Japonya’daki bir kapsül hostel sizi geleceğe götürebilirken Karayipler’de bir coco-taksi ya da Doğu Avrupa’da dökülen bir otobüs sizi geçmişe götürebilir. Bu etkiyi Belarus gezimin hemen her dakikasında yaşadım
Siyasi partiler hukukuyla ve hocalarımın İstanbul seçimine dair şaşkınlık içerisinde sordukları sorularla geçen bir dönemden sonra tekrar yolda olmak bana iyi gelecekti. İkinci defa ziyaret edeceğim Polonya’nın Krakow şehrinde bira temalı bir hostelde kalacak olmam da heyecanımı biraz daha artırıyordu.
İngilizce mi Almanca mı konuştuklarını anlayamadığınız bir grupla karşılaşırsanız o grup mutlaka Hollandalı’dır. “Kuzey Ren’in neresindensiniz?” diye sormayı düşündüğüm ama sonradan vazgeçtiğim hostel arkadaşlarım da öyleydi. Haklarını teslim etmek gerekirse Almanlar kadar iyi yiyip içiyorlar ancak Türkiye’de üniversite okumuş bir öğrenci kadar iyi bir tekniğe sahip değiller. Tabağımın dizilişine bakıp arkadaşına dönerek “iyi fikir” tarzında bir şeyler diyen “sınır komşumuz”, söylediklerini az çok anladığımı bilmiyordu tabii.
Meteliksiz bir öğrenci için değerli olan bir “her şey içinde” hostel gününden sonra asıl hedefim olan Belarus’un, diğer ismiyle Beyaz Rusya’nın başkenti Minsk’e doğru yola koyuldum. Bindiğim araç, Türkiye’de otobüslerde sigaranın da içilebildiği yıllara hatta yaşımın ulaşamayacağı kadar eskilere götürdü beni. Seyahat ederken bazen Dark dizisindeki gibi gerçek bir zaman makinesine gerek duymazsınız. Japonya’daki bir kapsül hostel sizi geleceğe götürebilirken Karayipler’de bir coco-taksi ya da Doğu Avrupa’da dökülen bir otobüs sizi geçmişe götürebilir. Bu etkiyi Belarus gezimin hemen her dakikasında yaşadım.
Otobüse binip bilet kontrolü için şoförün yanına gittiğimde gezinin benim için zor geçebileceğini anladım. “Rusça biliyor musun?” diye sordu şoför. “Niet” dedim. Aldığım cevap bu seyahatte en çok karşılaştığım ünlemcik oldu; “Puff”. Otobüs gerçekten de Türkiye’den gelmiş olmalıydı. Her yerde Türkçe, İngilizce ve Almanca yazıyordu çünkü. Bu şekilde yanımda oturan ve sürekli tuvalete gitmek isteyen teyzeyle yolculuk başlamış oldu. Sınır kapısına geldiğimde beni yeşil üniformasıyla Belarus sınır polisi karşıladı. Rusça bir şeyler söyleyince tepki vermememden kaynaklanıyor olacak, yine aynı soru geldi:
-Rusça biliyor musun?
-Niet.
-Puff.
-German, English or Turkish maybe?
-No.
Soğukkanlılığımı kaybetmeden Belarus’un zorunlu kıldığı seyahat sigortasını memurun önüne koydum ve Beyaz Rusya’nın Almanca karşılığı olan Weißrussland’ı gören pasaport polisinin yine “puff” dediğini duydum. “Bu ne demek?” diye sorunca açıklamaya çalıştım ancak Rusçam bunun için yeterli olmadı tabii ki. Otobüste Rusça bilmeyen tek insan için sınır kapısında Almanca bilen birini bulmak için seferberlik ilan edildi. Birkaç telefon görüşmesinden sonra memur bana dönerek, “Haaa, Weißbier” (Beyaz Bira) dedi ve giriş damgasını pasaportuma vurdu. İçimden biranın mucitlerine ve Bavyera eyaletine teşekkür ederek yoluma devam ettim.
Sınırdan sonra tam 4 saat yolumuz vardı. Sabahın erken saatlerinde başkent Minsk’e vardık. Seyahatlerimde beni karşılayan kimse olmaz genelde ama bu sefer terminalde beni bekleyen biri vardı. Çernobil Nükleer Santrali ve Pripyat gezisinden sonra Minsk’e gelen ve gezmeyi en az benim kadar seven arkadaşımla bu şekilde buluşmuş olduk. Minsk’teki favorimiz tatlı Cafe 26’da kahvelerimizi içtikten sonra gezmeye hazır hale geldik.
