Yoksa, bir “iç savaş” ya da alışageldiğimiz bütün toplumsal ve siyasal olguları ve dengeleri çözüp-dağıtacak bir kaos ortamına doğru mu sürükleniyoru
Yoksa, bir “iç savaş” ya da alışageldiğimiz bütün toplumsal ve siyasal olguları ve dengeleri çözüp-dağıtacak bir kaos ortamına doğru mu sürükleniyoruz?
1- Erdoğan’ın Kaderi
Çözülerek aşılamadıkça ülkeyi sımsıkı sarıp sarmalayan farklı kriz dinamikleri, yayılma alanlarını, güçlerini, hızlarını arttırıyor ve sarsarak zorladıkları toplumsal ve siyasal alanları çözülüp-dağılmaya zorluyorlar.
Özellikle vurgulayalım; süreklileştikleri için neredeyse alışıp-normalleştirdiğimiz krizlerin sürekli güç kazanarak ve üstelik yenilerini üreterek süren varlığı, hiç de “normal” sonuçlar üretmiyor. Onlar, ayrı ayrı ya da ortaklaşarak, toplumsal yaşamın devamlılığını riske sokacak denli gerginlikler yaratıyor, herkesin bir biçimde hissettiği yıkıcı toplumsal ve siyasal sonuçlar üretiyor.
Varlığı ve sonuçlarıyla birbirlerini doğurup-destekleyen söz konusu krizler, ortaklaşarak oluşturdukları kaotik bir ortam içinde var oluyorlar. Ve, tersinden işleyen bir süreç içinde, kaotik bir ortam içinde gerçekleşiyor olmaları, krizlerin kalıcılık ve yıkıcılık kapasitesini güçlendiriyor.
Kaotik ortamın her an ürettiği bin bir risk, çok sayıda karmaşık dolayım kanallarından akarak toplumsal ve siyasal alanın tümünde sürekli geziniyor. Bazen her nasılsa oluşabilen istikrar alanları-zamanları, aniden ortaya çıkan ve hızla gelip çarpan riskler tarafından yeniden istikrarsız hale bürünüveriyor. Çıkış arayışları sonuç yaratamıyor, nispi gevşeme-durgunlaşma momentleri hızla yeniden istikrarsızlık-gerilim momentine dönüşüveriyor.
“Normallik”, “Düzen” ya da “İstikrar” ve elbette “Huzur”, kimi zaman ortaya çıksa da çok geçmeden aslında sadece serap görüldüğü anlaşılıyor. Hatta, umutları tükenen kimi yurttaşların ülke dışına çıktığı veya bavullarını hazırladıkları görülüyor.
Evet, içinde yaşayanları sürekli sarsıp zorlayan kaotik ortam, iktidarın bütün “Güç bende!” gösterilerine rağmen, sürüyor. Üstelik, kaotik ortamın yol açtığı “zayıflık”, hemen yanı başımızdaki bölgesel kaos alanından saçılarak Anadolu’ya sıçrayan kıvılcımların etki gücünü arttırıyor. Herkesin en büyük korkusu o kıvılcımlardan birisinin hızla büyüyerek ülkeyi kaplayıvermesi!
Yoksa, bir “iç savaş” ya da alışageldiğimiz bütün toplumsal ve siyasal olguları ve dengeleri çözüp-dağıtacak bir kaos ortamına doğru mu sürükleniyoruz?
Gerçekten de, kaotik ortamların şayet bir çıkışla aşılamazlarsa normalleştirilerek sürdürülebilmeleri olağanüstü zor ve tersine, yaşanabilecek sürpriz gelişmelerle kontrolden çıkıverme kapasiteleri oldukça güçlü.
İktidar ise, içinde çırpındığı ve kendisini çözmek için baskı yapan gerilimleri aşabilmek için, zaten böylesi bir ortamın esas sebebi olan politikalarına daha da güçlü biçimde sarılıyor. Artan toplumsal tepkiler, sürekli artan devlet şiddeti ile bastırılıyor. Ufukta gözüken “iç savaş” olasılığının da göze alındığı anlaşılıyor. Bazı “sivil güçlerin” silahlandırılarak örgütlendiği bizzat iktidar yanlısı basın tarafından açıklanıyor. “Mademki kaotik ortamdan sağlıklı bir çıkış yaparak normal yollardan yeni bir düzen kuramıyoruz, o zaman kaotik ortamı/gerekirse de iç savaşı kabul edip-yöneterek yeni düzeni kuralım!” diye düşünüldüğü anlaşılıyor.
Aslında ama bir “tercih” yapmıyorlar; şayet her şeye rağmen hala iktidarda kalacaklarsa yapmaya “mecbur” olduklarını yapmaya, zaman kazanmaya ve o kazanılan zaman içinde kazanabilecekleri ek güçlerle yeni hamleler yaparak düzlüğe çıkmaya çalışıyorlar. Onlar, engelleyemedikleri olguları kabulleniyor, yüksek ve güçlü dalgaların önünde sürüklenirken batmamak ve yedikleri sağlı-sollu darbelerle sarsılmalarına rağmen yeniden denge kurmak istiyorlar. Ve, artık herhangi bir “meşruiyet” özeni gösterebilecek gücü ve sükûneti de taşımadıkları için, sadece “güç oyunu bozar” mantığına tutunuyor, kendilerini zorlayan kaotik ortamı devlet terörünü yayıp sertleştirerek yönetmeye çabalıyorlar.
İktidarın, esneyerek kendi dışındaki güçleri kapsama ya da bir burjuva pragmatizmiyle davranıp hızlı manevralarla pozisyon değiştirme gibi kapasitelerini tümüyle kaybettiği anlaşılıyor. Kaybedilen özelliklerin yerini, sürekli yeni alanlara yayılan ve şiddeti artan devlet terörü, kadın düşmanlığı üzerinden bütün bir topluma dayatılan lumpenlik, başka inançlara ve halklara karşı kışkırtılan ırkçı-şoven düşmanlık alıyor.
Sonuçta, tüm ülke barut fıçısına dönüşüyor.
Öyle oldu ki, iktidar yanlısı olan analistler bile, iktidarın içinde sürüklendiği “çıkmaz sokağı” adeta panikle göstermeye çalışarak “itidal” ve “serinkanlılık” çağrısında bulunuyor. Haksız da değiller!
Evet, doğrudur, risk almaktan korkmamak ya da kendi hattında ısrarlı olmak politikanın en önemli bileşenlerindendir. Ama bu olumlu yetenekler, uygulayıcı politikacılar tarafından, denge kaybı, iktidar sarhoşluğu, panik, ahmaklık düzeyinde cahillik gibi zaaflarla yüklü olarak uygulanırsa sonuç üretemez. Üstelik, aynı tutum, sürekli hareket halinde oldukları için sürekli değişip farklılaşan yerel, bölgesel ve küresel güç dengelerinden koparak-hatta kimi zaman neredeyse onlara karşı konumlanarak hayata geçirilirse, sadece yenilgiye değil, yok edici cinsten bir yenilgiye doğru gidişi üretir.
Üstelik, bu politikacılar Erdoğan gibi ülkenin kaderiyle oynayabilecek bir konuma yerleşmişlerse, kendi kaderleriyle ülkenin kaderini ortaklaştıran bir özel rasyonalite içinde hareket ediyorlarsa, kendileriyle beraber ülkelerini de başka güçlerin “oyun alanı” olmaya ve yıkıma doğru sürüklerler.
Erdoğan, ülkeye dayattığı sürecin benzerini kaos içinde çırpınan Ortadoğu’da da gerçekleştirmeye çalışıyor.
O, ABD’nin “Hegemon Güç” konumunun sarsıldığı ve “Çok Kutuplu Dünya” gerçekliğinin netleşmeye başladığı günümüz koşullarında, küresel düzeyde yaşanan hegemonya krizinin yarattığı boşlukları görüyor ve bu gerçekliği de kendi hedefine doğru yürüyüşünün moral ve güç kaynağı haline dönüştürmeye çalışıyor.
“Bölgesel Hegemonya” ve bu noktada kazanılacak inisiyatife dayanarak “küresel güç ilişkilerinde yukarılara doğru tırmanma” hedefleniyor. Hedefe doğru yol aldıkça ya da en iyi durumda hedefe ulaşınca, yerel iktidarın üstelik bölgeselleşerek kendisini sürdürebileceği hesaplanıyor olmalıdır.
O, ayrıca ve özellikle vurgulamalıyız ki, sadece kendi kişisel hırslarının değil, ama esas olarak arkasını yasladığı devlet geleneğinin kökü Bizans-Osmanlı’ya dek uzanan oldukça derin bir tarihe dayalı “fetihçi” özelliğinin ve açgözlü yerel sermaye güçlerinin bölgesel pazarlarda hegemonya kurma hayallerinin öncü gücü olarak davranıyor. Öncülük başarılı olduğu oranda, egemenler nezdinde “meşruiyet” sağlanacak, halkın kendisine dönük tepkisi de “vurgundan pay alma” umudu üzerinden çürütülerek kontrole alınacaktır.
Kaos içinde çırpınan bölgeye doğru sürekli ve bin bir biçimde hamleler yapılıyor.
Ancak, sadece hamle yapmak yetmez; bir “yeniden kuruluşa” doğru akan bölge gerçekliği içinde hedeflendiği gibi “oyun kurucu” bir “bölgesel alt-emperyalist güç” olmak isteniyorsa, hele bu bölge bütün küresel güçlerin gözünü dikip parça koparmaya çalıştığı ve neredeyse her metrekaresine bin bir çeşit siyasi-askeri mayınlar yerleştirilmiş Ortadoğu ise, atılan her adıma, hatta parmak uçlarının hareketine bile dikkat etmek gerekiyor.
Sadece hamle değil doğru hamle yapmalı, hamlelerinizi onların etkisini arttıracak uygun dengeler içine yerleştirmeli, içinde hareket etmek istediğiniz coğrafyanın yerel güçleriyle doğru ilişkiler kurmalı, yenilmeye mahkûm olanlarla değil geleceği inşa gücü olanlarla ortak çıkarlar üzerinden ilişkilenmeyi becerebilmelisiniz.
Sadece “Efelenmek” ise, inşa ettiğiniz diktatörlük üzerinden halkı ezdiğiniz sınırları çizilmiş “yerel” alanda size bir süre yol aldırabilse de, o “yerel” sınırların ötesine çıktığınız zaman umduğunuz gibi yardımcı olmayabilir. Küresel “şeytanlar” içi boş blöfleri hemen saptar ve güç dengelerinin ateşten ve çelikten ağıyla kendilerinin menfaatlerine “el atan” “hevesli amatörleri” sınar.
Yetkin bir güce ve o güce derinlik kazandıran uygun dengelere dayanmayan ahmakça hamlelerin, onlar hangi parlak nutuklarla ya da efelenmelerle süslenirse süslensinler, o çelikten “küresel güç ilişkileri ağı” içinde bir milim bile hareket edemeyeceğinden emin olabilirsiniz.
