Açık faşizme geçişi durduran ya da açık faşizme karşı direnen güçlerin yeni bir kurucu irade oluşturması zorunlu hale gelecektir. Bu zorunluluk, toplumun hem düzen yanlısı hem de düzen karşıtı tüm güçlerinin önüne konulacaktır
Açık faşizme geçişi durduran ya da açık faşizme karşı direnen güçlerin yeni bir kurucu irade oluşturması zorunlu hale gelecektir. Bu zorunluluk, toplumun hem düzen yanlısı hem de düzen karşıtı tüm güçlerinin önüne konulacaktır
Türkiye bundan önce iki defa açık faşizme geçti. 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de.
Oligarşi 1961 Anayasası’nın topluma “bol geldiğini” saptamış ve elbiseyi daraltmayı kafaya koymuştu; oligarşinin açık faşizme geçmesi engellenebilir miydi? 1971 devrimcileri açık faşizme geçişin engellenemeyeceğini düşündüler. Oligarşi 15-16 Haziran işçi ayaklanmasını sıkıyönetimle yatıştırdıktan sonra 9 Mart krizini fırsata çevirdi ve 12 Mart muhtırasıyla açık faşizme geçti. Devrimciler haklı çıktı. Oligarşi ve siyasi temsilcileri irade birliği içindeydiler; kontrgerilla devletin çekirdeğini tutmuştu ve tek parçaydı. Halk, açık faşizme geçiş karşısında birbirinden farklılaşan bakış açılarıyla da olsa hayırhah bir tutum içindeydi. CHP ve TİP tabanı, Demirel iktidarından kurtulmak için ordunun yönetime el koymasına razıydı; AP ve diğer sağ partilerin tabanı ise toplumsal muhalefet hareketleriyle tanımladığı “anarşinin” önlenmesi gerektiğine ve bunun normal yöntemlerle başarılamayacağına inandırılmıştı. Muhtıracıların ilan ettikleri amaç, halkın rızasını sağlamak için “anarşiyi önlemek”ti; ajandaları ise devleti emperyalizmin ve oligarşinin hizasına sokmaktı!
1970’li yılların ikinci yarısında Türkiye halkı sivil faşist teröre karşı korku duvarını aştığında oligarşiyi açık faşizmden başkasının kurtarmayacağı aşikardı. Açık faşizmi engellemek yine mümkün görünmüyordu. Demirel “Çorum’u bırak Fatsa’ya bak”, “Bırakırsan bin Fatsa olur” diyordu. Sıkıyönetim üzerinden yönetimin fiili inisiyatifini eline alan kontrgerilla sonunda yönetime açıkça el koydu. Emperyalizm ve oligarşi bir bütün olarak arkasındaydı. Bu kez halkın bir “ara rejim alternatifine rızası” heterojen de değildi. Halkın büyük çoğunluğu için “can güvenliği” yakıcı sorun haline gelmişti; toplumun büyük çoğunluğu olayların iç savaş yönünde derinleşmesinden endişe duyuyordu. Darbecilerin ilan ettikleri amaç, halkın rızasını sağlamak için “kardeş kavgasına son vermek” oldu; ellerine tutuşturulan ajanda ise neoliberal yeni sömürgecilik programını (24 Ocak kararları) tavizsizce uygulamak, ABD’nin SSCB’ye karşı oluşturmak istediği “Yeşil Kuşak Projesi”ne eklemlenmekti.
Erdoğan 2013 Haziran’ından beri Türkiye’yi açık faşizme götürmeyi hedefleyen bir süreci işletiyor. Bu amacını 15 Temmuz olayından sonra netleştirdi ve 16 Nisan referandumuyla bir meydan okumaya dönüştürdü. Türkiye tarihinde ilk defa açık faşizme geçiş süreci emperyalizmin ve oligarşinin yönetimi ve yönlendirmesi altında yürümüyor. Erdoğan, açık faşizmi emperyalizme ve oligarşiye dayatıyor. Ve yine ilk defa halkın büyük çoğunluğu (AKP seçmenlerinin bir kısmı dahi buna dahil) açık faşizme (“tek adam diktatörlüğüne”) razı değil. Hatta halkın ciddi bir kitlesi açık faşizme geçişe karşı aktif direniş eğiliminde.
24 Haziran seçimleri açık faşizm dayatmasının nihai adımlarından biri. Erdoğan şu ya da bu yolla sandıktan “başkan” olarak çıkmayı başarırsa, elindeki bütün yetkiyi kullanarak devleti demir yumruğu altında yönetecek. İlan ettiği amaç “devletin bekası”, ajandasının başında ise “neoliberalizmden ve Kürt düşmanlığından sıfır taviz” yazıyor.
Erdoğan’ın ajandasının bu sert çekirdeği emperyalizm ve oligarşinin odaklandığı sorunları çözmüyor, azaltmıyor. Çünkü onların sorunları başka. ABD emperyalizmi Ortadoğu’da ray değiştirirken Türkiye’yi “yük haline getirmeden” sistem içinde tutmanın derdinde. Oligarşinin geleneksel patronları ise mülkiyet haklarının güvence altına alınmasının, devletin “gözdeliği” konumunu yeniden elde etmenin peşindeler.
