Çin tutkusu, basit bir akıl tutulması değil. Türkiye önümüzdeki yıllarda ya insafsızca bir yağmaya ya da katmerlenmiş, yırtıcı bir sömürüye tutulacak
Çin tutkusu, basit bir akıl tutulması değil. Türkiye önümüzdeki yıllarda ya insafsızca bir yağmaya ya da katmerlenmiş, yırtıcı bir sömürüye tutulacak
Artık sır değil, neoliberalizm sürdürülebilir olmaktan çıktı. ABD başkanı Trump’ın son çelik-aliminyum vergisi, eğer bir iki yıl sonra iptal edilmezse, dünyayı geri dönülmez bir sarmala sürükleyeceğe benziyor. 1920’lerde de irili ufaklı devletler, birbirinin ardı sıra korumacılık duvarlarını yükseltmeye başlamıştı. Amerika’nın 1929 krizinden hemen önce başlattığı bir hamle ve onu takip eden ticaret savaşlarının da etkisiyle, klasik liberal dönemin sonuna ve 2. Dünya Savaşı’na yelken açmıştı dünya. Benzer bir dönemeçten geçtiğimize şüphe yok.
Ak Parti rejimi, birkaç yıldır kendini bu değişen dengelere uyarlamaya çalışıyor. Henüz somut bir gerçekliğe tercüme edilmemiş anti-kapitalist söylem; “kendi arabamızı, hatta uçağımızı üreteceğiz” hülyaları; ve darbe girişiminden sonra girişilen tasfiyeler, piyasaların borusunun Türkiye’de eskisi kadar ötmediğinin kaba işaretleri. Geçenlerde şahit olduğumuz “Moody’s’in piyasa notu da neymiş” tavrı, son on beş senedir arada bir gördüğümüz efelenmelerin bir tekrarı kadar, bu yeni arayışların da göstergesi.
Neoliberal dönemin sona ermesi, illa da egemenlerin (Keynesyen-kalkınmacı dönemde olduğu gibi) halka karşı daha şefkatli olacağı anlamına gelmiyor. Tam tersine. Model eğer Doğu Asya kapitalizmi olacaksa, daha vahşi bir sömürü düzeninin eşiğinde olabiliriz. 1930’lardan 1970’lerin sonuna kadar uzanan kalkınmacı dönem, emekçilere verilen ya da verileceği söylenen tavizlerden (yüksek ücretler, refah harcamaları, sınırlı da olsa sendikalaşma hakkı, vs.) bağımsız düşünülemez. Neoliberalizm (kabaca 1970’lerden başlayarak) bu tavizleri büyük oranda ortadan kaldırdı. Şu anda neoliberalizmden çıkışın tek yolu olarak gözüken Asya kapitalizmi ise, çok sert bir disiplini, katlanarak artacak bir emek sömürüsünü gerektiriyor.
İktidar çevrelerinin birkaç yıldır bu ihtimalle yatıp kalktığı, “Çin modeli”nin sık sık dile getirilmesinden belli. Bu konuyu en son ele alan (zaten bir süredir neoliberalizmin sonu ve Çin hakkında yazan) Cumhurbaşkanlığı Ekonomi Başdanışmanı Cemil Ertem oldu. Neoliberalizmin artık tükendiğini, Türkiye’nin de başka ülkelerin de bu yolda devam edemeyeceğini tespit eden Ertem, neoliberalizm öncesi (kapalı) ekonomilere de geri dönülemeyeceğini ekledi. Ve tek çıkış yolunun, Çin modelinden geçtiği sonucuna vardı.[2]
Peki ama, nedir bu Çin mucizesi? Türkiye bunun ne kadarını uygulayabilir? Ve egemenler ve halk için bunun sonuçları ne olur?
Çin, 1978’den sonra büyük bir neoliberal atılım yaptı. Özelleştirmeler, ücret tırpanlamalar, eğitim ve sağlığın paralı hale getirilmesi, bu döneme damgasını vurdu. Ancak, kendini neoliberalizme kaptıran ülkelerin çoğunun aksine, Çin’de devlet hala ipleri elinde tutuyordu. Neoliberalizmin yaratmakta olduğu büyük yıkım aşikar hale geldikçe, parti-devlet direksiyonu kırmakta gecikmedi. Fakat hedef sosyalizmi canlandırmak değil, kapitalistleşmeyi sürdürülebilir kılmaktı. Bu yüzden, zaten sermayesi ve uzmanları bir süredir ithal edilmekte olan Doğu Asya kapitalizmi, 1990’larda (giderek artan bir yoğunlukta) neoliberalizmden daha fazla uygulanmaya başladı.