İşte, Şam’ı fethetme hayaliyle çıkılan yol, şimdi içinde olduğumuz aşamasında, Rojava krizi, Sincar krizi, Rakka ve onun dolayımıyla Kuzey Suriye krizi, YPG-DSG üzerinden yaşanan ABD krizi, en sonunda hayali kurulan Sünni eksenini dağıtan Katar kriziyle, TC’nin etrafını saran ve sürüp gittikçe artan oranda sıkıştıran bir dizi ateş topu yıkıcılığında gerilimler yarattı. O arada, Şam hayali “unutuldu” ve ABD-Rusya güç dengesinin gelgitleri içinde lütfedilip sunulan Cerablus-Azez- Bab alanıyla yutkunarak da olsa yetinmek zorunda kalındı. Onca nutuk, onca yaşam kaybı, onca maddi kaynak aktarımı ve sonuçta küçük bir “cep!”
Şimdi ama, olup bitenden hiç ders çıkarılmamış olacak ki, bu sefer de İdlip ve Afrin seferi hazırlıklarının yapıldığını görüyoruz.
Şimdiye dek çoğunlukla “maşa” kullanılarak/çeteler üzerinden yol alınmıştı, bahsedilen Afrin-İdlip hamlelerin ise içinde olduğu koşullar açısından doğrudan TC Ordusu tarafından yapılması gerekiyor. Bu durum, hem yaratacağı krizlerin yıkım gücünü arttıracak hem de TC’yi kaos ortamının tam ortasına sürükleyecektir.
Göze alındığına göre, iktidarın zirvesindeki gerilimin görüldüğünden daha derin olduğunu ve rahatlatıcı bir nefes almak için her şeyin göze alınabileceği bir durumun yaşandığını tahmin edebiliriz. Bunca yıllık geleneği olan bir devletin, farklı güçler tarafından farklı gerekçelerle çekildiği bir “tuzağa”/bataklığa göz göre göre üstelik hevesle koşturarak gittiğini saptamış olalım ve olası gelişmelerin tahminini okuyucuya bırakalım.
İşte, her ne kadar tam tersi umut edilse de, artık öyle oldu ki, AKP iktidarı ve onunla ittifak halindeki oligarşinin ana güçlerinin adeta sürüklenerek iç içe geçtiği bölgedeki kaos ortamı ve orada yaşananlardan, “dolaylı” değil “doğrudan” belirleneceğimiz bir döneme giriyoruz.
O derinlikte bir belirlenme, bölgedeki herhangi bir ani kırılmanın ya da çöküşün (tıpkı kapitalist dünya ekonomisindeki krizde olduğu gibi) Türkiye’yi etkileme gücünün sürekli arttığı anlamına geliyor. Erdoğan’ın, devletin ve toplumun kaderinin, içindekileri parçalayıp-yakan kaos ortamının kaderiyle gittikçe bütünleşmeye doğru sürüklendiği ve her an yaşanabilecek ani bir gelişmeyle hızla kaos ortamının tam ortasına sürüklenebileceğimiz çok özel bir risk alanına sürükleniyoruz.
Erdoğan’ın kaderi artık sadece kendisini bağlamıyor; o iktidarda kaldıkça ve kalabilmek için yapıp-ettikleriyle sürüklendiği bataklığa battıkça, toplumun devletten ayrı bir bağımsız özne olarak kendisini güçlü biçimde ifade edemediği ve devletin de zirvesindeki Erdoğan’la birleştiği günümüz koşullarında, O’nun kaderi bütün bir toplumun da kaderi oluyor.
Erdoğan’ın kaderi, artık kimse için “dışsal” ya da “ait olduğu şahsı bağlayan” bir durum değil; o, önüne geleni ezip geçen ve herkesi de peşinden sürükleyen bir yıkıcı sel gibi gerçekleşiyor.
Bu gerçeklik, aynı zamanda Erdoğan’ın “savunma stratejisi” olarak bilinçlice inşa ediliyor olmalıdır: “Batarsam devlet de batar, toplum ağır bir yıkım yaşar, o halde düşün peşime!”
İktidar alanının büyük bölümünün ve toplumun da epey güçlü bir bölümünün (evet, her ne kadar zayıflayan bir konumda olsalar da neredeyse yarısının), bu çağrıya şimdilik “Evet, tamamdır!” cevabını verdiği görülüyor.
Ama, bu çağrıyı reddeden toplumun diğer yarısı da, kendisine ait aynı yoğunlukta bir projeye sahip olmadığı, sadece yakınmakla ya da tepki göstermekle yetinip Erdoğan’ın yöneliminden başka bir özgürlükçü-demokratik hedefe sahip olmadığı için, hiç istemese de iktidar alanının kaderiyle ortaklaşmaya sürükleniyor.
Referandumdan sonra
AKP, Gezi ve sonrasında önündeki her “engeli” aşarken yapmadan edemediğini referandum eşiğini aşarken de yaptı. Evet, o engeli de aştılar, ama her zamanki gibi yeni bir kriz dinamiği yaratıp kendisini zorlayan etrafındaki direnç alanını tahkim edip güçlendirerek!
Erdoğan, referandumla birlikte, hedefine doğru bir adım daha attı, dediği gibi bir biçimde “Atı alıp Üsküdar’ı geçti”; ama söz konusu “geçiş” sırasında o kadar çok hile yapıldı ki, zaten Gezi isyanından beri içine düştüğü “meşruiyet zayıflaması” süreci bir kriz ağırlığı kazandı.
Kriz düzeyinde bir gerginlikle yüklenen “meşruiyet üretememe” sorunu, iktidar alanının manevra yeteneğini ve esneme-kapsama kapasitesini sınırlandırıyor. Böylece, hedefine doğru yürürken sırtında taşımak zorunda kaldığı “yüklere”, üstünde “meşruiyetsizlik” yazan yeni bir ağırlık daha eklenmiş oldu. Sürekli artan o yükler, artık neredeyse “taşınamaz” bir ağırlık kazanmış durumda!
Her başı sıkıştığında olduğu gibi 16 Nisan sonrasında da, şayet CHP AKP’ye yardım etmeseydi, şimdi yaşadığımızdan çok başka bir siyasal ortamın içinde olacaktık.
Artık bir krize dönüşmüş olan meşruiyet sorunu, sadece AKP’nin sırtındaki yüklerin ağırlığını arttırmakla kalmıyor, aynı zamanda muhalif halkçı güçlere de yeni özgürlük alanları keşfedip-fethetme ve yeni meşruiyet kanalları yaratma fırsatları sunuyor.
O ise, “meşruiyetsizlik” üzerinden hızla sürüklendiği yalnızlığı ve boşluğu fark edip önlem almak yerine, sürecin akışında sürekli meşruiyet üretme geriliminden-yükünden nihayet “kurtulmanın” hafifletici ilk etkisinin “sarhoşluğu” içinde olsa gerek, “sorumsuzca” ve adeta “inceldiği yerden kopsun” mantığıyla konuşup-davranmaya başladı. Öyle olunca, kendi eski yerlerinin doldurulduğunu gören İ. Karagül ve S. Peker de, bir üst seviyeden yazıp-konuşmaya başladılar.
Artık, iktidarın zirvelerinde açıkça görülebilen bir “umursamazlık” havası güç kazanıyor! Bu “havanın”, bir ucunda olup-bitenin farkında olunsa da dosta-düşmana göstermek için takılması zorunlu bir “maske”, diğer ucunda “inceldiği yersen kopsun” noktasına savrulma olan geniş bir alana yayıldığını saptayabiliriz.
Öte yandan, biriken gerilimlere bir “çözüm gücü” olamayan referandumun, öncesindeki toplumsal ve siyasal dinamikleri kendi yollarında sürüp gitme yönünde ivmelendirdiğini söyleyebiliriz.
Ama, hiçbir dinamik artık aynı zeminde hareket etmiyor.
Olup biten her şey, artık eski rejimin olmadığı yenisinin ise bir türlü kurulamadığının referandumla bir kez daha tescil edildiği ve dolayısıyla kaotik ortamın eskisinden daha gergin bir zemine yerleştiği bir zeminde yaşanıyor. Hassaslık ve kırılganlık olguları, var olan bütün dinamiklerin içindeki yerlerini genişletip, etki güçlerini arttırıyor. Tersinden ama aynı zamanda, yeterli meşruiyetle yüklenen ve uygun dengelere yerleşebilen güç ve yaratıcı politik zekanın olağanüstü sonuçlar yaratabileceği özel bir momentin içine girdiğimiz anlaşılıyor.
Sadece Erdoğan/AKP değil, var olan bütün toplumsal ve siyasal güçler, 16 Nisan’da sertleşip korlaşarak yenilenen güç ilişkilerinden çıkıp gelen eskisinden daha sert vuruşlarla ve daha derin dalgalarla zorlanıyor. Ayakta kalmak eskisinden oldukça daha zor ve daha yüksek yaratıcılık, enerji ve güç talep ediyor.
Referandum, sürüp giden kaotik süreçte bir kırılma yaratmadı. Yani, içe-kaosa doğru bir çöküş ya da öyle ya da böyle çıkışa-çözüme doğru bir kopuş yaşanmıyor, ancak söz konusu durumların yaşanma olasılığı her an güçleniyor.
Ana güçlerden birisinin kendi yolunda bir “çıkış” ve o çıkış sonrasında bir stabilizasyon yaratamadığı koşullarda, şimdiden sonra nasıl yaşayacağımızın, güçlerin birbirleriyle an be an yaşadığı itiş-kakışın içinde belirleneceği mevcut kaotik ortam sürüp gidecek. Bu özel durum da, var olan bütün toplumsal ve siyasal güçlere kendi yollarında yürüme imkanı tanıyor. Bağlı olarak, artık özgün bir “çok başlılığın” filizlenmeye başladığını görüyoruz. Evet, Erdoğan/AKP üstte ve egemen, ama başka güç alanları da ona rağmen ve onu karşısına alarak kendisini oluşturuyor.
Kaos olasılığı ise, hemen kapının arkasında beklemeye-güç biriktirmeye devam ediyor.
Şimdiki durum, yani, AKP’nin üstte olduğu ama duruma tümüyle hakim olamadığı, diğer bütün ana toplumsal-politik güçlerin de farklı ağırlıklarla kendilerini var ettikleri “melez” kaotik ortam, CHP’nin “derinlerden” ivmelendirildiği belli olan AKP’ye koltuk değneği olma tutumundan destek alarak kendisini sürdürebiliyor. Bu tutum değişirse, ki “Adalet Yürüyüşü” bu yönde sinyaller verdi, dengeler alt-üst olacaktır.
Aslında, AKP sarsılıyor ve sırf yakın tarihte bile kaç kez “düşme” tehlikesi yaşadı. Ama, her seferinde CHP’nin uzattığı ipe tutunarak yeniden düze çıktı.
