24 Haziran seçimleri sürecinde kendisini belirgin kılan bir “irade”, pek de gizli olmayan hatta açık bir şekilde Erdoğan’ın kurduğu yeni rejimin restorasyonunu hedefliyor
Erdoğan’ı yenmek ve AKP/MHP ittifakının meclis çoğunluğunu engellemek önümüzdeki “sandık” görevleri, hiç kuşkusuz. Fakat, daha da önemlisi seçim kampanyası esnasında devrimci-demokrat güçlerin halkçı ve özgürlükçü taleplerini yükseltip, çerçevesini çizmeye çalıştığımız perspektifle demokratik-halkçı talepler etrafında örgütlenmelidir
24 Haziran seçimleri sürecinde kendisini belirgin kılan bir “irade”, pek de gizli olmayan hatta açık bir şekilde Erdoğan’ın kurduğu yeni rejimin restorasyonunu hedefliyor.
Erdoğan döneminde sermayenin güncel çıkarları doğrultusunda temelleri atılan ama son dönemlerde kurucusu Erdoğan’ın yapıp ettikleriyle oldukça hırpalanan yeni rejim/Başkanlık Sistemi, 24 Haziran itibariyle restore edilerek stabilize edilmek isteniyor.
Abdullah Gül adaylıktan vazgeçmiş olsa da Gül’ün, Muharrem İnce’nin ya da Meral Akşener’in etrafında şekillenen aday gösterme çabaları ve bloklaşma, söz konusu “iradenin” kendisini gösterdiği alan. Görüldüğü kadarıyla, Erdoğan’ı kuşatarak hareket kabiliyetini azaltmayı ve etki alanını daraltmayı hedefleyen bu “irade”, “kuşatma” sürecini savaşkan bir tarzda değil, yeni rejimi kalıcılaştıran ve o arada Erdoğan’ı da “harcamayan” bir tarzla yürütüyor. Bu iradenin, Erdoğan’ın oldukça kabarık sicilini bir şekilde hasıraltı etme niyetinde olduğu, yüzeysel sayılabilecek söylemlerle kitlelerin gazını almak istediği anlaşılıyor.
Yeni “Başkanlık” rejimini (anayasasıyla, seçim yasasıyla, yönetim şekliyle, grev yasağıyla, sansür ve baskı uygulamalarıyla, hukuk sistemiyle vb.) kabullenmiş olan sermaye ve egemen güçler, anlaşılan yalnızca Erdoğan’ın yetersizliklerinden ve yıkıcılığından çekiniyorlar. Bu güçler, sermayenin güncel ihtiyaçlarına uyumlu bir yapıda kurduğu yeni rejimi sürdüremeyen, hatta yıkıcı niteliği olan ve bireysel hegemonyasını dayatan Erdoğan’ı harcamadan, hatta kapalı kapılar ardında da onore ederek bir yumuşak geçiş sağlamak ya da ikinci seçenek olarak, mümkünse muhalefetçe kuşatılmış ve ehlileştirilmiş bir Erdoğan yaratmak istiyorlar.
Böylece günümüz dünya durumuna son derece uygun olan bu baskıcı siyasal rejim daha güvenilir bir ele emanet edilecek. Elbette bu olasılıklardan yalnızca bir tanesi. Erdoğan cephesinde uzlaşmacı ve durumu kabullenici bir tavır sergilenmez ya da gerilim arttırıcı hamleler geliştirilirse, yüksek düzeyli bir karmaşaya doğru sürüklenme kaçınılmaz olacaktır.
Yerel ve küresel sermaye fraksiyonlarının bu yönelimlerinin sebebi belli. Sermayenin birikim süreci Türkiye ekonomisinin bozulan ana dengeleri tarafından ağır risk altına sokulmuş durumda. O arada, sermaye birikiminin güvencesi olan devlet de beka sorunu yaşıyor. Yerel ve küresel sermaye için büyük açılımlar yapan Erdoğan ise, zor zamanlar geçiriyor. Yeni rejimin zaman içerisinde Erdoğanizm şeklinde doktriner bir nitelik kazanarak Erdoğan’ın şahsıyla özdeşleşmesi, Erdoğan’ın krizini rejimin krizi şekline dönüştürdü.
Aslına bakılırsa, Erdoğanizmin üzerine inşa edildiği rejim zaten en baştan kriz dinamikleriyle donanmıştı.