Demek ki, Çin’e gelmeden Doğu Asya kapitalizmini anlamamız gerekiyor. “Asya Kaplanları” tabir edilen ekonomiler (Güney Kore, Tayvan, Singapur, Hong Kong, ve hepsine baştan itibaren önderlik eden Japonya), 1950’lerden itibaren devlet güdümlü ihracatı merkeze koymuşlardı. Bu güdüm, bürokratların 1) bir avuç sermayedar tarafından esir alınmaması; 2) özellikle de teknolojik yatırımlarda bütün egemenlerin uzun vadeli çıkarlarını koruyacak şekilde hareket etmesi üzerine kuruluydu. Üçüncü Dünya’nın çoğu ithal ikameci kalkınma modelini izlerken, bu “ayrıksı” bir yoldu.
1980’lerde (dünyanın geri kalanında olduğu gibi) devletin ekonomideki rolünü azaltmış olsalar bile, 1990’larda “kaplan” devletler tekrar özerk hale gelmeye başlamıştı. Neoliberalizm, Doğu Asya dışında yarattığı “uşak” bürokrasiyi, “kaplan” devletler katında tam yaratamadı. Bütün bu salınımlarda değişmez, sallanmaz bir faktör vardı: işçiler üzerinde aşırı kontrol. Kısmen işçilerin kırsal kökeninden, kısmen de koyu sağcı-milliyetçi bir ideolojiden beslenen bu rejimler, ücretleri düşük ve fabrika disiplinini ise gayet sıkı tutabiliyordu.[3] Çin, neoliberalizm batağından hızla çıkıp, bu devlet güdümlü, “milli” kapitalistleşme yoluna girdi 1990’larla birlikte.
Durun bir dakika. Yanlış anlamayın. Çin basitçe “Asya Kaplanları”nı taklit etmedi bu noktadan sonra. Komünist-Maoist[4] gelenek, Doğu Asya modelinde iki revizyona sebep oldu. Birincisi, Kaplanlar’ın zaten şiddetle bastırdığı emeğin; Çin’de sadece bastırılmayıp, bir de (sıkı, disipliner bir parti-devlet kontrolü altında) seferber edilmesiydi. Başka bir deyişle, partinin on yıllardır biriktirdiği baskı-mobilizasyon deneyimi, artık kapitalist fabrikaların kârını arttırmak için kullanılıyordu.
İkinci revizyon, özellikle 2006’dan sonra devreye girecekti. Parti içi gelişmeler, bir tür paternalizmle sonuçlandı. Ücretler düşük, fabrika içi disiplin sıkı tutulacaktı hala, ama 2006 yılıyla birlikte (1980’lerde tedavülden kaldırılan) eğitim ve sağlık yardımları,[5] Çin emekçisinin hayatına geri döndü. 2008’den sonra ise, sonuçları henüz tartışılmakta olan bir dizi emek yanlısı yasa (tökezleyerek) yürürlüğe konuldu.
Tüm bu reformların sonucu olarak Çin, dünyada hiçbir devletin yakınından bile geçemediği (25 senelik) bir kesintisiz büyüme trendi yakaladı. Yalnız kimse hemen büyük heveslere kapılmasın. Bizim rejimin bazı unsurları Çin’e özenmeye başlamadan birkaç yıl önce (2006-2007 civarında), bizzat Çin parti-devletinin en üst kademe yetkilileri, kendi modellerinin ilelebet sürdürülemeyeceğini (kamunun gözü önünde) konuşmaya başlamışlardı. Zira Doğu Asya kapitalizmi, Amerika (ve diğer Batı ülkelerinin) borçla şişirilmiş aşırı tüketim kapasitesine dayanıyor. Kendi düşük ücretli emekçilerine satamadıkları malları, Batılılara satmak zorundalar. Onlarca yıldır sorunsuz işliyormuş gibi görünen bu denge, tam da Batı neoliberalizminin krizinden dolayı büyük tehlikede artık. Doğu Asya’nın aşırı üretimine doymuş Batı (tüketici) piyasalarına, Türk tipi Asya kapitalizminin ne vadedebileceği ise merak konusu.
Şimdi gelelim Türkiye’ye. Bu model bazı iktidar çevreleri için niye cazip? Ve bu işin oluru hakikaten var mı?
Türkiye’nin elindeki en büyük koz, ekonominin direksiyonunun (yer yer) “kitle seferberliği”ne başvuran bir partinin elinde olması. Bu, Çin’e benzeyen bazı dinamiklerin yaratılmasını kolaylaştırabilir. Partinin bu gücünü, darbe girişiminin engellenmesinde gördük. Parti, benzer yöntemleri, devlet kapitalizminin kurulmasında da devreye sokabilir. (Şimdiye kadar sokmaması yeterince manidar, geçerken belirtelim.)
