Bir zamanlar yazı hayatının olmazlarını oluşturan daktilodan, yazı yazarken çıkan sesleri, Nazım Hikmetin “Makinalaşmak” adlı şiirinde edebileşirken daktilonun kendisi tarihe karıştı
Bir zamanlar yazı hayatının olmazlarını oluşturan daktilodan, yazı yazarken çıkan sesleri, Nazım Hikmetin “Makinalaşmak” adlı şiirinde edebileşirken daktilonun kendisi tarihe karıştı
1.“Makinalaşmak istiyorum”
Bir zamanlar yazı hayatının olmazlarını oluşturan daktilodan, yazı yazarken çıkan
“trrrrum,
trrrum,
trrrrum!
trak tiki tak!”
sesleri, Nazım Hikmetin “Makinalaşmak” adlı şiirinde yukardaki dizelerle edebileşirken daktilonun kendisi tarihe karıştı. Ve Nazım adeta bu seslerle tek vücut olmak istercesine arkasından ekler:
”Makinalaşmak
istiyorum!”
Makinalaşma arzusuna ise Nazım,
“Beynimden etimden iskeletimden
geliyor bu!”[1]
dizeleriyle daha bir bütünsellik kazandırır. Sanki beyin, et ve iskelet ancak makinalaştığında öz ve gerçek anlamını bulacaktır. İnsan sadece beyin, sadece et, sadece iskelet olmadığına göre… Ve insan bu her bir paçanın toplamından daha fazla bir şeyse, bu parçalar ancak şiir yazımında usta bir kalemin elinde tek bir satırda ifade edilir ve yazılır. Şair genç olmasına nazaran bunun bilincindedir ve nitekim dizede beynimden ve etimden sonra yazım kuralı gereği virgül konması gerektiği halde, o, bütünlüğü bozmamak için virgül kullanmamıştır. Daha ilk satırda “trrrrum” dizesi ile başlayan bir hareket, beynimden etimden iskeletimden dizesi ile yoğunlaşarak, sanki bu ses bir daktilodan değil, senfoni orkestrasından çıkarcasına, artan bir gerginliğe dönüşür.
Bu irdelemenin anakonusu usta şairimizin “Makinalaşmak” şiirini bütünüyle tahlil etmek olmadığından, şiirle ilgili şimdilik bu kadar açıklamayla yetinerek şiirimizin büyük isimlerinden Nazım Hikmet’in konuyu yakından ilgilendiren bir yanına, bu şiirinde de görüldüğü gibi, onun aynı zamanda bir modernite hayranı oluşuna dönmek istiyorum. Nazım evet, bir modernite hayranıdır ve modernite hayranlığını sadece bu şiirinde değil, başka şiirlerinde de, ör. Sa’nat Telakkisi’nde daha açık bir şekilde ortaya kor. Nedense onun eserlerini tahlil edenler, biyografisini yazanlar Nazım’ın bir modernleşme hayranı olduğundan pek bahsetmezler. Nereden kaynaklanıyor şairdeki modernleşme hayranlığı, makinalaşma arzusu? Şair makina olmaya mı özeniyor, öykünüyor? Değilse, nedir şairi böylesi bir şiir yazmaya iten tutku? Bunu anlayabilmek için şiirin kaleme alındığı tarih ve dönem bize yeterli ipuçlarını vermektedir. Nazım bu şiirini yazdığında tarih 1923’tür ve kendisi genç bir şairdir. Bu tarihte Türkiye’de yaklaşık olarak 13-14 milyon nüfus var ve nüfusun yaklaşık yüzde sekseni köylüdür (çoğunluğu da yoksul köylüler) ve genel nüfusun yüzde sekseninin okuması yazması yoktur. Türkiye, bu durumu ile o zamanlar hem kendi toplumu insanları gözünde, hem de Batı’nın gözünde geri kalmış bir ülke görüntüsü verir ve Batı’da modernite gelişmiştir ve yine bu gelişme makinalaşmayla başlamıştır. Bu nedenle makinalaşma moderniteye açılan kapıdır. “Geri kalmışlığın” üstesinden gelebilmek için onun döneminde makinalaşma karşısında sadece, ama sadece hayranlık kendisini belirtir.