Peki düzen içi muhalefetin restorasyon programı emperyalizmin ve oligarşinin bu kaygılarına etkili bir yanıt sunuyor mu? Parlamenter rejimin ihyası, hukukun üstünlüğünün sağlanması, güçler ayrılığının tesisi ve liyakat esasının uygulanmaya geçilmesi emperyalizmin ve oligarşinin sorunlarının çözüm anahtarları mı? 12 Eylülcülere, 28 Şubatçılara, 2002 AKP’sine gösterdikleri muhabbete benzer bir yakınlığı Millet İttifakı’na göstermediklerine bakılırsa, pek öyle değil.
Emperyalizmin Ortadoğu hegemonyası krizde, oligarşinin neoliberal birikim modeli krizde, sömürge faşizmi krizde… Neoliberal yeni sömürgeciliğin “ayarı bozulmuş” durumda. Egemen güçlerin Türkiye için ellerinde ne yeni bir ayar var ne de bu ayarı verecek bir güvenebilecekleri bir iktidar seçeneği. Süreç emperyalizmin ve oligarşinin kontrolü altında değil.
Erdoğan tek adam diktatörlüğüne seçim üzerinden geçemezse açık faşizme geçme sevdasından vazgeçip köşesine mi çekilecek? Söylediğine bakılırsa, B, C ve hatta D planı elinde. Bu planlarda nelerin yer aldığını 7 Haziran-1 Kasım arasında yaptıklarına bakıp tahayyül edebiliriz. Ama Erdoğan 7 Haziran-1 Kasım arasında yaptıklarını yaparken daha 15 Temmuz olmamış, devletin, kontrgerillanın çivisi çıkmamıştı. Erdoğan bu çivisi çıkmış devletle, orduyla, kontrgerillayla 16 Nisan’daki gibi “Atı kapıp Üsküdar’ı geçmeye kalkıştığında” muazzam bir kaosun tetiğine basmış olacak. Karşısında ise emperyalistlerin ve oligarşinin olgunlaşmış siyasi seçeneği değil, halkın dinbaz-ırkçı faşizme karşı direnen çoğunluğunun iradesi olacak.
(İster başarılı, ister başarısız olsun) Erdoğan’ın salto mortale[1]si, neoliberal sömürgeciliğin ve sömürge faşizminin sonunu getirebilir. Erdoğan başarılı olursa sömürge tipi faşizmin yerini bir başka ultra gerici istisnai rejim alabilir; başarısız olursa sömürge tipi faşizmin kurumsal parçalanma ve dağılma süreci 15 Temmuz’un ötesine geçebilir. Bu andan itibaren “parlamenter rejimin ihyası”, “hukukun üstünlüğünün sağlanması”, “güçler ayrılığının tesisi” ve “liyakat esasının uygulanmaya geçilmesi” gibi hedeflere “restorasyon”la varabilmek mümkün olmayacaktır. Açık faşizme geçişi durduran ya da açık faşizme karşı direnen güçlerin yeni bir kurucu irade oluşturması zorunlu hale gelecektir. Bu zorunluluk, toplumun hem düzen yanlısı hem de düzen karşıtı tüm güçlerinin önüne konulacaktır. Toplumun, devlet halinde örgütlenmesi için dinbaz-ırkçı tek adam diktatörlüğünü dışlayan yeni kurucu ilke ve değerlerin ortaya konulması, bu ilke ve değerleri güç ve iradeye dönüştürecek siyasi öznelerin teşkili sözcüğün geniş anlamıyla solun en yakıcı sorunu haline gelecektir.
Bugünün sorunu Erdoğan’ı sandıkta durdurmaktır. Ama bilelim ki açık faşizme geçiş süreci sandık merhalesinden ibaret değildir. Bununla birlikte yine bilelim ki bu süreci sandık merhalesinde tökezlettiğimizde sömürge faşizminin krizini bugüne dek hiç görülmemiş bir ölçüde derinleştirebiliriz. Bu kriz konjonktürel bir siyasi kriz değil, Türkiye tarihinin gördüğü en büyük siyasi kriz olabilir. Türkiye faşizminin tarihsel varoluş temeli ciddi bir biçimde daralabilir.
Bu noktadan sonra devletin bir yeni sömürge devleti olarak kuruluşu zorunlu olarak bir “fetret devri”nden geçecektir. Solu, sosyalistleri, radikal demokratları, Kürt demokratik siyasetini bekleyen görev, sömürge faşizmini bu “fetret devri”nden sağ çıkarmamak olacaktır. Bu nedenle, Erdoğan’ın “güçler ayrılığı”nı, “hukukun üstünlüğü”nü, “liyakat esasını” reddeden kokuşmuş diktatörlüğünü tasfiye edecek, halka dayanan bir demokrasinin, halk egemenliğinin kurucu ilkelerinin şimdiden ve hep birlikte altını çizmeye başlamamız gerekiyor: Bağımsızlık, Özgürlük, Eşitlik, Barış!
Not: Bu yazının kısaltılmış versiyonu eşzamanlı olarak Yeni Yaşam gazetesinde yayınlanmıştır.
Dipnot:
[1] Ölüm perendesi
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.