Buna paralel bir özgüllük de, özellikle son birkaç yıldır, devletin (kısmen emperyal hayallerle) kendini piyasaların ve iş çevrelerinin (her zaman karşısında olmasa bile) “üstünde” görme eğilimi.
Ancak, Çin’dekinin aksine, bu iki dinamiğin de yağmacı eğilimleri güçlendirmesi başka bir ihtimal. Zira son senelerde, partinin partilikten çıkıp, tek adam ve ailesinin etrafında öbeklenmiş (“patrimonyal”) halkalanmaların bir üst-çatısına dönüşme eğilimi var. Bu yapıya, (yukarıda kullandığım anlamda) “özerk” demek yanlış olur.
Böyle bir parti-devlet, kapitalist dinamizme değil, bir avuç yeni zenginin hazineyi ve diğer zenginlikleri talan etmesine yol açabilir. Bu, (bazı) kapitalistler için harika, kapitalizm içinse korkunç bir yol olacaktır. Kapitalizmi kapitalistlerden ancak devlet (ve onun ideologları) kurtarabilir.
Velhasıl, hâlihazırdaki dinamikler, tutarlı bir devlet kapitalizminden çok, (çökmekte olan bir neoliberal düzende) birkaç ailenin yağmasına çok daha müsait. Aslında tam da bu yüzden, iktidarın sağlam can simitlerine ihtiyacı var. Ertem ve benzerleri, bu simitleri inşa etmeye çalışıyor sanki. Yine de, bu tip ekonomistlerin tavsiyelerinin ne kadar genel bir projenin yapı taşları, ne kadar kendini ve çevresindekileri zenginleştirmek için basit manevralar olduğunu kestirmek (şimdilik) oldukça zor.
Trump’ın çelik vergisi (ve buna binaen atacağı adımlar) dünya piyasalarında büyük panikler doğurur, küresel ekonomi 1929’daki krizin (ve de 1930’larda liberalizmin hızla çözülüşünün) bir benzerini yaşarsa, iktidar ikisinden birini seçmek zorunda kalacak: Ya devlet kapitalizmi, ya toptan tükenişe kadar yağma.
Bu iki yol bir süre birbirini besleyerek yürüyebilecek olsa bile, uzun soluklu bir devlet kapitalizmi, yağmacı eğilimleri mutlak olarak gemlemeyi gerektirecektir.
Yani Çin tutkusu, basit bir akıl tutulması değil. Türkiye önümüzdeki yıllarda ya insafsızca bir yağmaya ya da katmerlenmiş, yırtıcı bir sömürüye tutulacak.
Bir dahaki yazıda, muhalefetin neler yapabileceğini tartışmak istiyorum. Neoliberal dönemde çaresizleri oynayan toplumsal muhalefet, “Çin Tutulması” durumunda aynı kadere mahkûm olmamalı.
Dipnotlar:
[1] Yoldaşım Aynur Sadet’in katkıları, yorumları, ve yol göstermesi olmasa, bu yazıyı kaleme almaya girişemezdim bile. Fikirlerinden dolayı Sinan Birdal’a da teşekkür ederim.
[2] “Güncel-somut örneklerle yeni devlet ve ekonomi perspektifi…” Milliyet, 6 Mart 2018.
[3] Güney Kore bu noktada sürüden ayrılıyor: emekçiler bu devleti, 1980ler’den itibaren, ciddi bir şekilde sarstılar.
[4] Elbette Mao’yu vurgulamam, biraz nüktedanlıktan, zira Çin’in 1978’den sonra girdiği yol, Maoizm’den bilinçli bir kaçışın eseriydi. Ancak, Maoizm (ve ÇKP’nin diğer özgüllükleri) olmasaydı, aşağıda bahsettiğim “Çin tipi” Doğu Asya kapitalizmi asla gün ışığını göremezdi. Bu özgüllükleri başka bir yazıda açmayı ümit ediyorum.
[5] Bunlardan bazıları size de tanıdık gelmiş olabilir. Ak Parti’nin neoliberal-popülist uygulamalarının bir kopyası mı Çin’in yaptıkları? Ancak başka bir yerde de belirtmiş olduğum gibi, neoliberal popülizm çok uzun soluklu bir çözüm olamaz (bkz. “Neoliberal populism as a contradictory articulation.” European Journal of Sociology 57/3: 466-470.). Çin’de uygulanan, bu tuhaf ve geçici bileşim (“neoliberal popülizm”) değil.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.