OC [biber gazı] bir işkence aracıdır. Polisin ellerinde ise tek işlevi, karşıdakini itaat ettirmek ve baş eğdirmek amacıyla acıya sebep olmaktır
İşte buradayız; Nuremberg Anlaşmalarının ihlal edildiği, toplumu kontrol etmek için işkencenin kullanıldığı, bir konseyin zorla iknaya maruz kaldığı, hükümetteki otokrasinin, askerileşmenin, polisin kim olduğumuza ve ne yaptığımıza karar verdiği, kendi ırkçılığını reddeden polis güçlerinin olduğu bir durumun tam ortasındayız. Vay canına, neyse ki bu faşist bir toplum değil
Biber gazı. (Oleoresin capsicum ya da OC). 90’larda Redwood Summer* zamanı insanlar, balta girmemiş Kaliforniya çamlarının kesilmesini önlemek için kuzeye gittiler. Bir grup genç, hepsini birden kıramasınlar diye kendilerini ellerindeki borularla birlikte kereste sanayii bürosunun önüne zincirledi. Protestocuların oracıkta savunmasız oturduğunu gören polisler, hayal edilemeyecek bir acıya yol açan ve iki tanesinin de görme duyusunu mahveden biber gazını onların gözlerine sıvadı.
Bu, Kaliforniya Davis Üniversitesi’nde polisin oturan eylemcilere gazlanmasından tam 20 yıl önceydi. OC [biber gazı] bir işkence aracıdır. Polisin ellerinde ise tek işlevi, karşıdakini itaat ettirmek ve baş eğdirmek amacıyla acıya sebep olmaktır. Bir işkence aracını bir sadistin ellerine verirseniz, o da bunu birine işkence etmek için kullanır.
Berkeley Kent Konseyi’nin Berkeley polisine OC taşıma yetkisi vermesi de 90’lı yıllarda oldu. 2017 yılında, Kent Konseyi, bu yetkiyi kalabalık durumlarda kullanılmak üzere genişletti. Bu süreç, beyaz ırkın üstünlüğünü savunanların ve neo-nazilerin geçen yaz örgütlerine üye toplamak için Berkeley’e geldiği zamanlardaki olaylarla hızlandı. Karşı-eylemciler şehirlerini savunmak için örgütlendiler; çünkü insanlar bu istilacı örgütlerin şiddeti sevdiğini ve sahiplendikleri geleneklerde (soykırımlar, Ku Klux Klan baskınları ve linçleri, İkinci Dünya Savaşı vb.) bunu pratiğe döktüklerini unutmuş değillerdi. Karşılıklı meydan okumaların yanı sıra birkaç kavga da oldu ve medya, şiddetten ziyade tartışma ve kavgalara odaklandı. Körfez Bölgesi insanları, istilacıları bitap düşürdü ve onlar da gelmeyi bıraktı.
Bu paradokslar yılının bitişini ilan etmek için, 19 Aralık’ta Kent Konseyi, faşizme, beyaz ırk üstünlüğüne ve anti-semitizme karşı çıkan kararı onayladı. Aynı oturumda konsey, OC’nin kalabalık yerlerde kullanımı üzerine olan politikasını yeniden onaylayacaktı. Birçok kişi, polisin askerileşme unsuru olması, gelişigüzel kullanılması ve bir işkence aracı olması gerekçeleriyle iznin etik dışı olduğunu öne sürerek OC’nin kullanımı aleyhinde konuştu. Buna rağmen belediye başkanı, polis departmanının OC kullanımında Berkeley’in “iyi hazırlanmış bir politika”sı olduğuna dair dünyaya güvence vererek şöyle dedi: “Anayasal standartları karşılamak için fazlasıyla dikkat göstererek bir politika hazırladık ve özellikle şiddetle haşır neşir olanları hedef aldık.”
Sezgileri kuvvetli bir genç adam, polisin biber gazı varsa, o halde insanların da eylemlere biber gazı getirerek polisle şartlarını eşitleyebileceğine dikkat çekti. Bu, polisin bir rol model haline dönüşmesiydi. Her nasılsa insanların kendilerini polis şiddetine karşı koruması fikri konseyin aklına gelmedi.
