Amerikan solu, sadece örgütlü liderlikten kaçınmakta değil, örgütlü liderliğin altını oymak konusunda da elinden geleni yapmıştır. Sağcılar ne ideolojiden ne de örgütlü liderlikten vazgeçmemişlerdi
Amerikan solu, sadece örgütlü liderlikten kaçınmakta değil, örgütlü liderliğin altını oymak konusunda da elinden geleni yapmıştır. Bu anlamda, merkezin çökmesiyle, Sağ da yanıt vermek açısından daha donanımlı hale gelecektir. Sağcılar ne ideolojiden ne de örgütlü liderlikten vazgeçmemişlerdi. Kağıt üzerinde her ikisine karşı da savaşmakta; fakat bunu sadece çaktırmadan bir yandan ideolojiler, örgütler ve liderler üretirken yapmışlardır
Aralık 2017
Amerika’da sağcı popülizmin zaferi, bu ulusun yarısını gafil avladı. Gelgelelim, şayet dünya-tarihsel bir açıdan bağlamsallaştırılırsa, durum hiç de şaşırtıcı değildir. Tek cümle ile söylersek, neoliberal çağın ani yükseliş ve düşüş çevrimleri, kendi kendilerini tüketmiştir. Ekonomik kriz doğrudan daha kapsamlı bir siyasal sorun olarak tercüme edilemez belki; fakat (1970’ler sonrasındaki) bütün kolektivizm biçimlerine karşı girişilen ideolojik saldırı, insanlığı kapitalizmin bozukluklarını tamir etmenin merkezci ve sol-eğilimli yollarından mahrum bırakmıştır. Neoliberal yetki aktarımı ve inatçı kolektivizm-karşıtlığı küresel trendlerdir ve burada bunlardan çok fazla söz etmeyeceğim. Amerika’da ise, geçtiğimiz birkaç on yıl boyunca, popülist dilin ve siyasetin Sol’dan Sağ’a doğru tarihi bir göçü üzerinden bu iki özellik daha da şiddetli yaşanmıştır. Sonuç olarak, Sol (bırakalım kapitalizmi kurtarmayı ya da yıkmayı) denk bir popülist meydan okumayı bile hayata geçirememekteyken, Sağcı meydan okuma ise –gerçek çözümlerle değil fakat– enerjiyle, ruhla ve vaatlerle doludur.
Sol artık popülist tonda ikna edici biçimde konuşamamaktadır. Nasıl konuşulacağını bilmemektedir. Şöyle ya da böyle, Sol’un ideologları bunu istememektedir. Amerikan solundaki popülist ses tonlarının zayıflığını anlamak adına, çağımızın popülizm-karşıtlığının tarihöncesine bakmak durumundayız.
Ben bu yetki aktarımının izinin, paradoksal olarak, kağıt üzerinde 20. yüzyılın en demokratik isyanı olan olaya kadar takip edilebileceğini düşünüyorum: (Batı’da deneyimlendiği biçimiyle) 1968’e. 1968, kapitalizm-karşıtı olmakla birlikte, Stalinizm’in, sosyal demokrasinin ve Yeni Düzen’in [New Deal] devletçi ve bürokratik aşırılıklarına karşı bir isyandı. Bu isyankâr uğrağın bürokrasi-karşıtı havası, her ne kadar pek çok yönden meşru idiyse de, pek çok kişinin devletçiliğin çöküşünden ve (neo)liberalizmin zaferinden hatalı dersler çıkarmasına yol açtı. Sağ kendini bunlardan kurtardı. Sol ise kurtaramadı.