Ve şair:
“mutlak buna bir çare bulacağım
ve ben ancak bahtiyar olacağım
karnıma bir türbün oturtup
kuyruğuma çift unsuru taktığım gün!”[2]
der. Dizedeki karın da sembolik olarak yoğun bir kavramdır. O geri kalmış, gelişmeye aç Türkiye topraklarının karnıdır, ama aynı zamanda o topraklarda yaşayan insanların aç karnıdır. Açlığın ve geri kalmışlığın giderilmesiyle bu topraklara bahtiyarlık gelecektir. Şairdeki makinalaşmak tutkusu bundandır.[3]
Makinalaşma, modernite olarak literatüre geçmiş bir dönemin kapısını araladı, toplumların gelişmişliğinin, çağdaşlığının ölçüsü olarak beyinlerimizi işgal etti. Ve makinalaşma geri dönüşü olamayan bir seyirle dijital bir evreye girerek ilerlemektedir.[4] Belki de Nazım’ın söylediği gibi makinalaşma arzusu beynimizden, etimizden, iskeletimizden geliyor. Ama sonra da beynimize, etimize, iskeletimize hakimiyet kuruyor, kendi hegomonyasını beynimizde, etimizde, iskeletimizde geliştirip kalıcılaştırıyor. Kendi kendini hayata geçiren bir gerçekliğe dönüşüyor. Robotikleşme daha çocukluk yaşında. “Yapay zeka” emekleme evresinde. Ve şu anki hali bile insanötesi bir dönemin tartışmasını açmaya yeterli. Doğaldır ki bu gelişme bir yandan hayranlık oluştururken, diğer yandan da dünyevi bir gelecek korkusunu beraberinde getirmektedir. Dijitalleşen dünya uzakları yakın, mahrem alanları kamusallaştırırken (insanlar özel neleri varsa internete taşıyorlar – mahrem öznel-kamusallığa evriliyor) birçok anlı şanlı meslekleri yerle yeksan etti ve ortadan kalkan mesleklerin arasına katılması muhtemel daha nice meslekler sırada beklemektedir.
İnsan, bir yandan makinaları geliştirme yetisiyle, bir yandan da bu makinalarla binlerce yıllık kendi gelişim everesinde yapamadıklarını kısa bir zaman içerisinde başarmıştır. Daktilo da bu makinalaşmanın çeşitlerinden sadece bir tanesidir.
2. Daktilodan klavyeye bir dönüşümün adı veya bilgi ihsan ise neden software diyoruz, yoksa ihsan software‘in tıpkısının aynısı mı?
Evet daktilo, yabancı bir teknoloji buluşu olarak bir zamanlar dilimizde yerini bulup yerleşmişti. Tekniği geliştiren dilini de belirliyor. Ve o zamanlar yazı yazanlar, “yazıyı daktiloya geçiyorum” diyordu. Daktilodan çıkan mekanik “trak tiki tak” sesleri artık daktilo ile birlikte tarih oldu. Yazı hayatını bilgisayar belirliyor şimdilerde. Sadece yazı hayatını değil tabii. Bilgisayar alanında da geç kalan Türk toplumu daktilo yerine düşüncesini kağıda veya kayda geçmek için “yazılarımı klavyeye alıyorum” diyor artık yazı yazarken. İnsan nelerden vazgeçmiyor ki!
Daktilo gibi klavye de Türkçe değil.[5] Klavye ama daktilo değil. Daktilo mekanikti, klavye ise dijital çalışıyor. Klavye modernite sonrası bir kullanım aleti ve hem hardware hem de software, bilgisayar dili ile ifade edecek olursam.
software‘in Türkçesi yumuşak meta. Soft yumuşak, ware meta demek. Yani elle tutulamayan, dokunulamayan, sert olmayan ve metallere çalışma emri veren bilgiyi ifade ediyor software.