Ancak belediye başkanı, biber gazının sadece “uygun bir biçimde” kullanılacağına dair bizlere güvence verdi. Sanırım polise yasaların ırk ve etnik köken bazında uygulanmasının durdurulması konusunda onlara nasıl güvenebilirsek bunu yapması için de öyle güvenebiliriz (şaka yapıyorum). Sert bir ifadeyle alaya alan belediye başkanı sözlerine devam etti: “Topluluğumuzdaki herhangi birine karşı şiddet uygulayan herkese karşıyız. Ya da polisimize. Bu kabul edilebilir değil. Buna müsamaha gösterilemez.”. Ancak şiddet bizzat polisten geliyorsa müsamaha gösterilir. Polisler tam da bu yüzden silahları istiyorlar.
**
Belediye başkanı, “uygun bir biçimde” derken sadece bireyler üzerinde (bir sprey söz konusu olduğunda buna kimse inanmaz) ve sadece şiddet kullanan insanlara karşı kullanılacak demek istiyor. Fakat şiddeti tanımlayacak olan kim? İstilacı neo-nazilerle birlikte tartışmalarına dahil olan insanlar mı; yoksa tüm şiddet geçmişlerine ters düşen barışa itirazlarıyla çıkagelen neo-nazi ve beyaz ırkın üstünlüğünü savunanların ta kendisi mi? Hayır. Şiddetin tanımını ve böylece biber gazının ne zaman kullanılacağını belirleyen, polisler olacak. Kent Konseyi “kontrolsüzlük”ün üzerini “uygun bir biçimde” ile örterken polisler kontrolsüz kullanım yetkisine sahip olacak. Ne büyük iş!
Bir polis, başka bir kişiyi hangi temellere dayanarak şiddet yanlısı diye belirleyecek ve böylelikle ona biber gazı sıkabilecek? Bu müdahale, polisin dur ihtarına rağmen yürüdüğünde mi olacak? Yoksa biri, kendini neo-nazilere karşı savunduğunda mı? (Örneğin) birisi, siyah Berkeleylileri aşağılayıp taciz etmek için kullanılan konfederasyon bayrağını alaşağı etmeye çalıştığında mı olacak? Yoksa polis birine hareket etmesini söylediğinde ama onlar kıpırdamadığında mı? Polisin bunu (kıpırdamadan durmayı) pek çok kez şiddet olarak yorumlamışlığı var. Polislerin böylesi durumlarda kendilerini “tehdit altında” hissedip insanları öldürmüşlüğü de var.
Şiddetin ne olduğunu polislerin tanımlayacağı gerçeği, konsey tarafından dillendirilmedi. Ya da belki de “sorumluluğu üzerinden atmak” daha uygun bir kelime. Bu “dikkatli ve ustalıkla yapılmış” bir sorumluluğu üzerinden atma mı?
Biber gazı bir işkence aracıysa, uluslararası hukuka göre yasadışı demektir, ABD’nin de imzacısı olduğu BM anlaşmasınca (1994) yasaklanmıştır ve böylelikle Anayasal olarak “ülkenin kanunu” (Madde 6) olarak da kabul edilmiştir. Berkeley Şehir Konseyi Anayasayı uygulayacağına dair yemin etmiştir. Konseyin bütünü, yeminini ihlal etmektedir.
Polise insanlar üzerinde OC kullanma yetkisi vermek, devlet onaylı işkenceye yetki vermektir. Dört polis, jop darbelerinden kaçınmak için çömelen Rodney King’i dövdüğünde, onu devlet onaylı işkenceye maruz bırakmışlardı. Videoya alınmamış sayısız olay için de bu böyle. Ne joplar, ne de şok tabancaları işkence aracı kategorisinden muaf değil. Devlet onaylı işkence, 1945’te faşizme karşı verilen korkunç savaşın bitiminde yapılan Nuremberg Anlaşması’nı ihlal ediyor. Bu Anlaşmalar, toplumu kontrol etmek için işkence kullanan rejimlere odaklı yapılmışlardır. Toplumu kontrol etmek için işkenceyi kullanmak, hukuki yaptırım değil; askerileşmedir.
Çelişkili bir biçimde, Kent Konseyi polise işkence aracı vermeyi onayladığı esnada, faşizme karşı bir yasayı da geçirmiş oldu. Barış ve Adalet Komisyonu’nca sunulan yasa tasarısıyla Berkeley, “faşizme, beyaz ırkın üstünlüğünü savunanlara, anti-semitizme ve herhangi bir birey ya da kurumun faşizmi övmesine ve/veya şiddet içeren eylemlerde bulunmasına” karşı çıkmış oldu. Fakat belediye başkanı düzenbazlık yaptı ve birkaç tane yancümleciğin bütününü yasa tasarısından çıkardı. Yukarıdaki cümlenin ona ait versiyonunda, Berkeley “faşizme, beyaz ırkın üstünlüğünü savunanlara, anti semitizme ve herhangi bir birey ya da kurumun şiddet eyleminde bulunmasına” karşı çıkıyor.