Sokakta her şey iki dille yazılmış, Belarusça ve Rusça. Ruslar Belarusça’yı anlayamıyormuş ancak resmi dil olmasına rağmen bu dili konuşan pek kimseyle karşılaşmadık. Metroya indiğimiz andan itibaren dikkatimi çeken şey diğer Sovyetler sonrası ülkelerle karşılaştırıldığında Belarus’un Sovyet mirasına en azından şekli olarak bağlı kalmış olması. Metrolarda orak-çekiç kabartmaları, kozmonot ve işçi resimleri, İkinci Dünya Savaşı’nda Naziler’e karşı mücadelede yitirilenlerin isimleri hemen göze çarpıyor.
Meclis binasının önünde kocaman bir Lenin heykeli var. Afganistan’a giden Sovyet askerlerine ağıt yakan kadınlar anıt haline getirilmiş ve 1989 yılında açıldığı şekliyle korunuyor. En ünlü meydanlardan Cumhuriyet Meydanı’nda son ateşin düştüğü noktada 7 gün 24 saat yanan bir ateş var ve Minsk, Moskova, Novosbirsk, Kiev gibi mücadelede çok kayıp veren şehirler birer levha halinde meydanda yerini almış.
Bu meydana yakın bir hostelde kaldık ve tesadüfen kaldığımızı binanın bir zamanlar Lee Harwey Oswald’in yaşadığı bina olduğunu öğrendik. Bildiğiniz gibi kendisi Kennedy suikastının tek resmi sanığıydı.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlık kazanan ülkeler rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık dendiğinde ilk akla gelen ülkeler. Belarus bu noktada istisna oluşturuyormuş burada yaşayan bir arkadaşımızın söylediğine göre. “Burada gece 3’te, 4’te sokakta tek başına gez, hiçbir şey olmaz sana. Yaya şeridinin dışından yürü, polis gelip ceza yazar. Üniversitede parayla not falan satın alamazsın, hapse girersin.”
Belarus’un coğrafi olarak Avrupa’da yer alan ama Avrupa Konseyi’ne üye olmayan ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yetkisini tanımayan tek ülke olduğunu da ekleyelim.
Hostelden ayrıldıktan sonra sırasıyla Minsk Sirki’nin ve Başkanlık Sarayı’nı göreceğimiz ana caddeye çıkıyoruz. Kril alfabesini bilmemek seyahatinizden aldığınız zevki yarı yarıya düşürecektir. Metronun, otobüsün nereye gittiğini; dükkanlarda neler satıldığını bilmek istiyorsanız bu alfabeyi öğrenmenizi tavsiye ederim. Ben seyahat sırasında öğrendim.
Gezi esnasında karnımızı çoğunlukla yemekhane tarzındaki restoranlarda hem uygun fiyata doyurduk hem de Sovyet coğrafyasının güzel yemeklerinin tadına bakma fırsatı bulduk. Çıkışta da tanesini 50 Kapik’e (yaklaşık 1.3 TL) aldığımız Sovyet kolası Kvass ile kendimizi ödüllendirdik. Mantının Özbek, Rus, Gürcü versiyonları, çeşit çeşit tatlılar ve daha birçok yemek. Özellikle her gün içtiğimiz soğuk pancar çorbası ve geleneksel siyah ekmek yokluğunda kendisini aratacak kadar lezzetliydi.
Akşam olunca adresimiz çoğunlukla barların bulunduğu ünlü cadde Zybitskaya oldu ancak üst tarafta yer alan Çardak isimli bar harici mekanları çok beğenmedik. Kastryčnickaja Caddesi’ndeki Brezilyalı ve Belaruslu sanatçıların elinden çıkan sokak resimlerini ve çevresindeki barları görünce de bu caddenin pabucunu tamamen dama attık. Öğrencilerin ve şehrin yerlilerinin takıldığı ve eskiyle yeninin sentezi olan mekanların bulunduğu Kastryčnickaja’yı çok sevdik.
Ertesi gün hostelde yan ranzamızda yatan bir adamın komşu şehirlerden bile duyulma potansiyeline sahip olabilecek kadar yüksek sesteki telefon konuşmasıyla uyandık.
Minsk yakınlarındaki çarpışmalarda ölen Sovyet askerlerini anmak için yapılan, mimar O. Stakhovich tarafından tasarlanan ve şehrin 21 km uzağında bulunan Mound of Glory’yi ziyaret ettik. Uzaktan da yakından da görkemli bir anıt. Renkli işlemelerle yapılmış orak çekiç figürleri ve yazılar, dış cephede de gri ve keskin hatlarla belirlenmiş insan yüzleri dikkat çekiyor. Bulunduğu tepenin ismi Moskova. Çevresinde de o dönemden kalma tanklar var. Giriş ücreti bulunmuyor.
Ziyaret etmekten memnun kaldığımız ama Kiev’deki görkemli muadiliyle karşılaştırılınca sönük kalan zafer müzesi, aynı adı taşıyan parkın yanında yer alıyor ve adından da anlaşılacağı üzere Naziler’e karşı kazanılan zaferi anlatıyor. Öğrenci kimliğiyle yaklaşık olarak 18 TL karşılığı gezilebilir.