7 Haziran sonrasında sözümona koalisyon görüşmeleriyle zaman kazandırıp 1 Kasım hamlesini yapma fırsatını veren, dokunulmazlıkların kaldırılmasını destekleyip HDP’yi hırpalayabilmesinin önünü açan, Temmuz sonrasında sarsılırken ve en azından bir koalisyona doğru sürüklenebilecekken, Taksim’de toplanan coşkulu halk güçlerini yüzüstü bırakıp Yenikapı’ya koşturarak Erdoğan’a iktidarı tek başına sürdürebilme kapasitesini kazandıran CHP, 16 Nisan hilelerini de “yalayıp yutarak”, kabullenmişti. Ama, Erdoğan’ın “hukuku” kendisine dokununca “Adalet!” diye haykırarak sokağa çıkmak zorunda kaldı.
CHP, neredeyse her kritik aşamada, sert sözlerle AKP’ye yüklenerek muhalefete umut veriyor, ama hemen sonrasında koşa koşa AKP’nin arkasına geçerek destek oluyor ve yıkılmasını engelliyor. “Bakalım, şimdi, Maltepe’den sonra ne yapacak?” diyorsanız, her şeye rağmen fazla umutlu olmamanızı öneririm. CHP’nin iplerini elinde tutan ABD-TÜSİAD ekseni şayet Erdoğan’a karşı bir hamle yapmaya karar vermemişse, CHP Ankara’da uslu uslu oturacaktır.
Aslına bakarsınız, CHP, hiçbir zaman “modern” anlamıyla bir siyasi parti olmadı. O, “yüce” devletimizin kendisine verdiği “görevini” yapan bir “devlet dairesi” ya da siyasal olanın yapısına bir biçimde içkin olan herhangi bir “özerklik” taşımayıp doğrudan “kulağına fısıldananlar” yönünde ikirciksizce davranan bir devlet ve sermaye “aygıtıdır.” Şimdi ama tarihi boyunca sırtını dayayıp beslendiği “devlet” yaşanan olağanüstü gelişmeler yüzünden ayakta durmakta zorlanmakta, başı dönmekte, yön tayininde şaşırmakta. Hiçbir zaman “kendisi” olup “bağımsız” karar veremeyen CHP, şimdi yaşanan fırtınalı ortamda kendi yolunu nasıl bulsun?
CHP, Ergenekon operasyonlarıyla başlayıp 15 Temmuz darbesiyle ve bu darbeyi “Allah’ın lütfu” olarak gören Erdoğan’ın kurnaz hamleleriyle derinleşen ordu merkezli eski düzenin çözülüp dağılması sürecinde, alışageldiği “üst aklın” zayıfladığını ve kendisine “akıl verip-imkan sağlama” kapasitesinin daraldığını acı acı hayal kırıklıkları yaşayarak görüyor. Sürecin vardığı noktada yaşanan “devlet krizi” ise, CHP’nin dengelerini büsbütün bozuyor.
Devlet krizi, Erdoğan’ın kurnazlıkları ya da hileleriyle aşılamayacak kadar derin ve devletin çelik çekirdeğinde yaşanan itiş-kakış halen de sürüp gidiyor.
Şimdi “devletin bekası” üzerinden “zorunlu ittifak” yapan, ama aynı zamanda birbirleriyle çatışma halinde olan devletin gizli çekirdeğindeki farklı fraksiyonlar, kalıcı bir statü yönünde uzlaşamadıkça, 15 Temmuz sonrasında içine sürüklenilen devlet krizi derinleşecektir. O durumda, bütün fraksiyonlarıyla egemenlerin “yönetememe” gerçekliği ortaya çıkacak ve bağlı olarak farklı iktidar alanlarıyla kendisini gösteren bir “çok başlılık” süreci güç kazanacaktır.
Henüz zayıf olsa da zaman aktıkça güç kazanan “çok başlılık” süreci ise, farklı odaklara kendi ihtiyaçlarına yoğunlaşma fırsatı veriyor. Sermaye ve halk güçlerinin ihtiyaçlarından ivmelenen farklı odaklar, kendilerini yaşatma ve güçlenip egemen olabilmek için hamleler yapabilir. Evet, eşit güçte değiller, toplumsal ve siyasal yaşama eşit etkide bulunmuyorlar, ama varlar ve kaotik ortamın yüklü olduğu sürprizler-alt üstlükler en zayıf olanları dahil olmak üzere bütün toplumsal güçlerin yüksek umutlar taşıyabilmesine olanak tanıyor.
2 – Farklı olasılıklar
Erdoğan, yaşanan bir dizi krizin siyasal ve toplumsal alanlarda yarattığı boşluğu hızlı davranıp yol alarak, öz itibariyle devleti AKP’nin (ve oradaki egemenliği üzerinden kendisinin) devletine dönüştürerek doldurmaya çalışıyor. Ordu “vesayetinden” kurtulmak söylemiyle çıkılan yolun şimdiki aşamasında Erdoğan odaklı bir iktidar alanının “vesayeti” kurulmak isteniyor. Önceki “devletin partisi” olan CHP’nin yerine şimdi üstelik “devlete hakim” olan Erdoğan-AKP hatta doğrudan Erdoğan geçiyor; fark, Erdoğan’ın daha güçlü olmasında!
O, kendisinin zirvesinde olduğu özel bir rejim inşa etmeye, devleti de bu zeminde yeniden örgütlemeye çalışıyor ve henüz ulaşamasa da fiili durumlar yaratarak hedefine doğru ilerlemeye devam ediyor.
Bu diktatörlüğün meşrulaştırılması ise, tamamen diktatörlüğün çıkarlarına göre yeniden kurgulanmış bir İslam üzerinden, bu biçimde araçsallaştırılarak uygun yapıya-biçime sokulmuş Erdoğanist bir İslam’ın, toplumsal ve siyasal alanda (süreç içinde mikro düzeye dek kuracağı) totaliter egemenliği üzerinden sağlanacaktır.
Bu durumda, devletin Bizans’tan Osmanlı’ya oradan Cumhuriyet’e damgasını vuran despotik biçimi kimi somut-tarihsel farklılıklarla yüklenip-dönüşerek kendisini sürdürmüş, ama meşrulaştırma aracı-ideolojisi değişmiş olacaktır. Neoliberal soygunun vahşileştiği koşullarda sermaye birikiminin sürdürülebilirliği, Erdoğanist-İslam tarafından uyuşturulup edilgenleştirilmiş bir toplum ve kutsallaştırılmış “Reis” üzerinden sağlanacaktır.
Biz içinde yaşayan halk olarak kendimizi her şeyimizle adadığımız devletimiz tarafından, eskiden “Batılılaştırılarak” modernleştirilecek ve rahata kavuşturulacaktık, şimdi ama “Erdoğanist İslam” tarafından huzura kavuşturulacağız! Biat etmemiz yeterlidir!
“Batılılaşma” ya da “İslam” söylemlerinin vadettiklerini gerçekleştirebilme kapasitesi yok. Biz Kemalist cumhuriyetle ne kadar “modern” olmuşsak, Erdoğanist cumhuriyetle de o kadar “huzura” kavuşacağız! Her ikisinin farklı hatta birbirine zıt biçimlere bürünerek gizledikleri ise, kapitalist dönemin talep ettiği yapıya/zemine yerleşip yeniden örgütlenerek kendisini sürdüren despotik devlet geleneği!
Yüz yıllardır olduğu gibi, şimdi de “kutsal” devletimize “şartsız-koşulsuz biat etmek” zorundayız; “Yeter ki devletimiz zeval görmesin” de, biz sıradan insanlar sürekli “canımızı onun uğruna feda ederiz!” Bizde her şey devlet içindir, toplum ancak devlete biat ederek, onun içinde eriyerek-onun için kendisinden vazgeçerek var olabilir; başka türlü var olma yönündeki her girişimse, mutlaka “dört tarafımızı saran düşmanların” kışkırtmasıdır; o yüzden de, aman dikkat, “oyuna gelmeyelim!” ve “tuzağa düşmeyelim!”
Bu coğrafyada yaşayan herkesin neredeyse ezbere bildiği bu türden söylemler, devletin sorgulanmaz-dokunulmaz bir hükümran yapı olarak kendisini sürdürebilmesi için bir “kutsallık halesiyle kuşatılmasını” ve tersinden toplumun sadece “biat eden-edilgen bir yığın olarak hiçleştirilmesini” hedefleyen bir zeminden çıkıp gelirler. Bu söylemler, tarih boyunca ve egemenlerin acil ihtiyaçlarını karşılayacak bin bir biçimde zenginleştirilerek sürekli yeniden-üretilir. Despotik gelenek, günümüzde, kendi içine hapsettiği toplumun her türden gelişme-güçlenme girişimlerini bastırıp-tıkayan bir habis ura dönüşerek meşruluğunu kaybediyor; üstelik artık pek de zapt edemediği toplumun öfkesiyle de yüzleşiyor.
Sümer medeniyetinden Bizans’a oradan Osmanlılara özgün farklılaşmalar yaşayarak kendisini yaşatan antika tefeci-bezirgan sermaye ile despotik devlet ikilisi, sanki Anadolu coğrafyasının sonsuza dek tekrar edecek “kaderi” gibiydi. Bin yıllardır farklı biçimlere bürünerek sürüp gelen bu gerici “evlilik”, üretimden kopuk “vurguncu-yağmacı” yapısallığının ürettiği kalıcı “çıkışsızlık” içinde çırpınıyordu ve egemenliği altındaki üretici köylüleri sonsuza dek ezip-sömürmeye koşullanmıştı.
Kısır ve vurguncu yapısıyla sürekli yeni çıkmazlar üreterek kendisini var eden bu gerici yapısallık, 18. ve 19 yüzyılda, “içinden” zayıf ama “dışından”/Batı’dan güçlü biçimde zorlanarak sarsıldı. Despotizm, “içindekinin” güçlenmesini engelleyebilse de “dışarıda” gelişip güçlenerek kendi coğrafi sınırlarının dışına taşan modern kapitalist sermaye gerçekliğiyle yüzleşiyordu.
İşte, o zorlamalar “zamanın ruhunu” temsil ediyordu ve sonuç alabilecek kadar güçlüydü. Batı’da doğup hızla dünyaya yayılan kapitalist sisteme uyum sancıları, Osmanlı padişahları 3. Selim ve 2. Mahmut döneminde başlayan “reformlarla” yola çıkmış, arkasında “gayri Müslim meşrutiyetçi- komprador” burjuvazinin durduğu İttihatçı darbeyle bir sıçrama yaşadıktan sonra, kendi en gelişmiş halini arkasında “Müslüman-Türk Anadolu burjuvazisinin” durduğu Kemalist cumhuriyette şekillendirmişti.
Bu sürecin sonunda, Osmanlı’nın Bizans’tan devralıp “Rönesansa uğratarak” kendisini var ettiği devletin özgün-despotik yapısı, sermayenin somut-tarihsel hareketinin önünü açabilecek oligarşik ve totaliter bir biçime sıçrayıp-dönüşerek kendisini sürdürebildi. Bu biçim, görünüşte parlamenter cumhuriyetti, ama isminin temsil ettiği evrensel içeriği taşıdığı toplumsal ve siyasal bir derinliğe sahip değildi. Tıpkı toplum gibi parlamento da, dışındaki her şeye sadece “biat etmeyi” dayatan “yüce devlet” için vardı. Devleti ayakta tutan güç dengeleri ve bu dengelerin “gizli-karanlık” alanlarında gerçekleşen ana işleyişi içinde gerçek bir ağırlık taşımayan parlamento, hiçbir zaman bir “teferruat” olmaktan ileri gitmedi, gitmek için çaba da göstermedi.