Görüldüğü gibi bir emek ürünü olan bilgi[6], İngilizcesinde bir meta çeşidi. Dili İngilizce olan kültürde bilginin bir meta olduğu gerçeği açık ve çıplak bir şekilde ifade edilmektedir. Hem de ürettiği ürüne adını vererek. Bizim ülkeler gibi ülkelerde olduğu gibi bilginin kendisini bir ilahi gücün ihsanı, tecellisi gibi sofistike, gizemli kavramlar arkasına saklama, saklanma ihtiyacı duymuyor dili İngilizce olan kapitalist dünya. Bilginin bir meta oluşunu meta üretiminin ve onun ekonomi politiğini ilk irdeleyen coğrafyada (İngiltere), dili İngilizce olan bir toplumda başka türlü nasıl olabilirdi?
Bizimkiler de software (yumuşak meta) üretiyor ve software üretirken bu kavramı kullanıyor ama bilince çıkarılmasından korkuyor. Software kavramını kullanırken bile aklın, fikrin, düşüncenin, bilincin bir ihsan olduğu, bir hikmet olduğu eskimiş sakızı yeni bir şeymiş gibi topluma yeniden pazarlıyor, İngiliz bilgiyi yumuşak meta olarak pazarlarken. Bize de bu durumda sormak kalıyor. İhsan dediğiniz software‘nin tıpkısının aynısı mı? Onlar bize bilgiyi yumuşak meta olarak satarken, biz onlara ihsan olarak mı satıyoruz?
“trrrrum,
trrrum,
trrrrum!
trak tiki tak!”
Daktilonun yazı yazarken çıkardığı sesi. Klavyenin nesi? O klavyenin sadece habercisi. Hepsi o kadar.
Dipnotlar:
[1] Nazım Hikmet: 835 Satır, ADAM Yayınları, İstanbul 1988
[2] Nazım Hikmet:a.g.e.
[3] Parenteziçi 1: Sene 2018 ve Türkiye’de nüfus 80 milyonu aştı. Ve makinalaşma bahtiyarlık yerine Türkiye’de de kırlardan büyük şehirlere doğru iç göçü hızlandırdı. Nüfusun nerdeyse üçte biri Ankara, İstanbul ve İzmir olmak üzere üç büyük şehirde yaşamaktadır. Zorunlu eğitimle okumuşluk yazmışlık oranı arttı. Üniversite mezunları yüksek bir ülke oldu. Üç kez ordu sivil hayata müdahale etti. İşkencede insanlar öldürüldü. Asılanlar oldu. Sonra bir Aziz Nesin geçti, insanları güldürdü, devleti kızdırdı geçti. Sonra Türkiye toplumunu dünyaya tanıtan büyük yazarlar, düşünürler, şairler yetişti Nazım Hikmet gibi, Yaşar Kemal gibi, Orhan Pamuk gibi ve daha niceleri. Ulusal değerler olarak görmedi devlet bu şahsiyetleri. Onlara karşı evrenselliği yakalayamayan, mahalli olanlar tercih edildi. Özgürlüğü anayasal güvence altına aldı, özgürlüğü hiç sevmedi. Cezaevine atılmayan aydını, yazarı, edebiyatçısı, karikatürcüsü nerdeyse yok gibi. Ekonomide büyüyüp G20 ülkeler arasına katıldı. Zenginliğin yüzde 75’i nüfusun yüzde 10’ununa ait olurken geri kalan yüzde 25’in de nüfusun yüzde 90’ına ait olduğu bir ülke oldu. Bu arada en fazla gazeteci tutuklayan ülkeler listesine girdi. Demokrasiyi çok sık kullanan ülkelerden biri oldu. Demokrasiyi çok görüp rafa kaldıran ülkelerden biri de. Darbeler önlenecek gerekçesiyle ne kadar üst rütbeli, anlı, şanlı general varsa tutuklandı ve bir daha bu ülkede darbe olmayacak dendi. Çok geçmeden bir darbe denemesi daha geçirdi. Bu kez generalleri tutuklayanlardan geldi darbe girişimi. Laik Cumhuriyet’in başsavcılarının, nasıl bir laiklikse, şeriat yanlısı bir tarikatın militanları olduğu ortaya çıktı. Kurumları baştan aşağı değiştirilerek neoliberal diktatörlük, tek bir makamın yetkisi altında toplanarak inşa edilmekte şimdilerde, hem de İslami söylemlerle. Görüldüğü gibi hep değişen, dönüşen, dinamik bir ülke Türkiye! Buna rağmen birileri kalkıyor ve “biz ezelden beri …” diye bir gazel okuyor, kötü bir gazel. Doğrusu ise biz ezelden beri hiç aynı olmayanız.