Batı’daki 1968’in iki temel mirasçısı –liberal sol ve otonomcu/anarşist hareketler– sadece örgüt, ideoloji ve liderlik düşüncelerinden değil, çoğunlukların, “halk”ın adına konuşmaktan da amansız bir kuşku duyar oldular. Bu türden bütün konuşmalar (ve siyaset) da (aşırı sol tarafından) “toptancı” ve totaliter ya da (liberal sol tarafından) “sorumsuz” ve kullanışsız olarak yaftalanır oldu. (Sol popülizmin sahneye döndüğü fakat sınıfsal, ideolojik ve örgütsel çapalar olmaksızın sahneye döndüğü) Güney Avrupa ve Latin Amerika haricinde, Sağ, ortaya çıkan boşluğu doldurdu.
1968’in özgürlükçü ruhu, kağıt üzerinde kaybederek, neoliberalizmin devletçilik-karşıtlığını tetikledi. Fakat daha da zehirli olan sonuç, solcuların post-modernistnihilizm ile sol-liberalizm arasındaki bunu izleyen bölünmesiydi.
Sol-liberalizmin projesi neydi? Sol-liberalizm, güttüğü davalar ve dışavurumları açısından küresel olsa da, en saf ifadesini Amerika Birleşik Devletleri’nde ve Britanya’da bulacaktı. Buradaki anahtar kelime, eşitliğin yerini alacak biçimde, içerme idi. Anthony Giddens gibi sosyologlardan etkilenen yeni İngilizce konuşulan merkezler (Yeni İşçi Partisi ve Clintonculuk) daha çok insanı masaya oturtarak içermeye odaklandı. Otuz yıl boyunca, içerme, ırk, toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelim açılarından arttı – fakat oturulan masa küçüldü. Bu anlamda evet; Siyahlar ve Latin kökenli insanlar, hatta Müslümanlar, daha önceden hayal bile edemeyecekleri kurumlarda önde gelen konumlar elde ettiler; fakat tıpkı Amerika Birleşik Devletleri tarafından bombalanan, ambargo uygulanan ve açlığa ter edilen Müslümanların sayısı gibi ABD’de hapishanelerdeki Siyah ve Latin kökenli insan nüfusu da çoğaldı.
Sol-liberalizm, hedefli refah programları üzerinden (daha sıradan olan) azınlıklara hitap etti; fakat Demokrat liderlerin büyük köpekbalıklarına dokunmaktan korkmaları nedeniyle, küçülen bir masanın dışında tutulan beyazları daha da kurbanlaştırmaktan başka bir şey yapamayacaktı. Üstünlük rütbeleri sökülmüş beyazlar, bir avuç ırkçı, “bir sepet dolusu sefil” olarak görülür hale geldi; (bizzat bu proje eliyle üretilen biçimde) artık halktan bahsedemez hale geldik.
Sonuç olarak, azınlıklar (2016 ABD seçimlerindeki meşhur “kayıp” siyah oylarını ortaya çıkarır biçimde) sürdürülebilir bir tarzda seferber edilemiyor ve örgütlenemiyordu; üstünlük rütbeleri sökülmüş beyazlar ise her iki tarafa da güvenmiyorlardı fakat liberalleri daha tiksindirici buluyorlardı. [Britanya’da] Sanders’ın yükselişine kadar, kurulu Sol (hem liberal sol hem de ilericiler) elitlerin başını çektiği liberal “çeşitlilik” ve “içerme” oyununa kısılıp kalmış durumdaydılar. Bütün bunların, siyasal eğilimlerin bir Yeni Düzen senaryosuna rıza göstermesini yerleşikleştirmesi çok muhtemeldir.
Peki ya aşırı Sol? Pek çok entelektüel ve aktivist, liberal sola yönelik güçlü tiksintilerine karşın, (Sol’da “rizomlar” ile ve ilerici Demokratlar arasında seçimperverlik ile sonuçlanan biçimde) “ideolojilerin sonu”nun ve örgütlü liderliğin sonunun kutlanmasıyla hemfikir durumdadırlar. Seattle’dan Occupy’a, Amerikan solu, sadece örgütlü liderlikten kaçınmakta değil, örgütlü liderliğin altını oymak konusunda da elinden geleni yapmıştır. Bu anlamda, merkezin çökmesiyle, Sağ da yanıt vermek açısından daha donanımlı hale gelecektir. İlki ve en önemlisi, sağcılar ne ideolojiden ne de örgütlü liderlikten vazgeçmemişlerdi. Kağıt üzerinde her ikisine karşı da savaşmakta fakat; bunu sadece çaktırmadan bir yandan ideolojiler, örgütler ve liderler üretirken yapmışlardır.