Gezide bizi en çok heyecanlandıran kısım gelip çattı; üçüncü gün. Stalin Line’a doğru yola çıktık. Stalin Line, Naziler’e karşı verilen mücadelenin anlatıldığı bir “yarı müze”. Yarı müze, çünkü ikinci dünya savaşındaki direniş hakkında bilgi almanın yanı sıra atış talimi yapmak, tanka binmek hatta tankla atış yapmak mümkün. Ayrıca yarım saatte bir içinde askerlerin ve helikopterin de olduğu bir savaş tatbikatı izlemek mümkün. Müze boyunca siperler kazılmış, bunkerlar ve tanklar size eşlik ediyor. O dönemi gözünüzde canlandırabilmek için güzel bir fırsat olan Stalin Line’da ele geçirilen Alman tankları ve uçakları bile var. Her tatbikatı aynı heyecanla takip eden ve biz tanka bindiğimizde bizim fotoğraflarımızı çeken rehberimizle de tanıştık. İkinci Dünya Savaşı üzerine 3 kitabı varmış. Söylediği her cümlede yüzü gülüyor. Fotoğrafları satmaya çalışacak kesin diye düşünürken bedavaya yollamak için mail adreslerimizi isteyerek bizi utandırdı. Her anlamıyla farklı bir deneyim olan bu müzeyi ziyaret etmenizi ve mümkünse tanka binmenizi tavsiye ederim.
Metroda karşılaştığımız piyangocu teyzenin standında kazı kazan oynadıktan ve her zamanki gibi hiçbir şey kazanamadıktan sonra markete giriyoruz. Bir halkın nasıl yaşadığını görmenin yolu marketleri ve pazarları gezmekten geçer. Gözüme ilk çarpan şey raflarca süt reçeli; şaraplı, çikolatalı, vişneli, çeşit çeşit. Sovyetler’den miras kalan kapalı pazarlar, Minsk özelinde Kamarouski gerçekten etkileyici. Yalnızca sebze meyve yok bu pazarlarda. Geniş bir alana yayılmış tatlı stantları (Napolyon ve Medovi özellikle tavsiye edilir), çay dükkanları, bal tezgahları, turşucular, özbek yemeği samsa ve pilav satan büfeler sıralanıyor.
Türkiye tişörtüyle gezen ve konuşmak için yaklaştığımız abi hiç oralı olmuyor, selam vererek uzaklaşıyoruz. Türkiye’deki gibi değil esnaf, gayet “cool”lar. Kimse size gel benden al demiyor. Alıyorsanız alıyorsunuz. Bal tatmak için gittiğimiz tezgahtaki teyze nereden geldiğimizi sordu, aldığı cevap karşısında bir kavanoz bal alıp uzattı. “Türkler bundan alıyor hep.” dedi. Neden olduğunu anlamadan tadı hoşumuza gittiği için aldık biz de bir kavanoz. Çay standından da arkadaşımın Azerbaycan seyahatlerinde çokça içtiği ve tavsiye ettiği “Azerçay”dan bir kutu aldım, severek içiyorum.
Gezilecek yerler listesinde başı çeken ama bizi çok heyecanlandırmayan meşhur milli kütüphaneye de yolumuz düştü. Gerçekten güzel bir kütüphane, okulumun böyle bir kütüphanesinin olmasını candan isterdim ancak gezmek için yeteri kadar orijinal değil.
Belarus’ta son günümüz. Şehirde 4 senedir yaşayan ve bizi gerçekten evimizde gibi hissettiren arkadaşımız yine bizimleydi. Önce metrodan şikayet etti; “Abi çok mu zor metronun kaç dakika sonra geleceğini yazmak, neden kaç dakika önce kalktığını yazıyorsun, yeni kaçırdığımız için üzülelim diye mi? Hesaplamak mı zorundayız bir dahaki metronun ne zaman geleceğini?” sonra Bişkek, Moskova ve Minsk maceralarından bahsederken “Hadi size Sovyet disko müziği açayım” dedi.
Dünyanın neresinde olursanız olun ister Kazak olsun ister Rus isterse Kırgız, yolu Sovyetler’den geçmiş biri bu şarkıda ayağa kalkar, en azından alkış tutar. Yuri Shatunov’dan Beliye Rozi (белые розы)* yani “Beyaz Güller”. Şarkının sonu benim için Belarus’a veda gibi oldu. Dünyanın neresinde olursam olayım “en azından” alkış tutacağım ben de.
* “Beyaz Güller” adlı şarkının klibini izlemek için tıklayınız!
Кто выдумал вас pастить зимой,
о, белые pозы
И в миp уводить жестоких вьюг,
холодных ветpов
Kışın seni büyütmeyi kim düşünürdü?
Ah beyaz güller,
ve soğuk rüzgarların acımasız fırtınalarını yönlendirmeyi,
bu dünyaya…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.