[4] Parenteziçi 2:Teknolojik gelişmeyi durdurmak, insanın herşeyden önce merakını durdurmak olacağından, sonra da akıldışılık olarak görüleceğinden, olanak dışı gibi gelmektedir. İnsanın merakını engellemek onun bir tür olarak çok önemli bir özelliğine dizgin vurmaktır; merak her türden yeniliğin gebe olduğu mekandır ve bir şey merak uyandırmıyorsa unutulmaya terk edilmiş demektir. Lakin her yeni teknolojik gelişmede teknolojiyi geliştirenlerin sıklıkla söylediği bir söz var: Bununla insan yaşamı kolaylaşacak. İnsanın yaşamının kolaylaştığı vaadini ama hiç bir zaman çözmediler bu vaadi verenler. Şairimizin ifade ettiği bahtıyarlık hayat bulmadı. Yani ‘büyük insanlık’ için mutluluk gerçekleşmedi. Tersine. Bir üretim aracı olan tekniğin ki hangi araçlarla üretim yapılıyorsa o, o toplumun nasıl bir toplum olduğu konusunda da bir fikir vermektedir, mülkiyetine sahip olanlar zenginliklerine zenginlik katarken- bununla mutlu mudurlar? ayrı mesele,- tekniği geliştirenleri de mülk sahiplerine bağımlı kıldılar ücretli köle olarak, teknik öncesi üretimde çalışanlar ya işsizler ordusuna katıldılar ya da hizmet sektörüne doğru evrildiler ve kendileri mutlu olmasalar da başkalarını mutsuzlaştırdılar. Buradan yola çıkarak diyebiliriz ki özünde tekniğin kendisi nötral konumdadır ve sorunun anakaynağı da teknik üzerindeki mülkiyet biçimidir. Lakin bu teknik sorununa biraz indirgemeci bir yaklaşım olur. İnsan, geliştirmiş olduğu bazı teknikle sadece insanı değil bu dünyadaki bütün canlı varlıkları yok edecek konumdadır. Mesela atom bombası. Ölümde ayrım da yapmaz. Bu insan kapitalist mi, işçi mi, komunist mi, dinci mi,laik mi, kadın mı, erkek mi, çocuk mu, yetişkin mi veya solucan mı, kedi mi, köpek mi? anlamsızlaşır. Bazı teknik gelişimlere sınıfsal açıdan bakmak bizi yanılgıya düşürür. Irak topraklarına bir kaç bin km yukardan barbarca atılan tonlarca bomba sadece o an var olan canlıları yok etmedi. Doğacak kaç nesili sakat bırakacak yan etkilerini de beraberinde attı. O bombaların üretiminde çocuklarının geçimi için çalışan işçiler de vardı ve kimse ben bomba yapımında çalışmam demedi. Afganistan’da, Lübnan’da, Afrin’de aynı sonuçlar. Suriye’de savaşı kimin kazandığının ne önemi kaldı? Bombalanmamış kasaba, şehir kaldı mı? Suriye’de savaş bitmiş olsa bile, bundan sonra dünyaya gelecek nesillerle tıbbın savaşı başlayacak. Kitle imha silahlarını üretme arzusu insanın en karanlık yanlarından birini oluşturur ve bu durum insanın sadece sınıfsal karakteriyle açıklanamaz.
