Şimdi sosyalistlerin önünde duran basit ve can alıcı soru budur: Sistemden kurtulmak isteyenlerin politik temsiline, öncülüğüne soyunacak mıyız?
Şimdi sosyalistlerin önünde duran basit ve can alıcı soru budur: Sistemden kurtulmak isteyenlerin politik temsiline, öncülüğüne soyunacak mıyız? Yoksa bunu sistemi kurtarmak isteyenlere bırakıp “uzun vadeli programlarımız için hazırlıklar”la mı uğraşacağız?
Bu yazı 5 Temmuz 2017’de Sendika.Org’da yayımlanan “Eksik bir şey mi var” başlıklı yazının devamı olarak okunabilir.
AKP-Erdoğan iktidarı -en son 1980’de revize edilen sistemi- 2002’den itibaren zamana yayılı olarak köklü bir revizyondan geçirdi. Öncekilerde olduğu gibi bu revizyon da egemen sınıf ittifakının (oligarşinin) ortak ve genel çıkarları için ortak mutabakat ile gerçekleşiyordu ki bir yerden sonra işin rengi değişmeye başladı.
Revizyonun ana unsurları kısaca şunlardı: İç savaş ordusu, dış savaşa göre yapılandırılacak ve buna uygun silahlandırılacak, iç ve dış tehdit unsurlarının tanımında değişime gidilecek; nispi refah ve kalkınmacılığa göre şekillenen ekonomi neoliberal yağmaya göre yapılandırılacak ve siyasal, sosyal, anayasal yapı buna uygun hale getirilecekti*.
AKP, buna aday olarak yapılandırıldı ve 2011 seçimlerine kadar bu mutabakat sürdü. “Milli Görüş gömleğini çıkardık”, “Ülkemi pazarlamakla mükellefim”, “Gerekirse papaz cübbesi giyerim”, “BOP eş başkanıyım”, “Askeri vesayete son veriyoruz”, “Ergenekon’un savcısıyım” demeçleri bu mutabakatın ifadeleri idi.
Sonuçta ekonomi yüksek karlılık arayan uluslararası sermaye için tam bir yağma ekonomisi haline gelirken; işçi ücretleri geriledi ve çalışma koşulları ağırlaştı. Halkın ortak kullanım alanları, ormanlar, dereler, kent meydanları-parklar ranta açıldı. Eğitim, sağlık gibi temel kamusal haklar piyasalaştırıldı. Tarım uluslararası gıda tekelleri lehine çökertildi. Ordu ve kontrgerilla emperyalist yeniden sömürgeleştirme savaşlarına uygun olarak yapılandırıldı. Bu programın selameti için diğer sağ aktörler Erdoğan lehine tasfiye edilerek sağın birliği önemli oranda AKP’de sağlandı. Bu sürece AB motivasyonuyla sol liberaller de itibari destek verdiler. Sosyal yapı yukardan aşağı siyaset eliyle dinselleştirildi, kadro ve mali olanaklarla güçlendirilen tarikatlar devlette ve toplumda etkili örgütlenmeler haline getirildiler. Bütün bunlar egemen sınıfların genel ve ortak çıkarları doğrultusunda mutabakatla yapıldı. Ortaya yeni bir sistem çıkartılmıştı (buna 2010 mutabakat sistemi** diyelim). Ortaya çıkan sistemin sürdürülebilmesi diktatoryal bir yönetme biçimine (siyasal rejime) ihtiyacı da beraberinde getirirken hevesli bir diktatör adayını da üretti. Egemen sınıf ittifakının itirazı ve açmazı da burada başlıyor. Diktatörlüğe evet, diktatöre hayır, ancak “Diktatörsüz bir diktatörlük neoliberalizmin krizinin derinleştiği bu dönemde ne kadar mümkün?” sorusu da ortada duruyor.
2011’den sonra aşama aşama bu mutabakat bozulmaya başladı. Yağma, rant, ihale paylaşımlarından başlayıp, Ortadoğu’da emperyalist olma hayalleri ile devam eden anlaşmazlıklar büyüdü. Anlaşmazlığı kabaca, Erdoğan’ın egemen sınıfların genel ve ortak çıkarlarına göre kurulan mutabakatın aleyhine işlemeye başlayan şahsileşmiş iktidarının sürekliliği için gündeme getirdiği başkanlık ile egemen sınıfların geniş ittifakının ‘2010 sistemini’ koruma isteği olarak tasnif edebiliriz.