Evet, en azından Gezi isyanından beri sermaye güçleri Erdoğan’a bir alternatif arayışında. Ama kurduğu rejimle hesaplaşmak için değil; tersine, yeni rejimi risksiz bir şekle büründürmek ve kalıcılaştırmak için girişilmiş bir süreç bu.
Şayet başarılı olabilirse, şimdi devreye sokulan süreç hedefine ulaştığında, henüz yerine tam olarak yerleşemediği için oldukça hassas dengeler üstünde tutunmaya çalışan ve günümüzde Erdoğan’ın yetmezlikleri/hataları yüzünden oldukça yıpranan yeni rejim, yeniden üretilerek kalıcılaştırılacaktır
Bizlere düşen soru şudur: Bu geçiş sürecinin dolgusu mu olacağız, yoksa halkın özneleşeceği bir süreci mi inşa edeceğiz?
İşte, niyet belli; Erdoğanlı ya da Erdoğansız bir geçişle onun kurduğu yeni rejim korunacak. Belki Erdoğan meclis çoğunluğunu yitirmiş bir şekilde yoluna devam edecek, belki de onun inşa ettiği rejimin ekmeğini başkaları yiyecek; ama kesin olan bir şey daha var ki, onu da biz hatırlatalım; ne yaparlarsa yapsınlar, günümüzün dünya, bölge ve Türkiye koşullarında rejimin istikrarsızlığı ve tıkanması devam edecek!
Derdimiz sistemin yüksek mecralarında yaşanan siyaseti yorumlamakla sınırlı değilse, tarihi halkın ihtiyaçları yönünde değiştirecek hamleleri gündemimize almamız gerekir. Şayet bu yola girilecekse, halkçı güçlerin eyleme tarzlarını gözden geçirmesinin tam zamanı. Çünkü, genellikle refleks şeklinde hayata geçirilen eylemler çok değerli olmakla birlikte, tarih yapıcı bir nitelikten yoksunlar.
En başta, hemen belirtmeliyiz ki, devlet baskısı ve sermaye egemenliğinin derinliği ve kapsayıcılığı, sol güçleri de etkisi altına almış ve anlamı “halk egemenliği” olan “Cumhuriyet” tahayyülü bile tahrip edilmiş durumda. Sanki suç, Erdoğan’ın kurduğu rejimde ve sanki o restore edilirse ya da kaldırılıp da “eski güzel günlere” dönülürse, bütün sorunlar çözülecek.
Gerçekte ise, Erdoğan’ın yeni rejimini de kapsayan ve aslında ona zemin olup-güç kazandıran bütünsel iktidar alanı/bürokratik-despotik yapı, bu coğrafyada hiçbir zaman yaşanmamış olan “halk egemenliği” olgusunu sürekli dışlıyor. Kitleler ise, kökeni yüzyıllar öncesine kadar giden bu siyasal yapıyı, başka bir deneyim yaşamadıkları için, ezeli ve ebedi, tamamlanmış, değişmez, statik olarak algılıyor. O yapı, her türden demokrasi girişimini sürekli boğarken, halk güçleri “sahnede” oynanan “oyunlarla” sınırlı bir bakış açısı üzerinden hareket ederek, yapının “içinde” demokrasi yaşanabilirmiş yanılsamasını ve kaçınılmaz hüsranlarını yaşıyor.
Bu ülkede, cumhuriyetin gerçek anlamı olan halk egemenliği -ortaklaşmacı projeler, ortaklaşmacı olanaklar ve kamunun ortak çıkarları üzerinden özneleşmiş halkın doğrudan egemenliği- hiç yaşanmadı. Bırakalım “halkçı” seçeneği, demokrasinin “burjuva” hali bile halkın zoruyla kazanılan kimi kırıntılar dışında hiçbir zaman yaşanmadı. Tersine, oldukça pahalı bir bürokrasiye ve halk sınıfları arasında çok derin bir siyasal yabancılaşmaya sahip olan, antidemokratik bir despotik yapı “cumhuriyet” adıyla bugüne kadar yaşanageldi. Despotik yapı, günümüzde vurguncu yerel sermaye gücü olan finans kapitalin güncel talepleri doğrultusunda Erdoğan tarafından kurulan yeni bir rejimle kendisini ifade ediyor.
Bu gerçeklik kavranamadığı sürece, despotik yapı yerleşikliğini devam ettirecek. O, şimdiye dek başardığı gibi, sıkıştıkça restorasyonlarla, askeri ve sivil darbelerle yoluna devam etmeye çalışacak.
