ABD ve müttefikleri Suriye’de sınırlı bir saldırı düzenleyebilir ya da Rusya’yla çatışmayı göze alarak daha geniş bir müdahaleye girişebilir. Ya da bu gerilim karşılıklı restleşmelerin ötesine geçmeyebilir. Ancak günün sonunda hepsinden daha net olanı, tutarlı bir Suriye siyaseti olmayan AKP’nin tırmanan gerilimin basıncını önümüzdeki süreçte daha fazla hissedeceğidir Suriye ordusu, 18 Şubat’ta başkent Şam kırsalındaki […]
ABD ve müttefikleri Suriye’de sınırlı bir saldırı düzenleyebilir ya da Rusya’yla çatışmayı göze alarak daha geniş bir müdahaleye girişebilir. Ya da bu gerilim karşılıklı restleşmelerin ötesine geçmeyebilir. Ancak günün sonunda hepsinden daha net olanı, tutarlı bir Suriye siyaseti olmayan AKP’nin tırmanan gerilimin basıncını önümüzdeki süreçte daha fazla hissedeceğidir
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin (sağda) ve İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani (solda) ile Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde düzenlenen Türkiye-Rusya-İran Üçlü Zirvesinin ardından ortak basın toplantısı düzenlendi. ( Kayhan Özer – Anadolu Ajansı )
Suriye ordusu, 18 Şubat’ta başkent Şam kırsalındaki Doğu Guta’ya yönelik başlattığı operasyonda 31 Mart’ta “tüm yerleşimlerin kurtarıldığını” açıkladı. Aslında bu açıklama, operasyonunun askeri boyutunun “başarı” ile bittiğinin, bölgeden çıkmayı kabul eden cihatçılar ve ailelerinin tahliyesiyle sürecin sonlandırılacağının ilanıydı.
Savaşın dönüm noktalarından biri olan bu operasyonun ardından Suriye ordusu ve müttefiklerinin kuzeyden güneye sınırlara odaklanması bekleniyordu:
1-TSK ve “ÖSO” kontrolündeki Afrin ile Azez-Bab-Cerablus üçgeninden oluşan “Fırat Kalkanı” bölgesi.
2-Suriye’nin dört bir yanında hezimete uğrayan cihatçıların gönderildiği ve Astana anlaşması kapsamında TSK’nin gözlem noktaları kurduğu İdlip ve çevresi.
3-ABD öncülüğündeki koalisyonun askeri varlığının olduğu YPG-QSD kontrolündeki “Fırat’ın doğusu”.
4-İsrail’in işgal planlarını gizlemediği, bölgedeki cihatçı varlığını Şam ve müttefiklerine yeğlediği Kuneytire ile Ürdün üzerinden desteklenen cihatçıların bir kısmını kontrol ettiği Dera’nın bulunduğu güney cephesi.
5-ABD, İngiliz ve Ürdünlü özel kuvvetlerin eğitip, donattığı cihatçıların kontrolünde olan Suriye- Irak-Ürdün sınır üçgenindeki Tenef bölgesi.
Yukarıda sıraladığımız yerlerde bir şekilde etkin olan veya askeri varlığı bulunan uluslararası ve bölgesel güçlerin, savaşın lehlerine gidişatına paralel olarak Suriye, Rusya ve İran tarafından baskılanmaları işten değildi. Üstelik bu güçlerin en önemli ortak noktası, Şam yönetimi tarafından “işgalci” ve “saldırgan” kabul edilmeleri.
Doğu Guta’da cihatçıların bulunduğu son yerleşim yeri olan Duma’daki tahliyeler 2 Nisan’da başladı, ancak ilçeyi kontrol eden Suudi güdümlü İslam Ordusu 6 Nisan’da anlaşmayı bozarak ayrılmayı reddetti. Aynı gün Şam kent merkezinde yaşanan bombalı saldırı sonrası Suriye ordusu 7 Nisan’da Duma’ya yoğun bir hava saldırısı başlattı.
Hava saldırılarının ardından El-Kaide bağlantılı “Beyaz Miğferliler” adlı “sivil savunma” örgütü bölgede kimyasal silah kullanıldığını ve en az 70 kişinin öldüğünü öne sürdü. Delil olarak da yıkılmış bir sığınakta bazılarının ağzında köpük olduğu görülen kişilerin cesetleri ile “kimyasal saldırıdan” etkilendiği belirtilen -başta kadın ve çocuk olmak üzere- sivillere su ve astım ilacıyla müdahale edilmesine dair görüntüler yayımlandı.
Londra merkezli, muhalif Suriye İnsan Hakları Gözlemevi ise kimyasal saldırı olmadığını ancak hava saldırısı sonucu “barınakların insanların üzerine düşmesi” nedeniyle en az 70 kişinin hayatını kaybettiğini duyurdu. Suriye savaşı boyunca Batı medyası için “ana kaynak” teşkil eden Gözlemevi’nin haberi bu kez basında pek yer almadı ve kısa süre içinde “Duma’daki kimyasal saldırı” manşetlere taşındı.
Tam bu noktada bir gelişme daha yaşandı: Kimyasal saldırı iddialarının üzerinden 24 saat bile geçmeden İslam Ordusu’yla yeniden anlaşmaya varıldı ve tahliyelere devam edildi. Anlaşmayla sonuçlanan bu müzakerelerle, Şam yönetimi üzerinde baskı kurmayı hedefleyen kimyasal saldırı iddialarının aynı ana denk gelmesi dikkat çekici.