[5] Parenteziçi 3: Dil kuşkusuz ki en yüksek bilinç şeklidir. Dil en yüksek bilinç şekli olarak bir toplumun tarihsel süreç içerisinde oluşmuş kültürel birikimi, onun belleksel havuzudur. Bu havuz sadece kendi bireyleri arasındaki sosyal ilişkilerin değil, aynı zamanda diğer toplumlarla olan ilişkilerinin de birikim alanıdır. Dolayısı ile diğer toplumlarla olan ilişkilerinden hem beslenir, hem de onları etkiler. Karşılıklı etkileşim dillerin olumlu yanlarını oluştururken eşitsiz ve dengesiz olan sosyal münasebetlerde bu etkileşimin tek yanlı olduğunu dolayısı ile zayıf olan halkanın dilinin diğer dil tarafından istila edildiğini, istilanın nerdeyse kaçınılmaz olduğunu hem tarihte, hem de günümüzde yaşayarak görmekteyiz. Kullanılan ortak dilin aynı zamanda o toplumun oluşturmuş olduğu toplumsal kültürel kimlikle de derin ve kopmaz bağlarının olduğu yine dilin önemli bir yanını oluşturmaktadır. Bundan ötürüdür ki bütün istilacı güçlerin ilk yaptığı işlerden birinin istilası altına aldığı halkların dillerinin unutulması için çaba sarf etmektir. Dilini kaybeden çünkü eski kimliğini de kaybetmektedir. Dili ile kimliğini kaybeden istila edenlerin bir parçası haline gelir. Fakat şunu da kesin söylemeliyiz ki evrendeki diğer şeyler gibi dil de durağan değil, hep hareket halinde ve süreğen olarak değişime uğramaktadır. Yani toplum kendi değişirken beraberinde dili de değiştirmektedir, dönüşmektedir. Halihazırda kullandığımız dilin nerdeyse yüzde altmışının Arapça olduğu gerçeğinden hareket edersek daktilonun, klavyenin Türkçe olmadığını söylemek elbette gülünç bir ifadeden başka bir şey olamaz. Klavye de Türkçe değil söylemindeki kasıt, dil olarak kullandığımız kavramlarla geleneksel olarak geçerli olduğunu iddia ettiğimiz bilinç arasındaki asimetrik uçuruma dikkat çekmektir. Kullandığımız dil başka bir bilinç durumunu ifade ediyor, iddialı savunduğumuz bilinç durumu da başka bir iddia da ise, yani başka bir gerçeği sergiliyorsa, bu insanın esasında kendi kendisi ile büyük bir çelişki içinde olmasına denk gelir. Bu durum toplum için de geçerlidir. Müslümanlık inancını, geleneğini, göreneğini koruma, kollama iddiasında olan Türkiye’nin eski yeni siyasi ve gayrı siyasi egemenlerinin toplum ve o toplumda yaşayan bireylerin içinde bulunduğu bu çıkmazı açıklığa kavuşturma gibi bir sorumluluğunun olduğunu vurgulamak zorundayız. Onlar belki geçici çıkarlar için (ekonomik, siyasi, yönetimsel v.s.) bu sorumluluktan kaçabilirler ama, sorumluluğun kendisi sorumluların peşini bırakmaz. Çünkü sorumluluk kendisi ile açıklanamaz, o diğerinden gelir.
[6] Bilgi bir emek ürünü olarak lakin değişim sağlayan bir değişimdir. Bilgi değişim sağlayan bir değişim faktörü olarak bilincin önkoşuludur. Bilgi olmadan bilinç oluşmaz.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.