Bu değişiklikle, açıklamada faşizm ve beyaz ırkın üstünlüğünü savunanlar dillendirilirken, onların Berkeley’e gelme amacı olan üye toplama ve örgüt kurma eylemlerine ve komisyonun açıklamasına ilham veren meseleye karşı çıkılmamıştır. “Teşvik” kısmı kaldırılarak cümlenin vurgusu işgalci ırkçılara ve neo-nazilere karşı çıkmaktan, şiddete soyut olarak karşı çıkmaya kaymıştır.
Burada şiddetle kast edilen nedir? Anti-semitizm mi? Hayır, çünkü şiddet “bireyler” tarafından eyleme dökülürken, anti-semitizm sadece toplumsal bir kavram. Peki beyaz ırkın üstünlüğünü savunmak mı? Aynı sebeplerden dolayı o da değil. Soyut bir şiddet kavramı hiçbir anlama gelmiyor. Trump’ın şiddeti “en sert biçimde” kınar gibi yaparken, Charlottesville’de insanlara zarar veren ve öldüren vahşi örgütleri isimlendirmedeki başarısızlığına dair Sptephen Colbert’in parodisi ile başbaşayız: “En sert bir biçimde kınıyorum … ım… kim olduğunu bilirsiniz… ım… biliyorsunuz işte yaptıklarını.”
Şunu kaydetmek gerekir ki Belediye Başkanı bu değişikliği, konseyin geri kalanının katılımı olmaksızın kendi başına yaptı. Yine de değişiklikten “biz, konsey olarak” yaptık, diye bahsetti. Gündem düzenleme kurulu nezdinde karar aldı ve bunu tek taraflı olarak değiştirdi. Bunu konsey toplantısından hemen sonra yaptığını da kabul etti. Yine de konsey üyelerinin hiçbiri, “bir dakika, bu gündem düzenleme kurulunun karar verdiği şey değildi. Bizden görüş alınmadı. Bundan böyle bizim adımıza mı konuşacaksınız” deme cesareti gösteremedi. Birkaç düzeltme önerilmiş olsa da, Belediye Başkanı’nın değişiklikleri, açıklamanın ideolojik konumunda ciddi bir kaymayı yansıttı. Belediye Başkanı ise konseyde (ve PJC’de) bunu pat diye söylemiş oldu. PJC temsilcisi, şok olmuştu. Konsey de karşısında onların katılımı olmaksızın adlarına konuşan bir belediye başkanı bulacaktı.
Başkaları adına konuşmak, düşünce kontrolünün bir biçimidir. Karar verme süreci üzerinde otokratik baskı oluşturur. “Şiddet” kavramını soyut bir biçimde bırakmak ise, kesinlikle polise bunu istedikleri şekilde tanımlama ve kimin vurulacağının isteğe göre seçme gücü verir. “Im… kim olduğunu bilirsiniz… ım… biliyorsunuz işte yaptıklarını.”
Fakat polisin biber gazını bir silah olarak istemesinin asıl sebebi başka bir yerde yatıyor. Şerif Greenwood’a göre, “Sebep, bizim daha az ölümcül olan silahlarımızı daha az etkili hale getiren kalkan taşıyan genişçe bir grup ahalinin yeni ortaya çıkan taktiği”. İşkence yapmak için mi? Daha az ölümcül olan silahlar, jop ve gözyaşartıcı gaz. Greewood, sadece bu ikisine bağımlı kalmak istemiyor. Polisin “kişi üzerinde doğrudan güç kullanmasına izin veren bir araca” sahip olmasını istiyor. Belediye başkanı bunu açıklığa kavuşturuyor. “Polisin kendisini güvende tutması için gerekli olan araçlara sahip olduğundan ve toplumumuzu güvende tuttuğundan emin olmamız gerekiyordu. Alternatif olarak ya yayılan gözyaşartıcı gaz kullanılacak ve kalabalığın tümünü etkileyecek, … ya da daha ağır bir şiddet uygulanacak.”
Bir başka deyişle, Belediye Başkanı ve Şerif, namertçe polisin bu silaha (“araç” adı altında ) sahip olmaması halinde başka silahların kullanılacağı konusunda hemfikirler. Silahlanma öncelikliyse, bu polisin insanlarla sadece belli bir mesafeden muhatap olacağına işaret ediyor. Elleri kirlensin istemiyorlar. Kendi şiddet bakış açılarını sterilize için acıyı dayatıyorlar.