Suriye ve Rusya kimyasal saldırı iddialarını yalanlarken, ABD Başkanı Donald Trump, İngiltere ve Fransa liderleriyle “kimyasal silah saldırısına verilecek karşılığı” çoktan konuşmaya başlamıştı. Daha üç gün önce Ankara’daki üçlü Suriye zirvesinde Putin ve Ruhani’yle poz veren Erdoğan’ın AKP’si ise iddialara sahip çıkmakla kalmayıp askeri müdahale talep ediyordu.
Peki madem durum bu noktaya kadar evrildi ABD Başkanı Donald Trump’ın 29 Mart’taki “Çok yakında Suriye’den çekileceğiz” açıklamasını nasıl okumalı? Trump’ın “çekileceğiz” sözünü tek başına değil, hemen akabindeki “Biraz da başkaları ilgilensin” sözüyle de değerlendirmek lazım. Trump bu çıkışıyla emperyalist müttefiklerine ve bölgedeki işbirlikçilerine “Ya birlikte ya da bensiz” demiş oldu.
Ardından Trump’ın çağrısı karşılık buldu: Macron’dan Fransa’nın Suriye’deki askeri varlığını artırma hamlesi geldi, Suudi Arabistan’ın Veliaht Prensi Bin Selman da “ABD askerleri Suriye’de kalmalı” dedi. Trump “Suudi Arabistan bizim Suriye’de kalmamızı istiyorsa parasını ödemesi gerekecek” diyerek maliyetten de kurtulma hesabı yaptı.
Sonuçta işin özü şu: Savaşı başlatan cephenin dağınıklığına karşın Suriye’de inisiyatif uzun zamandır Şam-Moskova-Tahran (ve Hizbullah) cephesinde. Bunun en önemli sebebi de taraflar arasındaki birlikte hareket etme iradesi. Krizin siyasi çözümüne geçilmeden önce de sahadaki durum dengelenemese bile pazarlıklarda eli güçlendirecek adımlar atılabilir.
Trump’ın 8 Nisan’da, Rusya ve İran sorumlu tutarak “Esad büyük bedel ödeyecek” çıkışı AKP’yi keyiflendirmiş olacak ki aynı gün Hükümet Sözcüsü Bekir Bozdağ Twitter’da “Umarız Suriye yönetiminin bu seferki kimyasal saldırısı karşılıksız bırakılmaz” yazıyordu.
Hoş, bir gün sonra aynı Bozdağ “Bu konunun net bir şekilde, geciktirilmeden soruşturulmasında ve aydınlatılmasında fayda vardır” diyerek Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü (OPCW) başta olmak üzere uluslararası kuruluşlara çağrı yaptı.
Tabii bu 180 derecelik dönüşün ardında aynı gün Putin ile Erdoğan arasındaki telefon görüşmesinin etkisi büyük. Çünkü meselenin soruşturulması çağrısı Rus bakış açısına uygun düşüyor.
Bu kriz karşısında AKP’nin “güven vermeyen” duruşuna yönelik tek uyarı Putin’den gelmemişti. Yine 9 Nisan’da Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov “Afrin, Suriye hükümetine geri verilmeli” derken, İran Savunma Bakanı Emir Hatemi de Afrin üzerinden “Suriye’nin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesi” çağrısı yapıyordu.
Bozdağ bu uyarıları Suriye’nin toprak bütünlüğüne, siyasal birliğine ve egemenliğine saygı duyduklarını vurgulayıp “TSK, Afrin’de işgalci değildir, kalıcı değildir” diyerek göğüslemeye çalıştı.
Ancak ABD’nin müdahale sinyalinden cesaretlenen İsrail’in Suriye’deki T-4 Hava Üssü’nü vurması, Trump’ın “Suriye’yle ilgili 24 ila 48 saat içinde büyük bir karar vereceğini” söyleyip ABD’nin BM Daimi Temsilci Nikki Haley’in “BMGK kararı ne olursa olsun saldırıya yanıt verileceğini” duyurması Erdoğan’ın aklını çelmiş olsa gerek.
Erdoğan ilk olarak Lavrov’a yanıt verdi: “Afrin’i kime teslim edeceğimizi biz biliriz.” Ardından “Kimden gelirse gelsin bu katliamı yapanlar bunun hesabını, bunun bedelini kesinlikle ağır ödeyecekler” sözleriyle çıkıştı Erdoğan.
Onu takiben Mevlüt Çavuşoğlu da “Esad rejiminin mutlaka Suriye’nin başından ayrılması gerekiyor” diyerek bu süreçte AKP’nin safını belli etti.
ABD ve müttefikleri Suriye’de sınırlı bir saldırı düzenleyebilir ya da Rusya’yla çatışmayı göze alarak daha geniş bir müdahaleye girişebilir. Ya da bu gerilim karşılıklı restleşmelerin ötesine geçmeyebilir.
Ancak günün sonunda hepsinden daha net olanı, tutarlı bir Suriye siyaseti olmayan AKP’nin, ertelenmiş krizlerle yüz yüze geleceği ve manevra alanını bütünüyle yitirmese bile artan bir basınç altında kalacağıdır. Hatta bu basınç, AKP’nin Rusya’yla son dönemde geliştirdiği ilişki sayesinde Suriye sahasında elde ettiği kazanımların, sürecin sertleşmesine ve takındığı tutuma bağlı olarak son bulmasıyla dahi sonuçlanabilir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.