Elbette, bütün zamanları aynı kalarak delip geçen kadir-i mutlak bir despotik devlet yok; onun kendisini sürdürebilmesi, tarihi boyunca karşısına çıkan bir dizi somut-tarihsel engele sürtünerek ya da onlarla çatışarak ve çatışmalar içinde dönüşebildiği kadar gerçekleşiyor. Bu momentlerde yaşanan gerilimler de, onun (tarih dışı/soyut bir mutlaklık değil) sürekli yeniden şekillenen somut-tarihsel bir gerçeklik/yapı olmasını sağlıyor.
Despotik gelenek, içinde gedikler-boşluklar-çatlaklar açarak onu zayıflatan zorlamalarla sürekli yüzleşiyor. Bu zorlamalar, farklı ihtiyaçlar tarafından güdülenen farklı toplumsal güçler tarafından yapılıyor. Çoğunlukla “dışarıdan” saldıran “Barbarlar” tarafından yapılan önceki zorlamaları bir tarafa koyup “yakın” döneme gelirsek; Babai isyanlarından Tanzimata, İttihatçı darbeden Kemalist cumhuriyete, 1960-80 arasında yaşanan işçi ve halk hareketlerinden 80 sonrası güçlenen Kürt ayaklanmasına ve sonrasında Gezi isyanına dek, farklı yönlerden despotik geleneği zorlayan hamleler yaşanıyor.
İşte, devletin sermaye birikiminin önünü açabileceği bir “yeniden kuruluş” yaşadığı, ama ordu merkezli “özerk” bir yapısallık içinde kendi despotik tarihselliğini bir biçimde sürdürebildiği Kemalist Cumhuriyetin tarihsel akışında da, eskinin “uzun” tarihinde yaşananlardan çok farklı ve sarsıcı bir egemen küresel gerçeklik olan kapitalizmin içsel ve dışsal dayatmalarıyla sürekli çatışmalar yaşandı. Bu toplumsal çatışmalar-gerilimler, sermaye güçlerinin lehine söz konusu “özerkliğin” tırpanlanması ve tersinden halk güçlerinin de bu yapının içinde fiili-demokratik alanlar inşa etmesi biçiminde gerçekleşti.
En son Ergenekon operasyonları ve sonrasında bu operasyonların arkasındaki “sinsi güç” olan Fethullahçı ajan örgütlenmesinin başarısız 15 Temmuz darbesinin yarattığı tahribat, ordu merkezli “derin güçlere” Kemalist asabiyetlerini ve örgütsel bütünlüklerini kaybettikleri oldukça ağır bir darbe vurdu.
Gerek Ergenekon operasyonları gerekse de Fethullahçı darbe girişimi, kendi doğrudan yürütücülerinin hangi özel motivasyonla hareket ettiğinden bağımsız olarak, aslında ordu merkezli devlet odağının sisteme “vesayet” eden konumunun küresel ve yerel sermaye güçleri tarafından ortadan kaldırılması hedefiyle hayata geçirildi. Hedefine tümüyle ulaşamasa da süreç epey yol aldı ve halen de sürüyor. Erdoğan’ın 15 Temmuz’u “lütuf” olarak görüp yaptıkları da aynı sürecin içindedir.
Ancak, hiçbir süreç “boşlukta” gerçekleşmiyor, akıp giderken karşısına çıkan engeller başlangıçta görülemeyecek sorun alanları yaratabiliyor. İşte, 15 Temmuz’un oluşturduğu “boşluk” halen doldurulabilmiş değil. Artık hükmü kalmayan Kemalist rejimin yerine yeni bir asabiyet ve bütünlüklü yapı/rejim üzerinde egemenler arasında uzlaşma sağlanamadığı için, devlet içindeki iç gerilim ve çatışmalar artık oldukça tehlikeli bir “devlet krizi” zemininde yaşanıyor.
Erdoğan’ın girişimleri, devletin Batı’da bilinen haliyle biçimsel de olsa “güçler ayrılığı” üzerinden işlediği klasik bir sermaye devleti yapısına dönüşmesini değil, kökleri tarihe uzanan ana-despotik yapısı içinde bir iç dönüşümü hedefliyor. Erdoğan, sermayenin yönelimlerine uyumlu olan “Başkanlık” olgusuna kendisinin inisiyatif aldığı “özerk” bir “vesayet” alanı eklediği noktada sermaye ile uzlaşmazlık yaşıyor. Sermaye, “yeni bir vesayetin” inşasını kabul etmiyor.
Başka türlü ifade edersek, sermaye güçleri, devletin “başkanlık rejimi” biçiminde örgütlenmesini de hiçbir “pürüzle” engellenmeden tümüyle kendi kontrollerine almak ve böylece bütün siyasal ve toplumsal süreçleri tamamen kendi çıkarlarıyla uyumlu hale sokarak, kendi somut-tarihsel hareketlerini mümkün olan en “pürüzsüz” bir alanda yapmak istiyorlar. En hızlı ve en yoğun birikimin ancak böylesi bir yapının desteğiyle sağlanabileceği hesaplanmış olmalıdır. Gerçekten de, içinde bulundukları tarihsel an ve önlerindeki zorunluluklar kendilerine böyle bir yönelimi dayatıyor.
Sonuçta, farklı ihtiyaçların verdiği farklı ivmelerle güdülenen “yeni bir rejim kurma” girişimi, zengin olasılıklar doğurarak akıyor. Farklı güçlerin sürüp giden çatışmaları “istenmeyen” sonuçlar da yaratabiliyor.
Öyle oluyor ki, bir yandan Erdoğan’ın “vesayet” rejimi inşa edilirken; farklı yönlerden de, hem devletin ana-despotik yapısını koruyacağı ama (Erdoğan dahil) hiçbir “pürüz” olmadan doğrudan sermayenin kontrolünde olacağı “pseudo-göstermelik” bir “liberal” olasılık, hem de halkçı güçlerin inisiyatifinde halkçı-demokratik bir çözülme ve dönüşüm yaşayacağı tarihsel bir değişim yaşaması yönündeki devrimci bir olasılık kendilerini gerçekleştirebilmek için hareket ediyor.
Nasıl?
Devlet, bolca “demokrasi” söylemlerinin gürültüsüyle gizlenen bir süreç içinde, geçmişin Kemalist dönemini aratacak ölçüde yoğunlaştırılıp-merkezileştirilerek güçlendirildi; ama aynı süreç içinde bürokratik-elitler ve sermayenin farklı fraksiyonları arasında yaşanan şiddetli gerilimler, devletin çelik çekirdeğinde çatlak yarattı, onu kriz içine düşürerek zayıflattı. O arada, gerek Kemalizmin Batıcı-pozitivist arzularının ürünü olarak gerekse de onun içinde yaşanan toplumsal mücadelelerle kazanılmış kimi demokratik haklar tasfiye edildi ve halkın özgürlükçü-demokratik tepkisi de güçlendi.
Kendisini, oligarşik ve totaliter dokuyu sıkıştırıp-yoğunlaştırarak/tahkim ederek gerçekleştiren “vesayetçi” Erdoğanist süreç ise, hedefine bir türlü ulaşamıyor, ulaşamadıkça momentum kaybediyor. Ama bir biçimde ayakta kalmayı, üstelik “üstte” kalarak/egemen olarak ayakta kalmayı becerebiliyor.
Bir biçimde üstte kalabilme, “Üsküdar’ın” geçildiğini ya da geçilebileceğini ima ederken; sürecin Erdoğan önderliğinde yürütülüşünde yaşanan zaaflar, oluşan direnç odakları ve bunlar üzerinden yaşanan “sürtünmeler” de, yarattığı ve yaratacağı çatlaklar ve yarılmalar üzerinden “attan düşüverme” olasılığının hep devrede olmasını sağlıyor, o olasılığa güç veriyor.
İşte, “Başkanlık rejiminin” inşa süreci, kendisinin yarattığı ve onun tarafından hem beslenip hem de zorlandığı kaotik bir toplumsal ve siyasal ortam yarattı. Sürecin gittikçe hızlanan akışının içinde, üstte-egemen olan Erdoğan odaklı iktidar alanı olsa da, yaşanan kaotik ortamın oluşmasına ebelik yaptığı farklı güç alanları da-egemen olamasalar da farklı seviyelerde konumlanarak var oluyor, kendilerini oluşturup-güçlendiriyor ve Erdoğan’a seçenek olmaya çalışıyorlar.
Aynı Türkiye’de giderek aralarındaki mesafe oluşan farklı toplumsal ve siyasal bütünleşmeler-odaklar oluşup güçleniyor. Sürecin engellenemeyip devam etmesi durumunda, söz konusu odaklar üzerinden kendisini var eden farklı iktidar alanlarının şekilleneceğini ve doğal olarak bir “çoklu iktidar” alanı içinde konumlanacak bunlar arasındaki çatışmaların yüksek şiddet üreteceğini tahmin edebiliriz.
Farklı odaklaşmalar, 5 ana toplumsal-siyasal bölük olarak şekilleniyor ama aynı zamanda iki ana öbekte de birbirleriyle yakınlaşma potansiyeli taşıyorlar.
Erdoğan’ın yeni rejim inşası, daha doğrusu “Başkanlık rejiminin” Erdoğan tarafından biçimlendirilişi, sistem içinde iki ana muhalefet odağını ivmelendiriyor: Akşener merkezli “muhafazakar- liberal” ve CHP merkezli “modernist-liberal” odaklar, Erdoğan’ın öncülüğünde kurulan yeni rejimin “denge” noktaları olarak oluşup güçlenmeye çalışıyorlar.
Bu iki muhalefetin, Erdoğan’ın kurduğu sermayenin yeni egemenlik biçimine bir itirazlarının olmadığını ve “içinde” yer aldıkları, ama ona Erdoğan tarafından vurulan “özel” damgaya karşı çıktıkları görülüyor.
Dolayısıyla, üç girişim de, aslında kurulan yeni düzenin “sahibi” olan sermayenin farklı fraksiyonları olarak kendi iktidarları peşinde koşuyor. Sermaye güçlerinin, sürecin bütününü (Erdoğan dahil 3 ana odaklaşmayı da) gören bir yerde konumlanmaya çalıştıklarını, duruma tümüyle hakim olamasalar da, dağılmayı-çözülmeyi engelleyen genel bir ivme verdiklerini saptayabiliriz.
Bu üç odaklaşmanın “dışında” duran iki odaklaşma da “Halkçı-Gezi güçleri” ve “Kürt Hareketi” olarak şekilleniyor. İki güç kimi zaman yan yana gelse de, esas olarak ayrı kanallarda şekilleniyorlar.