Bu hukuki yaptırım değil, güç hukuku, savaşın gücü. Belediye Başkanı ve Şerif için, tutuklanacak insanın önce acıya maruz kalması lazım. Önce işkence edilmeli ve suçundan dolayı gözaltına alınmadan önce gözaltına alındığı için cezalandırılmalı. Gitmiş olmak, o kişinin üzerine yürümek ve gözaltına almak için bir düşünce, tıpkı eski günlerde olduğu gibi. Bunun yerine ise silahlar görevin kuralı haline geliyor. Biz insanlar, düşman haline getiriliyoruz ve polisin kim olduğumuz ve ne yaptığımızı tanımlamasına maruz kalıyoruz. Fişlemenin başka bir biçimi.
Irkçı fişlemenin ise hukuki yaptırımla ilgisi yok. Hukuki yaptırımda, bir suç işlendiğinde polis, suçu işlemekle itham ettiği bir suçlu arar. Irkçı fişlemede polis, şüphe üzerine hareket eder, şüphelinin işlemiş olacağı suçu sonrasında arar.
Şimdilerde pek çok kişi, polisin insanların güvenini kazandığına dair konuşuyor. Bu kolay. Sadece savaşınızı sona erdirin. Silahları bir kenara koyun. Askeri ideolojiyi bırakın. Fakat aynı zamanda insanları öldüren, sakatlayan, yaralayan ya da işkence eden o polisler hakkında kovuşturma açın. Barışın kurumu olun.
Eh, yani. Söylemesi kolay. Bir ordu ne zaman silahsızlar karşısında silahsızlandırılmış. Silahsızlar?? Fakat Şerif kalkanlardan bahsediyordu, polisin onlar karşısında korunmaya ihtiyacı olduğunu söylüyordu. Bana biraz müsade edin.
Kalkanlar savunma donanımlarıdır. Eylemcilerin neden kalkan taşıdığını unutmamamız gerekir. Jop darbelerinden ve plastik mermilerden korunmaya alıştılar, bunlar polisin eylemciler karşısındaki (1960’lara kadar uzanan) eski şiddetinin izleri. Şu anda birçok eylemcinin kask takması da aynı nedenden ötürü. Yine de Şerif diyor ki; polisin kalkan ve kasklar karşısında kendisini korumak için silaha ihtiyacı var. Ona göre kalkanlar polis karşısında hücum ve saldırı için; bu durum da OC de koruma amaçlı oluyor.
İnsanlarla aynı dili konuşmuyor. Muhtemelen Orwell okumanın da kendisine bir yardımı dokunmayacak. Saldırı ve savunmayı bir kez tersine çevirdiniz mi, insanlar arasındaki tartışmanın mantıklı gelmesine imkan yok. Kötü muamele edenlere karşı kendisini savunduğu için hüküm giyen binlerce tutuklu kadına sorun. Geriye kalan, polisin savunma ve saldırıyı karıştırarak bizlere getirdiği savaş. Konsey de kendini buna kaptırıyor.
İnsanlar, işgalci neo-nazi ve beyaz ırkın üstünlüğünü savunanların Yıldırım Harekâtı ve yanan haçı simgeleri ve geleneği kabul edip, 2017 yılına kadar durmaksızın öldüren şiddet ve cinayetlerle dolu bir geçmişi olduğunu biliyor.
Kalkanlar polisin geçmişteki şiddetinin bir göstergesidir. Faşist semboller ise Belediye Başkanı’nın boş genellemelerin arkasına sakladığı geçmişteki şiddetin izidir. Polise güvenmeyi öğrenmekten ziyade konseye güvenmemeyi öğrenmemiz lazım.
İşte buradayız; Nuremberg Anlaşmalarının ihlal edildiği, toplumu kontrol etmek için işkencenin kullanıldığı, bir konseyin zorla iknaya maruz kaldığı, hükümetteki otokrasinin, askerileşmenin, polisin kim olduğumuza ve ne yaptığımıza karar verdiği, kendi ırkçılığını reddeden polis güçlerinin olduğu bir durumun tam ortasındayız. Vay canına, neyse ki bu faşist bir toplum değil.
* Redwood Yazı 1990’da çevreci aktivistlerin, balta girmeniş kızıl çam ormanını kuzey Kaliforniya’nın kereste şirketlerinden korumayı amaçlayan bir hareket.
[Counterpunch’taki İngilizce orijinalinden Deniz Özge Gürsu tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.