Sol, (bir yandan 1968’i özgürlükçü ve karşı-kültürel ruhundan doğru kutlarken bile) 1968’in ideolojilerinden ve örgütlerinden geriye ne kaldıysa toprağa defnederken, Amerikan sağı ise, 1968’e karşı bir isyan olarak örgütlenecektir. Fakat Sağ, devrimin kalıntılarına karşı iddia ettiği savaşı vermenin aksine, örgütlüydü ve ideolojikti. Sağ’ın ana akımı aşırı sağa kaydırmaktaki başarısı, aslında, 1968’in unutulmuş bir kanadının bastırılan stratejileri ve taktikleri üzerine inşa edilmiştir: Lenin’in devrim teorisinin kendine özgü bir okuması.
ABD’nin alternatif-sağının önde gelen entelektüellerinden Steve Bannon’un Trump’ın başkanlığının birinci yılı dolmadan görevden alınması, hatalı bir teselli olarak gerçekleşmiştir. İşin aslı, Bannon’un Beyaz Saray macerası, sadece uzun bir yolculuğun –devrimci-popülist dilin, taktiklerin ve stratejilerin Sol’dan Sağ’a doğru göçünün– aşamalarından biridir. Bannon, anlatıldığına göre, şunları söylemiştir: “Ben bir Leninistim. Lenin […] devleti ortadan kaldırmak istiyordu ve benim hedefim de bu. Her şeyi yerle bir etmek ve bugün kurulu olan ne varsa imha etmek istiyorum.” Peki, bu Leninizm nelerden oluşmaktadır? Karmaşık bir demokraside, Leninizm, kendisini ancak bir uzun devrim popülizmi olarak sürdürebilir. On yıllardan bu yana, sosyal bilimler, yerleşikleşmiş kurumlar nedeniyle ABD’de herhangi bir üçüncü partinin başarılı olamayacağında ısrar etmektedir. Bu fazlasıyla “bilimsel olgu” (buradan, sırasıyla, neoliberalizme dönüleri için ve örgütlü siyasetten kurtulmak için meşruluk devşiren) liberal solcular ile otonomcu/anarşistler arasında afili bir kendine güveni mümkün kılmıştır. Amerikan aşırı sağı, bu “olgu”yu altüst ermiştir. Lenin’in Ne Yapmalı?‘sının (1902) sanki “Eğer bir parti inşa edemiyorsanız, partiyi felce uğratın; onu saf dışı bırakın; ve onu ele geçirin” cümlesiyle başlayan 21. yüzyıldaki yoğunlaştırılmış bir versiyonunun işaret ettiği yönleri takip ediyor gibidirler. Amerikan aşırı sağcıları, bu cümlede geçen üç şeyi de eşzamanlı olarak yaptılar. Buradaki hayali, revize edilmiş Ne Yapmalı?‘mız şöyle devam edebilecektir: “Partinin yasal liderleri haline gelmeden önce, bütün kurumlarının sakat bırakıldığından emin olun.” Eğer (Cumhuriyetçi saflardaki popülist bir grup olan) Çay Partisi [Tea Party] Cumhuriyetçi yerleşik kuruluşu henüz felce uğratabilmiş olsaydı, Cumhuriyetçiler Trump’ın yükselişini durdurabileceklerdi.