Kaotik sürecin bütün güçlere vuran sert dalgalarının, saflaşmaların sınırlarını belirsizleştirdiğini, farklı odaklar arasında hiç beklenmeyen tutumların ve ittifakların oluşuverdiğini, sürecin akışının sürprizlere gebe olduğunu vurgulamalıyız. Toplumsal ve siyasal süreçlerdeki her şemalaştırma gibi, bu şemanın da gerçek yaşam açısından “kaba” ve “renksiz” olduğunu da özellikle belirtelim.
Öte yandan, şimdi Erdoğan’la iktidar ortağı olan Kemalist döneme ait bazı güçlerin de, devlet içinde halen var olan güçlerine dayanarak kendilerine göre hesaplar yaptıklarını ve alışık oldukları iktidarın zirvesine yeniden yerleşmeyi hesapladıklarını görüyoruz. Erdoğan’ın, eski ortağını 17-25 Aralık’ta netçe kaybettikten sonra “zorunlu” kaldığı için “ittifak” yaptığı bu güçlerle Kürt sorununda askeri çözüm ve Suriye’ye askeri müdahale üzerinden ortaklaştığını, ama söz konusu iki yönelim ciddiye bindikçe bu sefer AKP’yi bir arada tutan dengelerin zorlandığını saptayabiliriz.
A- Liberal olasılık/Başkanlık Sisteminin restorasyonu
Türkiye’de kapitalizmin gelişip güçlenmesinin her belirgin sıçraması, siyasal ve toplumsal alanda belirli kopuşların ve bağlı olarak yeni bir dönemin önünü açtı.
İşte, şimdi yaşadığımız özel süreci belirleyen itici güçlerden biri de, sermaye birikiminin 80 sonrasında Özal-Derviş öncülüğünde yaşadığı sıçramadır.
Sermaye, bu özel sıçrama sürecinde, metalaşma-toplumsallaşma düzeyini sıçratarak ulusal sınırlara daha derinden nüfuz etti ve aynı zamanda, bir dizi ortaklıklar kurarak küresel sermaye ile kaynaşmasını eskisinden daha derin ve kompleks bir yapıya kavuşturdu.
Kendisini, “küresel” bağlarını zenginleştirip derinleştirdiği ve ulusal pazarını hem en ücra köşelere dek yayıp genişleterek hem de neredeyse tüm ihtiyaçların karşılandığı bir güce kavuşturarak “yerel” köklerini daha derine attığı bir konuma yerleştiren sermaye, doğal olarak siyasal egemenlik alanındaki/devletteki konumunu da “mutlak hakimiyet” noktasına sıçratmak zorunluluğuyla yüzleşti.
Ayrıca, büyüyen sermaye devrelerinin ucuz işgücü ve Pazar ihtiyacını karşılayabilmek için, bölgesel hegemon güç olan bir devletin açacağı güçlü askeri şemsiye ile “korunma” ihtiyacı da oluşmuştu. Bu ihtiyacın karşılanması, aynı zamanda, küresel düzeyde yaşanan hegemonya krizinden de yararlanarak, küresel hiyerarşinin daha üst basamaklarına sıçrama arzusunun da önünü açıyordu. Mevcut sermaye birikimi, ancak daha üst bir bölgesel ve küresel konuma yerleşerek sürdürülebilir bir niteliğe ulaşmıştı.
İşte, sermaye birikiminin sürebilmesi için kendisini dayatan yerel/bölgesel ve küresel düzlemlerdeki zorlu dönüşümler, devlet ve sermaye ilişkisinin eskisinden çok daha dakik ve doğrudan olduğu bir zemine yerleşmesiyle başarılabilirdi. Birikim süreci, artık son derece zorlu engellerle karşılaştığı bir cangılın içinde yaşanacaktı, dolayısıyla hata kaldırmayan ve her türlü keyfiliğe kapalı bir yapısallığa kavuşması gerekiyordu.
O noktada, ileriye doğru akışın önünde (başkalarının yanı sıra) en önemli pürüz olarak kendisini gösteren olgu, aslında sermayenin varlığının en önemli destekçilerinden olan-onu henüz yolun başında olduğu ilk dönemlerinde özel korumaya aldığı “fideliklerde” el bebek-gül bebek büyütüp besleyen “devletçiliğimiz”- “devlet baba” oluyordu. Sermaye “nankördü” ve şimdi artık “işi biten” söz konusu “pürüzün” aşılması gerekiyordu.
TC’nin kuruluş sürecinde özgün ve somut bir olgu olarak oluşan “Ordu merkezli” devlet, sermaye birikiminin devletin desteğiyle sürekli güçlendiği bir “kısa” tarih sonrasında “Ordu-Sermaye ortaklığını” kendi siyasal oligarşisinin zirvesine yerleştirdiği bir iç dönüşüm yaşamıştı. Ancak, birikiminin ulaştığı son aşamada, sermaye güçleri iktidarı herhangi bir şekilde “paylaşmak” istemiyor, “ortaklığı” bozmak istiyordu.
Sermaye, ordu merkezli devlet güçlerinin özel siyasi ve ekonomik imtiyazlarını budamak, bu güçlerin sermaye birikiminin önünde engel olan “keyfi” ya da “yetersiz” kalan tutumlarının “baskısından” kurtulmak, oligarşik iktidarın zirvesine sadece kendisi olarak yerleşmek istiyordu. Bu tutum, hem sermayenin her yere-her alana yayılıp mutlak egemen olmaya eğilimli yapısallığından hem de şimdiki güncel durumunun kendisine dayattığı zorlu görevleri yerine getirmek zorunluluğundan ivme alıyordu.
Erdoğan, küresel ve yerel sermaye güçleri açısından “kullanışlı bir maşa” olarak, işte tam da bu “görevle”- oligarşinin zirvesindeki yeri artık sermaye birikiminin önünde bir pürüz haline dönüşen Ordu merkezli yapının özel gücünü budamak ve oligarşinin zirvesinde sermayenin mutlak-tek başına iktidarının önünü açmak için seçildi ve atandı! Başkasının değil de onun seçilmesi, içinde konumlandığı toplumsal-politik güç alanının, antika tefeci-bezirgan sermayenin kendisi olarak ya da “modern” biçimlere bürünerek günümüze dek uzanan tarihsel derinliği ve “tarikat ağlarına” dayanan toplumsal gücüyle, böyle zorlu bir görevi gerçekleştirebileceği beklentisiydi.
Nitekim, hep birlikte yaşadık, beklenti doğru çıktı ve Erdoğan bir biçimde Ordu merkezli eski yapıyı dağıtmayı başardı. Ama, sermayenin “evdeki hesabı” buraya kadar tutsa da, sonrasında “pazara”- Erdoğan’ın temsil ettiği kimi toplumsal ve siyasal gerçeklerimize çarptı! Halen de hep beraber içinde olarak yaşadığımız bu “çarpma”, hedefine doğru hareket eden süreci/sermayenin mutlak egemenliğini eğip-büküyor; eskisi dağılmış olsa da, yeni bir sermaye rejimi kurulamıyor; içine sürüklendiğimiz kaotik bir ortamın içinde sarsılıp zorlanıyoruz.
Erdoğan, “işi bitince çöpe atılacak” bir sıradan güç olmadığını herkese gösterdi. O, “eski rejimi yıkma” pratiğini başararak kendine güven kazanan özel bir güç alanının lideri olarak, “yeni bir rejim kurmak için” söz konusu güç alanının geleneklerine uygun biçimde kutsallaştırılıyor ve kendisine sorgusuz biat edilecek bir mutlak iktidara kavuşturulmak isteniyor. Günümüzde kapitalist ilişkiler alanında yükselip zirveleşmek arzusunu taşıyan ama tarihsel kökleri antika sermayeye dek uzanan söz konusu güç alanı, kurulacak yeni rejime meşruiyet sağlayabilmek için, kendi ihtiyaçlarına uygun düşecek biçimde yeniden kurgulayarak inşa ettikleri özel bir İslam yorumu olan Erdoğanist-İslam üzerinden yol alıyor. Bu, bir süreç içinde inşa edilen özel bir egemenlik rejimi ve başlangıcındaki küçük hamlelerden günümüzdeki sarsıcı dönüşümlere dek ine-çıka uzanıp geldi. Şimdi artık toplumsal ve siyasal alana mikro alanlarına dek sızıp egemen olmak kararlığını yüklenmiş biçimde ilerliyor.
Erdoğan döneminde, kendi birikimlerini daha önce olmadık bir hızla katlayarak arttıran TÜSİAD odaklı sermaye güçleri ise, Erdoğan’ın “ortaklık” dayatmasından oldukça rahatsız. Ancak, yaptığı-yapmaya devam ettiği “hizmetleri” gözeterek, ama esas olarak “doğuş” damgası olarak üstünde taşıdığı pısırıklık ve kişiliksizliği yüzünden Erdoğan’la açık çatışmadan kaçınıyor. Güçlerinin yetmeyeceğini hesaplıyor olmalıdırlar. Öte yandan, şayet Erdoğan “süpürülecekse”, o süreçte kontrolü kaybetmekten ve yaşanacak gerginliklerde halk güçlerinin aradan sıyrılıp inisiyatif alabileceğinden de korkuyorlar.
Ama bu gerçeklik, yani Erdoğan’a şimdilik “yol veriliyor” olması, Erdoğan’ın bütün yönelimlerinin kabullenildiği anlamına da gelmez. Sermaye güçleri, yeni “vesayet” dayatmasını kabullenmiyor ve tutuk ama zamana yayılan soğuk hamlelerle yola çıkıştaki kendi bağımsız hedefine-“pürüzsüz ve mutlak sermaye iktidarına” doğru süreci ilerletmeye çalışıyor.
Sakınımlı hamleler, çok farklı biçimlere bürünebiliyor; ama şurası açık bir gerçek ki, o üstünde çok gürültü koparılan “Başkanlık Sistemi” olgusu, aslında tam da sermayenin yeni döneme özgü ihtiyaçlarını karşılıyor. Karşı çıkılan şey “Başkanlık rejimi” değil, o sistemin Erdoğan tarafından uygulanış biçimi ve Erdoğan’ın “haddini aşıp” fiilen de-güç dayatma yoluyla “vesayet” iddiasında bulunarak sermayenin egemenliğine ortak olma girişimi.
Evet, Erdoğan öncülüğünde bir biçimde başarılan Kemalist Cumhuriyeti “yıkma” ve sonrasındaki yeni düzen için ilk adımları atılan “Başkanlık Sistemi” adlı dikta rejimi, sermaye tarafından “cebe atılıyor”-bir kazanım olarak korunuyor. Ama aynı zamanda, doğrudan hesaplaşamadıkları Erdoğan’ın etrafından dolanarak ya da hemen sonuç almayı beklemeyen zamana yayılmış “soğuk” hamlelerle, onun egemenlik alanını daraltma ve süreç içinde çözme hamleleri de yapılıyor. Sermaye, “vasi” ya da “ortak” istemiyor!
“Yeni düzenin yeni siyasal alanını oluşturma” girişimleri, sermayenin Erdoğan’ı çevreleyip çözmeyi hedefleyen “soğuk” hamlelerinden en göze çarpanı!