Oysa, günümüzde, tarihi boyunca toplumdaki tüm insani potansiyelleri daha doğarken boğan ve toplumu son derece sınırlı bir özgürlük(!) alanına hapseden despotik yapının içinden karşı tezinin doğması o kadar açık yaşanıyor ki, neredeyse gözlerimizle görüyoruz. Başta Gezi olmak üzere, son beş yıllık süreçte kendilerini türlü biçimlerde ifade eden halk güçleri, bilinçleri vurgun yediği için görme engeli olmayan gözlere başka bir düzeni işaret ediyorlar.
Bizlere düşen işaret edilen bu yeni “olasılık” üzerinde derinleşmek. İşaret edilen şey, halk güçlerinin talep ve kazanımlarını anayasal güvenceye kavuşturacak olan bir demokratik anayasa ve bu anayasanın omurgası olacağı demokratik bir cumhuriyettir.
Demokratik cumhuriyet, metafizik bir kategori değil, ama yaşanan gerçek gündelik kavga içerisinde gizlenen bir potansiyel gerçeklik olarak şekillenip güç biriktiriyor.
İşte, tam da bu gerçek durum üzerinden diyebiliriz ki, gündelik hayata yapılan her türlü halkçı/bilinçli ve dönüştürücü müdahale, ancak kendi bilincine kavuşursa ve içindeki halkçı potansiyelin fiilileşmesine/somutlaşmasına doğru atılmış bir adımı ifade ederse gerçek bir ağırlığa sahip olabilir.
Tarih yapıcı eylem, sadece siyasal alanda değil, gücünü ve değiştirebilme kapasitesini aynı zamanda günlük hayatın akışına yaptığı dönüştürücü müdahaleden alır. O, gündelik hayatta sermaye ve devletin kurduğu tahakkümü derin bir bakışla sezer. Gündelik hayattaki yabancılaşmanın (ve doğal olarak, özne-nesne kopukluğu üzerinden yaşanan kapasite kaybının) karşısına özne-nesne bütünleşmesini koyar.
Sermaye düzeninin en önemli güç kaynaklarından biri, gündelik hayatın akışında en ince ayrıntılar düzeyine dek yayılmış olan kapsayıp-içerme yeteneğidir. Manifesto’daki o ünlü vurguları, insan ile insan arasındaki dolaysız ilişkilerin sermaye tarafından tamamen tasfiye edilmesi ve yerine bin bir türlü para/meta/piyasa ilişkisi konulması konusundaki o ünlü vurguları hatırlayalım.
Sermayenin toplumsallaşma süreci bugün o denli hızlı ve yaygındır ki, sermaye ya da onun doğrudan beslediği tüm tahakküm ilişkileri (cinsiyetçilik, ırkçılık, fobik tutumlar vs.) her gün her saat, hatta her saniye yeniden üretilir. Durup düşünmeye, eleştirel tutum geliştirmeye, pişmanlık duymaya, yas tutmaya, paylaşmaya zaman yoktur.
Gündelik hayat, sermaye ile devletin kapsayıp içererek tümüyle kendisine uyumlu hale sokmayı hedeflediği ve düzenin kalp atışlarının yaşanıp- hissedildiği yerdir. Karşı koyuş olmadığı sürece de sermaye ve devlet tarafından fethedilmiş olan gündelik hayat işte öylesine yaşanıp gider.
Ama, aslında “öylesine” değil, halkı an be an fethederek-köleleştirerek yaşanır.
Peki, sosyalist sol, günümüzde yoksulların gündelik hayatının neresinde, nasıl ve hangi ağırlıkta konumlanıyor? Kazanmaya başlanılacak yerlerden birisi de burasıdır ve sorunun cevabı verilmelidir.
İşte, çocuklara yönelik alternatif yaz okulları, kadınlara yönelik herhangi bir atölye, psikolojik danışma hizmeti ya da yetiştirme kursu, bir yoksul mahallede kurulan dayanışma evi, işçilerin güncel sorunları ile ilgili gerçekleştirilen herhangi bir forum, üniversitelerdeki dayanışma akademileri vb. her türlü eylem aslında gündelik hayatın sermaye/iktidar lehine akışına karşı birer müdahaledir ve aslında son derece politiktir. Asıl sorun bu müdahalelerin siyasal ufukları ve talepleridir. Peki, bu eyleme işleri hangi talep etrafında ortaklaşırsa kendi gücünü kazanabilir?
