli olduğumuzu söylediğimizde bize daha da sıcak davrandı ve Atatürk’ü örnek aldığından bahsetti. Ucuza bira içip tapas -İspanyolların mezelere verdiği isim- yememiz için bize Bolero Bar’ı önerdi. Vaktimiz olmadığı için gidemesek de bir dahaki seyahat için listemde yer edinenlerden.
Ev sahibimizin taksici olduğunu öğrendikten sonra adanın en ünlü plajlarından biri olan Calo des Moro’ya onunla gitmeye karar verdik. Gidiş dönüş yaklaşık 2 saat süren bu yolculuk için kişi başı yaklaşık 12 euro ödeme yaptık. Bu sayede 6 saatlik bir yoldan ve 5 aktarmadan kurtulmuş olduk. Turkuaz deniziyle ve el değmemiş koyuyla çok güzel bir tercih. Ancak bana eşlik eden arkadaşlarımın aynı duyguları paylaştığını söyleyemeyeceğim. Bir arkadaşımın elindeki lifler birbirinden ayrıldı, bu yüzden günümüz hastanede bitti; öbür arkadaşlarım ise vücutlarında çiziklerle denizden çıktılar. Onların tabiriyle “denizden dayak yedik”ten sonra, yorgun argın eve döndük.
Evin yanındaki gastronomi pazarı cep yakacak cinsten olsa da Paella ve Taco yiyerek İspanya mutfağı görevimizi yerine getirdik.
Son günlerde yüzümüzden okunan yorgunluğu atmak için şehirde plansız bir şekilde gezerek güzel mekânlar keşfettik. Baştan sonra pembe dekor edilmiş ve içerisinde enteresan figürler bulunan “Cafe Coto”; önünde uzun süre sıra bekleyeceğiniz, içeri girdiğinizde “Natalı Ensaimada” yiyip sıcak çikolata içmenizi önerdiğimiz, İnci Pastanesi tadındaki “C’an Joan de S’aigo”; dünya biralarını uygun fiyata içebileceğiniz “Tramuntana Birahanesi”; romlu kokteylleri ve çayları ünlü olan “Up and Down” bunlardan bazıları.
Ancak bu mekânların yanında öyle bir bara girdik ki 90’larda doğan her çocuğun hayali. “The Soho Bar”. İçeride Süper Mario, Street Fighter ve diğer konsol oyunlarını oynayabilir, kutu oyunlarını seçebilir, rahat kanepelerde istediğiniz gibi uzanabilirsiniz. Biz mekândan çıktıktan sonra bile bir süre sarhoş olarak gezdik. Bu sarhoşluğun sebebi ucuz sayılabilecek Mahou fıçı birası değil çocukluğun getirdiği mutluluktu. Yalnızca bu mekân için bile Mallorca’ya gelinebilir.
Buraya kadar çizdiğim tabloda hiç yer almayan “küçük Almanya” kalıbını kullanmam içinse Almanların kalmayı tercih ettiği Balermann Plajı ve çevresine gitmem gerekti. Son gün kalacağımız karavan oradaydı. Bölgeye giden otobüslere bindiğiniz zaman bile gittiğiniz yerin değiştiğini hissedebiliyorsunuz.
Esnafın konuştuğu yabancı dil Almanca. Merkezde hiç görmediğimiz ama Almanya için klasik olan döner ve sosis dükkânları, devasa bira evleri. İşin enteresan tarafı, Alman etkisi plaj boyunca bir görünüp bir kayboluyor. Bir sokakta Alman birahaneleri ve restoranları varken öbür sokak tam anlamıyla İspanya. Birkaç kilometre gittikten sonra bu “işgal”in Almanlar ile sınırlı kalmadığını görüyoruz. Hollanda sokağı ve mekanları var. Orada anlaşabileceğiniz tek dil de Hollanda Flemenkçesi. İngilizce bilmeleriyle ünlü olmalarına rağmen Hollandalılar ile anlaşma problemi bile çektik bu yüzden. Almanların takıldıkları mekânlarda garsonlar yöresel Alman kıyafetleri giymiş, yemekler aynı, herkes Alman.
Hiç kimseye sormadım ama eğer imkânım olsaydı, “Madem Almanca müzik dinleyip sosis yemek ve Almanca konuşmak istiyorsunuz, neden Almanya’da kalmadınız?” demek isterdim, cevabı az çok tahmin etmeme rağmen. Antalya’da Amsterdam’ın taklit edildiği bir otel için Hollandalı bir arkadaşıma sorduğum soru aklıma geldi:
– Amsterdam’da yaşıyorsun zaten, neden Amsterdam’ı görmek için Antalya’ya gidiyorsun?
– Evet, biz Amsterdam’ı yaşıyoruz ama soğuk ve yağmurlu. Amsterdam güneşli olsaydı, orada denize girebilseydik nasıl olurdu diye merak ediyoruz. O yüzden “Güneşli Amsterdam”ı görmeye gidiyoruz. Sizin ülkeniz hep güneşli, asıl siz neden İspanya’ya geliyorsunuz?
O zamanlar bu soruya cevap verememiştim ama şu an net bir biçimde söyleyebilirim: Biz Akdenizliler olarak Yunanistan’a, İtalya ve İspanya’ya seyahat ediyoruz çünkü kilometrelerce uzaktayken ve farklı dilleri konuşurken aynı yüzlere bakma, “bizim güneş”in altında yanma ve “bizim deniz”de yüzme fikri bizi heyecanlandırıyor. Seyahat işte tam da bu yüzden yalnızca uzak olanı getirmez bize, aynı zamanda bize ait olanı farklı formlarıyla sunar.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.