Erdoğan’ı dizginleyecek ama o arada kurulan “Başkanlık Sistemine” de uyum sağlayacak farklı siyasal odaklar oluşturulup güçlendirilmeye çalışılıyor. Her ikisi de “liberal” olan “merkez” ve “sol” odaklarla “Başkanlık Sistemi” kendisine özgü bir siyasal alana kavuşturulacak, böylece hem sistemin iç dengeleri oluşturularak kalıcılık kapasitesi güçlendirilecek hem de Erdoğan sınırlandırılacaktır.
İşte, “Başkanlık” olarak adlandırılan bir yeni dikta rejimi gerçekleştirilmeye çalışılıyorsa, bu diktatörlük sürece yüzeysel bakanların sandığı gibi Erdoğan’ın maraziliği yüzünden değil, sermayenin kendi birikimini daha hızlı yapabilmek için “pürüzsüz” hareket edebilme arzusu tarafından ivmelendiriliyor. Erdoğan’la yaşanan gerginlikse, onun “vasi olma” arzusu ve yapıp ettiklerinin kendi kurduğu yeni düzeni zorlayıp riske sokmasıyla sınırlı.
Sermayenin Erdoğan’ı çevreleme ve özellikle de yeni düzene ait farklı güç alanlarıyla zorlama girişimi, parlak, keyfi ya da afaki hamlelerle değil, yaşanan gerçek süreçlerin içinden yol alıyor ve her hamle meşruiyet üretebilme kapasitesi özellikle gözetilerek devreye sokuluyor.
Söz konusu çevreleyerek-kuşatma sürecinin bir asli ögesi de, şimdi Erdoğan’la ittifak yapan eski egemen-“devlet sınıfları”! Zayıflamış halleriyle bu güçler, sermaye açısından artık “yedeğe alınarak” kullanılabilecek bir kıvama gelmiş durumdalar. Anlayacağımız, sermaye güçleri, bir yandan “liberal” öte yandan “askeri” maske takarak Erdoğan’la “denge” kurma telaşında!
Liberal çevreleme
Bir dizi küresel ve yerel krizce üretilen yüksek gerilim eksenleri tarafından zorlanan yerel sermaye güçlerinin ana yönelimi, böylesi zorlu bir dönemde birikimlerini ancak şiddet kullanarak koruyabilecekleri gerçekliğinden ivme alıyor. Onlar, eski Kemalist haline göre daha da sıkıştırılarak tahkim edilmiş bir devletin üstünde şekillenecek “Başkanlık Sistemi” adı verilen (günümüze ve coğrafyamıza özgü “Bonapartist” ya da faşist) bir siyasal rejim istiyorlar. Ancak, söz konusu hedefe doğru ilerlerken ortaya çıkan kimi başka ihtiyaçlar, aynı süreci biçimsel farklılıklar gösteren başka olasılıklarla zenginleşip derinleşmeye itiyor.
İnşa edilmeye çalışılan “Başkanlık Sisteminin” kendisine özgü bir siyasal alana ihtiyacı olduğu düşünülüyor ve yeni siyasal alanının Erdoğan dışındaki güç odakları olarak, “Merkezde” ve “solda” konumlanacak “Liberal” siyasal güçler oluşturulmaya çalışılıyor. Bu güçler, sermaye tarafından ivmelendirilip öne itiliyor ve usta hamlelerle meşruiyet üretilerek etraflarında güç toplanmaya çalışılıyor.
Kaotik bir düzlemde yaşanan kriz ortamının sermaye açısından bir “diktatörlük” ihtiyacını açığa çıkarıp zorladığını ve bir “liberal” arayışın çok “lüks” olacağını düşünüyorsanız, elbette haksız değilsiniz. Sermayenin güvencesi, üstünde kurulan bütün rejimleri eğip-bükerek kendisine uyumlu bir yapıya sokan devletin yapısıdır; dolayısıyla, her ne kadar biz onlara “merkez ya da sol liberal” desek, de asıl olan “despotik” bir “liberallik” olacaktır! Çıkış yok, kaçış yok; evet, “bir şeyler olabilir, ama bu ülkenin dört tarafının ve içinin düşmanlarla dolu olduğunu bilecek, öyle afaki isteklerin peşinde koşmayacaktır!”
Liberal olasılık, kapitalizmin gelişmesinin yarattığı bazı özel kapasitelerin/toplumsal süreçlerin “istismar” edilerek içerilmesi üzerinden yol alıyor. Peki, nasıl?
Öncesindeki kapitalist gelişme, 60’lı yıllarda “sınıfların” despotik devletten ve birbirlerinden kısmi kopuşunun ve kendi çıkarları yönündeki “bağımsız” arayışlarının ivmelendirici güçlerinden birisi olmuş, nitekim sağda ve solda özgün politik hamleler yaşanmıştı. 60’larda başlayan özel bir süreç içinde istikrarlı biçimde güçlenen Kürt halkının kendi ihtiyaçları zemininde “çıkış” arayışı ve sonunda netçe “kopuşup” bağımsız bir siyasal irade yaratabilmiş olması gerçekliği de, başka sebeplerin yanı sıra Kürdistan coğrafyasına kapitalizmin hızlı girişinden de ivme almıştı.
İşte, sözü getirmek istediğimiz yere gelirsek, Gezi ayaklanmasında özellikle kadınlar ve Alevilerde gözlemlenen “kopuş” yönelimi de, sonrasında yavaşça güçlenerek sürüp gidiyor. Söz konusu eğilimler de, 80’lerden 2000’lere uzanan Özal-Derviş hamlelerinin Türkiye kapitalizminde yarattığı dönüşümlerle farklı dolayımlarla bağlantılıdır.
Sermayenin toplumsallaşmasının yeni aşamalarının ve kırlardan şehirlere art arda yaşanan göç dalgalarıyla yaşanan hızlı şehirleşme olgusunun, başkalarının yanındaki özel bir sonucu, kendilerine yaşam alanı yaratmaya çalışan “bireyselleşme”, “öz saygı” ve “özgürlük arayışı” gibi kimi toplumsal süreçlerdir. Gezi’nin bir yönü de, böylesi bir gerçekliğin ifadesidir. Alışılagelip “normal” görülen “devletin kulu” olmaktan “kopuşup”, kendisini/kendi ihtiyaçlarını esas alan hatta kendisini devlete dayatan “modern birey” olmaya doğru bir yönelim oluşup güçleniyor.
Gezi’de özgün olan, söz konusu eğilimin başka zeminde değil ama toplumsal bir özgürleşme zeminine yerleşip, halkçı-demokratik bir siyasal biçime bürünerek gerçekleşmiş olmasıdır.
Gezi’de daha çok demokratik ve devrimci bir zeminde ortaya çıkan söz konusu süreçler, sistem içinde oluşarak “hadım edildikleri” halleriyle, konformist bir tüketim kültürünün ürettiği hazların peşinde sürüklenmeyi yaşamının merkezine yerleştirmiş ve bunun maddi imkanlarına ulaşmış bazı toplumsal güçler tarafından da benimseniyor. Bu güçler, Erdoğan’ın sürekli “çatışma” üreten ve kaotik ortamı süreklileştiren yönetiminden rahatsızlar, daha “rasyonel” ve “huzurlu” bir yaşam arzuluyor, rahatça tüketmek ve “hayatlarını yaşamak” istiyorlar.
İşte, Erdoğan’ın “vasilik” dayatmasından rahatsız olan sermaye güçleri, bir kuşatma ve etkisizleştirme aracı olarak, söz konusu arzuları “araçsallaştırarak” kullanıyor.
Böylesi bir özel toplumsal sürecin politik alandaki örgütsel arayışının, CHP, MHP ve elbette AKP içindeki kimi kesimler tarafından yoklanmaya başlandığını görüyoruz. Bu partilerdeki dönüşümlerin, kopuşların ya da çatlakların bir yönü de bu zeminde şekilleniyor ve ortak istekleri onları ortaklaşma yönünde ivmelendiriyor.
Söz konusu ortaklaşma yol aldıkça ya da aldığı oranda, alışılagelen siyasal kamplaşmaları aşarak kendisini var ediyor. Akşener’den Gül’e oradan CHP içinde oluşma sancıları çeken (sermaye tarafından öyle olması uygun görülürse Kılıçdaroğlu’nu da kapsayabilecek) kimi yönelimlere, böylesi bir ortaklaşma süreci olasılığı içinden baktığımız zaman, şimdi aşılmış olan eski düzenin siyasal kamplaşmalarını aşarak kendisini gerçekleştirecek liberal bir “merkezin” ve “solun” oluşabileceğini görüyoruz. Erdoğan öncülüğünde kurulan yeni rejimin, Erdoğan’ın sivri-marazi tutumlarından ve “vasilik” dayatmasından azade bir liberal “merkez” ve “sol” tarafından dengelenmesi hedefleniyor olmalıdır.
Liberal güç alanları, devletin kapitalizmin içinde yaşanacak demokratik bir dönüşümünü değil, onun üzerinde konumlanan “Başkanlık Sisteminin” liberal restorasyonunu hedefleyecektir. Onda, bu coğrafyanın tarihsel derinliğinden çıkıp gelen “despotik” geleneğin/güç alanının dışına çıkma bilinci yok. Tersine, ömrünü uzatmayı hedefleyen “liberal” bir “aşı” yaparak onu “restore” etmeyi hedefliyor. Başka türlü olabileceğini-gerçekten liberal-demokrat bir alt-üst oluşu uman “iyimser” beklentiler, devletin ana yapısını ve sermayenin çağımızda gericiliğe-her türden totalitarizme yapısal olarak eğilim gösterdiğini kavrayamamak zaafından besleniyor ve derin hayal kırıklıkları yaşamaya mahkum!
Ancak devrimci demokratik bir halk hareketinin demokratik bir cumhuriyet yönünde yapacağı güçlü-kopuşçu hamlelerdir ki, onu durdurmak-önünü kesmek isteyen demokratik ya da liberal sistem içi güçlerin despotik yapıdan kopuşunun önünü açabilir. Sermaye güçleri, egemenliğini-iktidarını tümüyle kaybetme olasılığının güçlenmesi karşısında, onun bir kısmından vaz geçmeyi zorunlu olarak kabullenecek, o da kendi siyasal yönelimini inşa edecektir.
Farklı hükümetler hep aynı devlet yapısallığı içinde, onun Ordu merkezli özerk gücünün “vesayetçi” rejimini kabullenerek var olabildi, “kitabi” değil de olayların diliyle konuşacak olursak, gerçeklik böyle yaşandı. Binlerce yılın tecrübelerini bünyesinde barındıran despotik yapı “esnek”, içinde yaşananlara bağlı olarak, şiddetini arttırarak ya da tersinden yumuşayarak kendisini sürdürebiliyor. Sadece “Batı” tipi klasik burjuva devlet yapıları üzerinden üretilen kavram setlerine sıkışarak kökleri Sümer-Bizans-Osmanlı’ya uzanan bir devlet yapısı anlaşılamaz.