Ortaya çıkan mutabakat sisteminin sonuçlarını toplumsal kesimler açısından özetlersek: güvencesizleştirilmiş emek piyasası; piyasalaştırılmış temel haklar; ranta ve yağmaya açılmış kamusal alanlar; artan erkek şiddetine maruz kalan, eşitlik doğrultusunda kazanılmış hakları geriletilen kadınlar; demokratik talepleri baskı altına alınan Kürtler; eşit yurttaşlık talepleri karşılanmayan, dışlanan Aleviler; yaşam tarzına müdahale edilen geniş kesimler; dinselleştirme-imam hatipleştirme operasyonları ile çökertilmiş bir eğitim; rafa kaldırılmış bir laiklik; ihraçlarla baskı altına alınmış, akademik özgürlüğü ve niteliği yok edilmiş, liseye dönüştürülmüş üniversiteler; susturulan bağımsız gazetecilik, iktidarın propaganda bültenlerine dönüştürülmüş basın; hileli seçim kurulları ve yöntemleri… Bu mutabakat sistemine muhalefetteki düzen partilerinin köklü bir itirazı bulunmamakta, sadece ne olduğu muğlak, göreceli ‘aşırılıklarına’ itiraz etmektedirler. Yani bu mutabakat sistemine sahip çıkmaktadırlar. Sol muhalefet partisi CHP yönetiminden örnek verirsek: emeğin güvencesizleştirilmesine, kamusal alanların yağmaya açılmasına köklü bir itirazları yok, iyileştirme lafzındalar. Kadınların şiddete uğramasına itiraz ederlerken iktidarın kadın erkek eşitliğine yönelik saldırıları karşısında kamuoyu tepkisini büyütecek gerçek bir direniş örgütlemiyorlar (müftülük nikahı). Kürtlere dönük artan baskılara ağız ucuyla değinmekle yetinmektedirler. Alevilerin eşit yurttaşlık taleplerini siyasete taşımaktan kaçınmaktadırlar. Eğitimin dinselleştirilmesi, imam hatipleştirme operasyonlarına verdikleri tepkiler de aynı sınırlılıkta kalmaktadır. Laikliğin adını ise oy kaybetme kaygısıyla anmamayı tercih etmektedirler; Suriye ve Ortadoğu politikaları ise AKP politikalarını daha başarılı uygulayacaklarını söylemekten başka anlama gelmeyen bir saçmalık içerisinde… Kısaca “hayır”cı sistem partileri halkın hoşnutsuzluklarını ancak oya dönüştürecek sınırlılıkta itirazlar etmekte, köklü alternatif çözümleri ortaya koymak, siyasallaştırmak ve kitleselleştirmekten kaçınmaktadırlar. Egemen sınıf ittifakının dışlanmış bileşenleri ile birlikte ‘Hayır’ demekteki asıl gerekçeleri Erdoğan’ın tehlikeye attığını düşündükleri mutabakat sistemini kurtarmaktır.
Oysa ‘hayır’ın büyük kitlesini, eşitlik ve özgürlük mücadelesine hiç ara vermeyen kadınlar; güvencesiz çalıştırmaya, iş cinayetlerine itirazı olan işçiler, kendisini yakan işsizler; yaşam alanlarının rantçılar tarafından yağmalanmasına direnenler; çocuklarının geleceği için kaygı duyan ve bilimsel, nitelikli eğitimi için mücadele eden veliler; barış, özgürlük, laiklik derdinde olan milyonlar, Aleviler, Kürtler, gençler, aydınlar, yurtseverler… Bu sistemden kurtulma derdinde olanlar oluşturuyor.
Toparlarsak, sistemi ele geçirenler, sistemi kurtarmak isteyenler ve sistemden kurtulmak isteyenler olarak üç ana siyasal kaygı olmasına karşın bunlardan ilk ikisi siyaset alanında temsil edilmekte iken en kitlesel olan üçüncüsü temsil edilmemektedir. (1)Mutabakatı bozup sistemi diktatörlük altında sürdürmek isteyen AKP-MHP ittifakı, (2)sistemi kurtarmak isteyenleri temsil eden CHP, İyi Parti, (şimdilik) Saadet Partisi. Ve (3)zaman zaman çeşitli direnişler sergileyen, siyasal temsilden yoksun oldukları için ikincilere umutsuzca bakınan, sistemden kurtulmak isteyenler.
Şimdi sosyalistlerin önünde duran basit ve can alıcı soru budur: Sistemden kurtulmak isteyenlerin politik temsiline, öncülüğüne soyunacak mıyız? Yoksa bunu sistemi kurtarmak isteyenlere bırakıp “uzun vadeli programlarımız için hazırlıklar”la mı uğraşacağız? Günün görevlerine göre mi pozisyon alacağız? Günün görevlerine uygun davranmamanın (ideolojik, teorik, politik, pratik) gerekçelerini mi öne çıkartacağız? Yoksa sistemden kurtulmak isteyenlere politik öncülük yapacak örgütleri nasıl kuracağımızı ve mücadele programını, acilen ele almak üzere yan yana mı geleceğiz? Sistemden kurtulmak isteyenlerin kaygılarını politik bir program haline dönüştürmek, söylemini, eylemini ve hareketini kurmak acil, geciktirilemez bir görev ve sorumluluk olarak önümüzde duruyor. Biz sosyalistler bunu yapmadığımızda, sistemin bundan sonra diktatörsüz mü, diktatörlü mü olarak sürdürüleceğinin giderek önemsiz hale gelmesi ve geniş yığınların ümitsizliğe kapılması işten bile değildir.***
“Memleket Biziz” çağrısı gecikmiş de olsa bu açıdan önemli bir çağrıdır. Üstelik yoluna, yöntemine, modeline birlikte karar verilecek bir yürüyüş kolu önerilmesi haklı kaygıları gidermek açısından olanaklar da sunmaktadır. Cesaretimizle umut yaratabiliriz ancak, bu yürüyüşe katılalım.
Dipnotlar:
*AKP’nin selefleri (ANAP, DYP, MHP, DSP, SHP-CHP, RP) bu radikal dönüşümleri çoğu zaman yapmakta zorlanmışlar kimi zaman da direnmişlerdi. Birinci Körfez Savaşı’na dahil olmayı “bir koyup üç alma” iddiasıyla Özal arzulamıştı ancak Genelkurmay direnince bunu yapamamıştı. 2003’te ise AKP hükümette olduğu halde (1 Mart 2003) Irak’a Savaş Tezkeresi TBMM’den geçirilememişti. Diğer yandan özelleştirmeler, eğitim ve sağlık gibi temel kamusal hakların piyasalaştırılması işçilerin ve halkın tepkileri karşısında ağır ilerliyordu.
** 12 Eylül 2010 Anayasa Değişikliği Referandumu mutabakatın doruk noktasıydı.
*** AKP’nin son seçim düzenlemeleri bu umutsuzluğu arttırmaya başladı bile
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.