Dayanışma akademileri örneği tartışmaya değer bir konu. 15 Temmuz sonrası iktidarın geliştirdiği fırsatçılık üniversitelere yansımış, üniversiteler KHK’lerle ilerici, devrimci, demokrat akademisyenlerden bir şekilde “arındırılmıştı.” İşte, söz konusu büyük çaplı operasyonun yarattığı şok ve öfke kendisini önemli ve değerli bir pratiğe dönüştürdü: Dayanışma Akademileri. Eskişehir, Ankara, Kocaeli, İzmir, Mersin gibi illerde faaliyete geçen akademisyenler, üniversite dışında bilimsel ve katılıma açık, YÖK iktidarı karşısına müştereklerin iktidarını koyan bir pratik geliştirdiler.
Bu önemli pratik, rejimin hayatın her alanında olduğu gibi üniversitelerde de devreye soktuğu baskı aygıtını (YÖK) aşarak, akademik alanda zayıf da olsa ikili bir sürecin önünü açtı. Bir yanda iktidar güdümündeki üniversiteler, bir yanda iktidarın etki alanının dışında kalan bağımsız eğitim alanları!
Elbette dayanışma akademilerinden tek başına bütün sisteme yönelik bir perspektif beklemek onlara haksızlık olur. Bu çaba, akacak bir mecra, ortaklaşacağı diğer halkçı inisiyatifler ve bütünleşecek bir siyasal oluşum olmazsa, etkisini yitirecektir.
Bu tür pratiklerin henüz bütünlüklü bir siyasal perspektifleri olmasa da buradan bunun olmayacağı anlamı çıkmaz. Ülkenin içerisinde bulunduğu durum bu çabaların hem siyasal perspektif (demokratik cumhuriyet) kazanmalarının, hem de yaygınlaşmalarının önünü açabilecek nitelikte.
İçinde bulunduğumuz durum istikrarsızlığın önemli bir belirleyen olduğu bir “ara dönem” olarak tarif edilebilir. Bu ara dönemde toplumsal statüko sarsılıp-yıpranmış, rejimin siyasal rıza üreten hemen hemen tüm kurumları meşruiyetlerini ciddi oranda yitirmiş, kitlelerin bu kurumlara olan güveni zedelenmiş durumdadır. Şayet, hukuk sistemine, etkisini ve yetkisini yitirmiş TBMM’ye, içi tamamen boşaltılmış eğitim sistemine, vurgun ve talan ile ayakta duran yerel yönetimlere vs. artık eskisi gibi güvenmeyen milyonların nasıl bir maddi güce dönüşebileceğini düşünülürse, ne muazzam bir halkçı enerjinin potansiyel halde biriktiğini anlayabiliriz.
Tarih yapıcı eylem kendisini bu gerçeklik üzerine inşa eder. Toplumsal alanlardaki tüm sorun alanları içinde gittikçe büyüyen bir kapasite kazanmayı önüne koyar. Neoliberal kapitalizmin ve despotik iktidarın tahrip ettiği toplumsal bağları, hatta en basit insani nitelikleri yeni bir perspektifle inşa eder. O perspektif, daha önce hiç yaşanmamış olanı, heyecanını geleceğin devriminden alan, geleneksel temsili demokrasiyi aşan ve yerine herhangi bir konuyla ilgili herkesin mevcudiyetine dayalı müşterekleşmeci bir demokrasiyi (yerel halk meclisleri/özgürlük meclisleri) koyan bir hedefle kendisini gerçekleştirir.
Tarihi canlı tutmamız gerekir. Egemen güçler, bundan yalnızca beş sene önce gerçekleşen ülke tarihinin en büyük isyanını şimdiden unutturan ve önemsizleştiren, hatta düşmanlaştıran söylemler üretiyorlar. Bu söylemlerin amacı, yerleşik rejimin uygulamalarına karşı kendiliğinden gelişen o büyük isyanı zihinlerde boğmaktır.
Polis gücü yalnızca cop ve şiddeti ifade etmez. Fransız felsefeci Jacques Rancière, polis kavramının üniformalı güçlerle sınırlı olmadığını, polisliğin toplumların tarihi üzerinde de faaliyet yürüttüğünü söyler. Bellek üzerinde gezen devriye güçler, belleği egemen güçlerin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirir.