O kavramlar, elbette sermayenin somut-tarihsel hareketiyle doğrudan bağlantılı bir gerçekliğin içinden çıkıp geldi ve sermayenin egemen olduğu bütün devlet yapılanmalarında bir biçimde “geçerli” olurlar; ama “aynen” değil! Kapitalist devletlerin kendilerini gerçekleştirdikleri somut gerçekliğin içinde aldıkları “belirlenimlerle” oluşurken büründükleri özgün haller, söz konusu “kavramları” yeniden üretir, hatta yanlarına yeni kavramları da katarak, o kavram setlerini de zenginleştirir!
Çünkü, aynı gerçekliğe/sermayenin kendisini gerçekleştirmesine başka bir yönünden baktığımız zaman, sermayenin içinde hareket etmeye başladığı her “coğrafyanın” kendine özgü bir “tarihi” vardır ve sermaye, ancak kendisinin de içinden çıkıp geldiği söz konusu özel tarihin ürettiği nesnel koşullarla karşılaşıp-onlarla farklı biçimlerde hesaplaşarak ve o hesaplaşma süreci içinde özgün biçimlerde “belirlenerek” kendisini gerçekleştirebilir. “Hesaplaşma” sürecinin özel ve önemli bir momenti de, siyasal alanda yaşanır. Sermayenin siyasal sistemi inşa olurken, onun ana omurgası olan devlet de, aynı “belirlenimler” süreci içinde, yani boşlukta ve keyfi bir inşa sürecinde değil, içinde oluşup güçlendiği coğrafya ve toplumsal tarih tarafından “belirlenerek” kendisini gerçekleştirebilir.
Şimdi, söz konusu “liberal” yoklamaları anlamaya çalışalım. Bu, evet bir “liberal” arayıştır, ama coğrafyamızdaki bütün egemen politik hamleler ve yapılar gibi, despotizmden kopuşamamış-ancak onun damgasını taşıyarak var olabilen bir liberalizmdir. “Despotik liberalizm” deyimi birbirini dışlayan iki kavramı ortaklaştırmaya çalışan bir imkansızlığı ifade etse de, “tuhaflık” gerçekliğin kendisindedir.
Daha doğrusu, normal koşullarda Batı için belki tuhaf olan, bu coğrafyada gerçekliktir. Ayrıca, tarihi boyunca bütün kriz dönemlerinde ve şimdi de neo-liberal saldırı koşullarında, zaten Batı’da aynı “tuhaflığın” içinde çırpınmıyor mu? Liberalizmin parlak söylemleri aslında sermayenin diktatörlüğünü kaparak gizlemeye çalışmaz mı?
B- Akşener
Henüz yolun başında olduğu için çok fazla söz söyleme imkanına sahip olamasak da, günler aktıkça daha ciddi bir nitelik kazanan Akşener olayına kısaca değinmeliyiz.
Birden yıldızı parlayan Akşener, öyle anlaşılıyor ki, MHP’de yaşanan parti içi iktidar mücadelesinin sıradan bir hırslı aktörü değil. Türkeş sonrasında Bahçeli’nin liderliğini kabullenmeyen birçok aday şansını denese de başarılı olamamış, hatta özel bir ağırlık bile kazanamamıştı. Akşener ama etrafında yarattığı etki alanı ve daha fazlasını kapsayabileceği anlaşılan çekim gücüyle farklı bir konuma yerleşti.
O, zaten yola çıktığı ilk aylarda ülkenin her yerinde aynı anda toplanan kalabalıklar üzerinden dikkatleri çekmişti. Böylesi “ani ve hızlı” bir örgütlenmenin nasıl ve kimler tarafından kotarılabildiği sorusu kuru gürültüye şerbetli her deneyimli siyasetçinin bilincine düşmüş olmalıdır. İşte, gittikçe büyüyerek ve debisi artarak akan bu nehrin özel bir “kaynağa” ve o “meçhul” kaynaktan aldığı özel bir “misyona” sahip olduğu anlaşılıyordu.
Süreç başlangıcında MHP içinde odaklanmıştı. Ancak, Erdoğan’ın “kendisini ve partisini satıp hizmetine girmesi” karşılığında devletin imkanlarını Bahçeli’nin hizmetine sunmasıyla, aslında çoğunluğu elde etmiş olduğu görülen Akşener’in parti içi iktidarı kazanması “yasa dışı” yollarla engellendi. Bahçeli, karikatürcülerin malzemesi olma pahasına, Akşener’i partiden dışladı ve MHP’deki iktidar savaşını “kazanmış” oldu. Başardığı ama tam da bir “Pirus zaferi” idi.
Akşener ise, pek de istifini bozmadan ve gücünü kaybetmeden yoluna devam ediyor.
Üstelik, MHP dışına taşmanın verdiği rahatlık sayesinde olsa gerek, aslında kendisini sadece MHP ile sınırlamadığını, siyasal arenada oluşan “muhafazakar-sağ” boşluğu doldurmayı ve dolayısıyla MHP dışındaki politik güçleri de saflarına katmayı hedeflediğini açık eden bir zemine yerleşti. Kendi liderlik iddiasından vazgeçerek yükselen Akşener dalgasının içinde yer alan Ü.Özdağ’da aynı yönde açıklamalar yaptı. Ek olarak, gelenekten taşınan “milliyetçi” dokuya dayanarak, CHP içindeki kimi “ulusalcı” güçlerin de kapsanmasının hedeflendiği anlaşılıyor. Kılıçdaroğlu yönetimindeki CHP’nin “uslu çocuk” olmaktaki ısrarı da, Akşener’in önünü açıyordu.
Ama sadece bu değil, Erdoğan’dan umudunu kesmiş birçok AKP’linin de Akşener’in kapsama alanı içinde olduğu anlaşılıyor. Gül-Arınç-Babacan hattının Erdoğan tarafından bastırılıp nefessiz bırakılması ve onların da üslerine yüklenen gerilimi taşıma ve etraflarındaki kuşatmayı aşma kapasitelerinin olmaması, Akşener’in huzursuz AKP’liler için de bir seçenek olmasının önünü açıyor.
Eh, “kambersiz düğün olmaz”, birbirinden farklı hatta zıt birçok olasılığa aynı anda konumlanıp uygun fırsatı değerlendirme yeteneğiyle bilinen ABD’nin de bir biçimde sürecin içinde olduğunu tahmin edebiliriz. Akşener’in olası bir “Washington ziyareti” kimseyi şaşırtmamalıdır; adettendir, burjuva siyasal arenasında iktidara doğru sivrilen her isim bir biçimde “yetkili mercie” takdim edilip onay alınır; bakalım Akşener olayı o aşamaya dek yükselmeyi becerebilecek mi?
Akşener’e yapılan “Fethullahçı” suçlamasının ise özel bir karşılığı olduğu görülmüyor. Zat-ı muhteremin eller üstünde tutulup pamuklar içinde korunarak herkesin-hepimizin gözlerinin önünde “gizli” örgütlenme yaptığı zamanlarda, her politikacı ne kadar “cemaatçi” olmuşsa, muhtemelen Akşener’de o kadar olmuştur; ama söz gelimi Erdoğan kadar yakın olduğuna dair bir belge henüz yayımlanmış değil! Akşener’in “Hoca Efendi” ile bağı, her ikisinin de iplerini elinde tutan “üst akıl” üzerinden kurulabilir. Ama söz konusu “meçhul” güçle bağı olmayan burjuva politikacısı gösterebilir misiniz?
Anlayacağımız, eskilerin deyimiyle “iyi sıhhatte olsunlar”, birçok fraksiyonuyla Akşener’in arkasında durup destek oluyor ve “suflörlük” yapıyor.
İşte, Akşener etrafında olup-bitenlere farklı açılardan bakarsak, onun sadece MHP içi bir iktidar savaşının aktörü olmadığını, başka ve daha önemli ihtiyaçlar tarafından öne itildiğini görüyoruz.
Akşener, eski Kemalist cumhuriyetin yerine kurulan yenisinin/”Başkanlık Sisteminin” ihtiyacı olan “yeni siyasal alanın” aktörlerinden birisi olma yönünde teşvik ediliyor. Sermaye güçleri tarafından, Akşener odaklı “milliyetçi-laik-muhafazakar ve liberal” bir güç alanı yaratılarak, yeni siyasal alan sadece Erdoğan’a bırakılmıyor. Daha doğrusu, alan açıp-oluşan boşluk doldurularak “her şey” olmak isteyen Erdoğan sınırlanıp dengeleniyor ve şayet bu durumu kabullenirse, ancak söz konusu dengeler ve sınırlamalar tarafından “belirlenerek” iktidar olabileceği yeni bir durumla yüzleştiriliyor.
İşte, Akşener’in kendi hakkındaki değerlendirmelerini bir yana koyup mevcut kaotik ortamda aniden sivriliverişinin anlamını çözmeye çalışırsak; aslında sermayenin Erdoğan’ı kuşatma hamlelerinden birisi olduğunu ve oldukça güçlü ve örgütlü destek aldığını vurgulamalıyız. Sadece sermaye değil, devlet içindeki kimi fraksiyonlar tarafından da desteklendiği görülüyor.
Evet, Erdoğan’ın kişisel iktidar/“vesayet” dayatmasını kabullenmeyen ve O’nun yapıp ettikleriyle devlet ve sermaye açısından ciddi riskler yarattığını düşünen bazı güçlerin Akşener üzerinden inisiyatif almaya çalıştıkları görülüyor.
Erdoğan ise, şayet şimdiye dek uyguladığı bilindik tarzını sürdürürse, böyle bir dayatmayı asla kabullenmeyecek, kuru gürültüyle desteklenen “senaryolar” üzerinden Akşener’i gerekirse hapse atacak, önüne çıkan “pürüzü” temizleyecektir. Böylesi bir tutumu uygulayabilecek yeterli güce ve imkanlara sahip olup olmadığını yakın dönemde göreceğiz.
O, şimdiye dek birçok olası rakibini çöp sepetine atmayı, hatta Kurtulmuş, Soylu ve Bahçeli örneklerindeki gibi kendi hizmetine sokmayı bile becerebildi. Yeni rakip Akşener’in kaderinin ne olacağını düşünmeye, birden ortaya çıkıveren “Adalet Yürüyüşü” üzerinden hızla güç kazanan Kılıçdaroğlu’nun yeni hattını anlamaya çalışarak devam etmeliyiz.
Yoksa, söz konusu “yeni siyasal alan” bu sefer de “sola” doğru biraz daha genişletilip-oluşan boşluk Kılıçdaroğlu ile mi dolduruluyor? Başka bir deyişle, yeni bir “denge ve sınırlama” üzerinden Erdoğan’a yeni bir “belirlenim” daha mı dayatılıyor?
C- CHP
Yürüyüş öncesi
Referandumun açığa çıkarttığı önemli gerçeklerden biri de CHP’nin gerçek kimliğinin kavranması yönünde toplumsal düzeyde alınan yol olmuştu. O, tarihsel geçmişinin kendisine yüklediği genetiğin çizdiği kaderle sınırlı bir siyasal olguydu, halkın değil devletin ve onunla iç içe geçen sermaye güçlerinin ihtiyaçları yönünde davranmaktan başka bir tutum üretemiyordu.