Amerikan sağ popülizmi, demokratik koşullar altındaki Leninizm’dir. Yüzeydeki neredeyse bütün toplumdan ve siyasetten ayrı durmak zorunda olan Rus Bolşeviklerinin aksine, Amerikan sağcıları toplumu sahipleniyorlar. Revize ettiğimiz Ne Yapmalı? bu anlamda şunu söyleyebilecektir: “Toplumun bütün hücrelerinde örgütlenin. örgütlenmenin ve siyasetin hiçbir alanını, bu alanlar düşman kampına ait gibi görünse bile, küçümsemeyin.” Sağ, eğitimi, bilimi ve kültürü Sol’un tekeline bırakmamayı öğrendi. “Düşmanınızın örgütsel nüfuz alanını ve ideolojisini, mümkün olduğu kadar kendinize mal edin. Kendinize mal etmekte başarısız olduğunuz ne varsa parçalayın.” Bizzat “alternatif sağ” medya kuruluşunun kurucusu olan Andrew Breitbart’tan başlayarak, Frankfurt Okulu’nu doğru okumuştur; sağlık hizmetlerinin önemli bir mesele olarak görmüştür; ve Trump’ın ve Bannon’un yükselişiyle birlikte, iş ve altyapı vaatlerinde bulunmuştur.
Bugün Leninist Sağ, ne kadar zayıf olursa olsun, toplumsal haritadaki diğer potansiyel popülist güçlerin varlığını reddedemez. 21. yüzyılın Ne Yapmalı?‘sı, dolayısıyla şu cümleyle bitebilecektir: “Eğer düşmanın belirli siperleri bu taktiklerin herhangi birinin erişemeyeceği yerlerdeyse, o siperlerdeki kişileri toyca ve gayrimeşru eylemler gerçekleştirmek için kışkırtın.” Alternatif sağın 2017 yılı başlarında Berkeley’deki Kaliforniya Üniversitesi’ne ve yerleşik sol etkiye sahip diğer alanlara hücum etmesiyle, aşırı solun bir kısmı onlara kitle tabanları olmaksızın saldırırken, liberaller ise (“ifade özgürlüğü” adına) sağcıları savundular. “İfade özgürlüğü”ne yönelik liberal hezeyan, bir alternatif sağcının Charlottesville’de ırkçılık-karşıtı kalabalığa bir kamyonla dalmasının sonrasında biraz azaldıysa da, Washington Post hâlâ daha aşırı solcu şiddeti ve alternatif sağın özgürlüklerini vurgularken, alternatif sağcılar ise Eylül 2017’de Berkeley’e geri döndüler. Bir taşla pek çok kuş vurulmaktadır: Düşman bölünmüştür; düşmanın kafa karışıklığı, irade yoksunluğu ve zayıflığı teşhir edilmiştir; saygınlığı zedelenmiştir; ve aşırı sağın kendisi daha da canlanmıştır.
Bugün “devlet”in 20. yüzyılda yapılan herhangi bir tanımın kapsamından daha karmaşık olması nedeniyle, devleti “parçalamak”, en azından bugün için, 1917’dekinden daha az çarpıcı bir eylemi içermektedir. Mevcut kurumlar tamamen aciz hale getirildiğinde, Sağ’ın heybesinden neler çıkaracağını henüz bilmiyoruz fakat yakında öğrenecek olabiliriz. Steve Bannon, istifasının hemen ardından, düşmanlarına “savaş” ilan etti ve sözlerine, sinsi bir gülüşle (elektronik medyayı kast ederek) kendi “silahlarına” döneceğini de ekledi. Liberalizmin (güçten düşmekle birlikte) yerleşikleştiği bir toprakta gerçekleşecek bir popülist devrim, çetin bir mücadele olacaktır ve yenilgiler yaşamaya yazgılıdır. Gelgelelim gösteri hiçbir şekilde bitmiş değildir.
[GlobalDialogue’daki İngilizce orijinalinden Soner Torlak tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.