Evet, Gezi yalnızca romantik bir isyan değildi. O tarih yapıcı bir niteliğe de sahipti. İlk günlerdeki isyan patlamasının yerini gündelik hayattaki uygulamalar aldı. Komünler kuruldu, forumlar ülkenin dört bir yanına yayıldı. Paylaşma ve dayanışma ağları geliştirildi. Ufkunu siyasal bir talebe (örneğin yeni bir cumhuriyet) yönlendirmese de uygulamaları ve talepleriyle aslında yeni bir rejim arayışının ifadesiydi. Ne ki, Gezi artık geride kaldı. Yeni dönemin devrimci hareketi heyecanını esas olarak gelecekten alabilir.
Heyecanımızı gelecekten alacak olmamız, geçmiş pratikleri önemsemeyeceğimiz anlamına gelmez. Bellek ve bilinçlerimiz üzerinde seyreden denetim mekanizmasından bir an olsun sıyrılırsak, Gezi forumlarının ve Taksim komününün uygulama bakımından meclis tipi örgütlenmelere benzediklerini ve bunların halk güçlerinin kendiliğinden hareketinin sonucunda kurulduklarını görebiliriz. Ne var ki, biçim olarak ilerleyici olan forum tipi örgütlenmeler, içerik olarak kalıcı ve geniş bir siyasal perspektiften yoksundular.
Şimdi o tarzı içererek aşmak gerekir. Geçmişin deneyimleri ile şimdinin eleştirel cüreti bütünleşebilir ve 22 Nisan’da Ankara’da gerçekleştirilen Özgürlük Kurultayı önüne koyduğu meclisleşme hedefini, bu zeminde kurabilir.
Sadece siyasal alanda değil, onun ayrılmaz bir parçası olarak kendisini var edecek ve gündelik hayatın tüm alanlarında inşa edilen kalıcı özgürlük meclisleri, bir siyasal ufukla (demokratik anayasa/demokratik cumhuriyetle) bütünleşip gidişata müdahale edebilir, seçim ve yüksek siyaset gündemiyle kuşatılmış gündelik hayatta (çok daha hassas ve uzun soluklu bir perspektif zeminine yerleşerek) halkçı bir seçenek inşa edebilir.
Gündemlerini gündelik hayattaki çelişkilerden, toplumsal alanın zenginliğinin yarattığı olanaklardan alacak olan meclisler, sermayenin gündelik yaşam içerisinde yarattığı hegemonyaya karşı bir hegemonya inşasıyla kendisini gerçekleştirebilir.
Elbette, Türkiye’nin mevcut konjonktürde en yakıcı gündemi olan seçimlere yönelik de yukarıda çizilen perspektif çerçevesinde bir yaklaşım sunmamız gerekir.
Seçimler kitlelerin bugün çok önemli bir gündemi. 24 Haziranın sonunda halk güçlerinin kazanımlar elde edebilmesi, toplumsal alana yapılan bilinçli müdahalelerle halkın önünü açan, toplumsal dinamikleri hareket geçiren, alternatif olanın inşasının yolunu açan bir mücadeleyi bugünden büyütmekle mümkündür.
İktidarın imdat freni kullanarak erken seçimde karar kılması kendi açmazlarından çıkış yolunu aradığını ve büyük bir sıkışmışlık içerisinde olduğunun kanıtıdır. İktidar bu çoklu kriz ortamı içerisinde, birçok toplumsal alanı ve devletin rıza üreten aygıtlarını istediği gibi kontrol altında tutamıyor. Erdoğan’ı yenmek ve AKP/MHP ittifakının meclis çoğunluğunu engellemek önümüzdeki “sandık” görevleri, hiç kuşkusuz. Fakat, daha da önemlisi seçim kampanyası esnasında devrimci-demokrat güçlerin halkçı ve özgürlükçü taleplerini yükseltip, çerçevesini çizmeye çalıştığımız perspektifle demokratik-halkçı talepler etrafında örgütlenmelidir.
Demokratik bir cumhuriyetin asgari talepleri seçim sürecinin gündemi olmalıdır. Yeni anayasa, ifade ve fikir özgürlüğü, gerçek basın özgürlüğü, herkese güvenceli iş, adil ücret, cinsiyet ve yönelim eşitliği, doğal varlıkların yaşamsal hakları ve daha nice taleplerle sandıklar kuşatılmalı. Aksi halde olası bir restorasyonun dolgu malzemesi olmaktan öteye geçemeyeceğimiz bir gerçek.
* Hasan Durkal: Toplumsal Özgürlük yayın kurulu üyesi.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.