Uzaklara gitmeye gerek yok, sadece son bir yılda yapıp ettikleri bile, onun aslında devletin ve sermayenin çıkarlarını halka dayattığını, ama bunu solcu-halkçı şekerle süsleyip kandırma yoluyla sinsice yaparak, aldattığı halkın özgürleşme arzularını çıkmaz yollarda tükettiğini gösteriyor.
Dokunulmazlık oylaması, 15 Temmuz sonrasında Taksim’de toplanan yüz binlerin özgürlük çığlığına ihanet edip yüzsüzce eklemlenilen Yenikapı gösterisi ve en son referandum hilelerini örtbas etme tutumu her şeyi açıkça göstermiyor mu? CHP, aslında bir siyasal parti bile değil ama devlete-sermayeye bağlı bir “büro” ve sözümona solculuğu da, ona verilen halkın muhalefetini oyalayarak çürütme “görevinin” maskesidir.
Aslına bakarsanız, CHP neredeyse 10 yıldır misyonunu tüketmiş- “bitmiş” bir partiydi ve 16 Nisan sonrasındaki “kabullenici” zavallı tutumuyla bir kez daha bitmişti. Ancak, onca zavallı tükenmişliğine karşın, bir süredir olduğu gibi günümüzde de, devletin ve sermaye güçlerinin çabalarıyla ite kaka yaşatılıyordu. CHP tabanındaki milyonlarca yurtseveri ve demokratı titizlikle ayırarak belirtmeliyiz; parti merkezinin kendine ait “özerk” bir aklının bile olmadığı belliydi. Kapı arkalarında kulaklara fısıldanan “şimdilik AKP’nin koltuk değneği olun” emri uygulanıyordu.
Birbirini destekleyen onca hamleyle her kritik anda AKP’nin desteğine koşuluyorsa, aslında birbirleriyle uyumlu bu tutumları her seferinde “hata” olarak görmek için “ahmak” olmak gerekiyordu. Söz konusu tutumların kendine özgü bir rasyonalitesi olduğu açıktı. Ve, hiç gölgelemeden açıkça saptamak gerekirse, asla “hata” yapılmıyor, bilinçli bir sermaye stratejisinin iç bütünlüğü içinde davranılıyordu.
Orduyu oligarşinin zirvesindeki özel-“özerk” alanından sermaye adına defederken “maşa” olarak kullanılan Erdoğan güçlü çıkmıştı. Evet, sermaye daha güçlüydü, ama “Maşa-Erdoğan’ı” kendi vesayetini tümüyle kurumlaştıramadan iktidarın zirvesinden defedebilmek, hele günümüzün küresel, bölgesel ve yerel koşullarında oldukça itinayla yürütülmesi gereken çok zor bir hamleydi.
Defetme sürecinin kaçınılmaz gerginliklerinin mevcut kaotik ortamı kaosa doğru sürüklememesi, sermaye birikiminin hızını kesmemesi, halk güçlerinin inisiyatifinin güçleneceği ortamların oluşmaması ve en önemlisi de, sermayenin “ana kucağı” olan devletin zarar görmemesi gerekiyordu. Söz konusu karmaşık süreçte, CHP’nin de bir “maşa” olarak kullanıldığı-kullanılacağı açıkça görülüyordu.
Söz gelimi, Kılıçdaroğlu’nun referandum sonrasındaki son güncel görevinin, “Hayır” dalgasının ürünü olarak parti içinde oluşan halkçı-demokratik yönelimlerin önünü kesmek, solla ve Kürtlerle ittifak yönünde oluşan eğilimi zayıflatarak, bir yandan bir biçimde “Erdoğan’a koltuk değneği olma” rolünü sürdürürken öte yandan olası bir “liberal” muhalefet rolünü de dümene “sola” değil “sağa” bükerek, “Akşener-Gül-Saadet” eksenine eklemlenerek şekillendirmek olduğu anlaşılıyordu.
Ancak, sermaye kadir-i mutlak bir güce sahip değildi ve hangi önlemler alınırsa alınsın, halkçı devrimci güçlerle merkezlerinden hoşnutsuz CHP’liler arasındaki ortaklaşma arayışının sürdüğü, tarafların “Hayır” kampanyasında birbirlerini tanıyıp-anlama yönündeki kazanımlarının bu çabalara destek olduğu gözüküyordu.
Kendi özgün Kemalist asabiyetini kaybeden ve dolayısıyla oldukça zayıflayıp “bitme” noktasında can çekişen CHP’nin kendi dışındaki “diri” güçlerin çekim alanlarından etkilenmesi kaçınılmazdı. O, sadece sermaye güçlerinden değil, oldukça farklı yönlerden kendisine yönelen zorlamalarla da yüzleşiyordu.
Sonuçta, CHP’yi, eski Kemalist dokusuna doğru ya da “liberal” bir yeni siyasal kimliğe veya tam tersine halkçı-demokratik bir yönelime doğru farklı yönlerde çekiştirenlerin ne kadar yol alabilecekleri, belli değildi. Ayrıca, Kılıçdaroğlu’nun arkasındaki güçlü “sermaye-derin güçler-ABD ekseninin”, söz konusu çekiştirmeleri CHP aracını kullanarak “kapsayıp kendi ihtiyaçları yönünde belirleme” çabası ne kadar başarılı olacaktı, henüz o da belli değildi.
Evet, herkes “av” peşindeydi, ama kimin “av” kimin “avcı” olacağı henüz belli değildi. O, adayların önlerindeki eşikler ve belirlenimler karşısında hangi tutumları üretecekleri, bu süreçte kimin daha güçlü, kurnaz ve savaşçı olacağı gibi somut gerçeklikler üzerinden şekillenecekti.
Elbette, üstte olan, “paraşütle” CHP’nin tepesine kondurdukları Kılıçdaroğlu üzerinden yol alan küresel ve yerel sermaye güçleriydi. Onlar, CHP’yi eski “ulusalcı” dokusuna ya da halkçı-demokratik bir hatta/sola doğru çekiştirenlere, her zamanki alışkanlıklarıyla ve hep kazanmış olmanın kendilerine kazandırdığı öz güvenle yaklaşıyor, “ava çıkanlar neden avlanmasın” mantığıyla iki ucu da “kapsayıp-eriterek hizmete alıp” yol almaya çalışıyorlardı.
Ama yine de, kaotik zamanların her türlü sürprize gebe fırtınalı ortamlarının neyi-nasıl-ne zaman doğuracağını kim bilebilirdi?
İşte, CHP’nin etrafında yaşanan süreç karmaşık gerilimlerle yüklü özgün bir yapısallık içinde akarken, aniden bir “Yürüyüş” başlayıverdi!
Yürüyüş sonrası
Her şey olup bittikten sonra, “Adalet” yürüyüşünün oldukça başarılı bir politik hamle olduğunu önceden belirtelim ve sonra da şimdi oluşan yeni durumu anlamaya çalışalım.
Evet, “koltuk değneği” nasıl olduğunu “kimsenin” çözemediği bir “dokunuşla” aniden coşuverdi!
CHP, son derece meşru “Adalet” talebi ve titizlikle meşruiyeti gözetilmiş bir sakınımlı eylem biçimiyle kendisinden beklenmeyen bir canlılık göstererek ön aldı, yüksek meşruiyet üretti ve şimdi herkes onu konuşuyor. Kaybedilen parti içi bütünselliğin Kılıçdaroğlu etrafında kenetlenilerek yeniden kazanıldığını, sola doğru kopuşların durdurulduğunu, bir müddettir parti içinde oluşup güçlenen HDP’nin etki alanının da kısmen tasfiye edildiğini görüyoruz.
Ankara’dan İstanbul’a doğru atılan her adımda, aslında “ölmüş-bitmiş” CHP’ye adeta büyülü bir taze oksijen verildi, yüzlere renk geldi, ezik bakışlara güven doldu, yere dönük başlar ufka doğru yönelirken, eğik beller de hızla dimdik oluverdi.
Peki, olup-bitenlere bakan herkesin görebileceği söz konusu manzaranın oldukça aydınlık hatta etrafına büyüleyici pırıltılar saçan görünümü, gerçekliğin bütünü mü yoksa sadece öne çıkarılıp “gösterilen” yanı mı?
Gerçekliğin, ilk bakışta kolayca görülemeyen ve görülebilmeleri için ortaya saçılan büyülerden etkilenmeyen durulukta, soğuk ve “derin” bakış talep eden iç dinamiklerinden ivmelenen başka yönleri, acaba “gösterilen” yüzüyle uyumlu mu? Gerçekliğin hemen görülemeyen ama esası olan ve sadece “görünenler” değil başka birçok olgu ve olasılıktan oluşan zengin “bütünselliğinde”, özellikle de “saklanan-gölgelenen” yerlerinde/ “ayın karanlık yüzünde” acaba neler olup bitiyor?
16 Nisan hilelerini sokaklarda protesto eden halk güçlerine katılmak bir yana, “sokağa çıkmayacağız, siyaseti parlamentoda yapacağız” anlamındaki sözlerle halkı “evlerine dönmeye” çağıran Kılıçdaroğlu, aradan geçen kısa zamanda ne oldu da sokağa çıktı ve üstelik belki de Türkiye’nin en kitlesel ve uzun gösterisini başlattı? Tam zıt yöne doğru yapılan bu hızlı dönüş hangi gerçekler tarafından ivmelendirildi, hedefi ne?
Öte yandan, olağanüstü bir toplumsal karşılık bulan “Adalet” talebinin aslında daha geniş ve demokrat bir alana yerleşmiş gözüken halkçı bir inisiyatifi açığa çıkartmış olması, özellikle bazı sol güçler tarafından iddia edildiği gibi, “Maltepe” mitinginin Gezi’nin devamı olduğunu mu gösterir?
Önce son soruyu kısaca cevaplarsak; evet, Gezi’nin ruhu Maltepe semalarında geziniyordu ve o alanda toplanan ya da gözlerini oraya diken milyonların iç dünyalarına yerleştirdiği silinmez izleriyle, en başta da sökülemeyeceği kadar derinlere kök salan isyankar-baş eğmez ve özgürlükçü ögesiyle gururlanmış olmalıdır! O zamanlar söylenmemiş miydi; “Artık, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!”; işte, olmuyordu, egemenler bir türlü rahat edemiyordu!
Ama soruyu aynı zamanda “Hayır” diyerek cevaplamalıyız; Gezi ile Maltepe, asla yan yana koyulamaz! Gezi sahici ve esas olarak kendiliğinden bir halk isyanıyken, Maltepe o isyanın bir türlü sönmeyen ateşini sönümlendirmek- kaldığı kadarını da “kapsayıp-içererek” sermayenin güncel yönelimlerine hizmet edeceği bir zemine yerleştirmek için yapılan örgütlü-bilinçli bir girişimdir.
Kaotik zamanların olgularının basitleştirilmeye değil, yüklü olduğu karmaşık-değişken gerçekliklerle ve onların arasında sürekli hareket olan dolayım süreçlerinin ilişkiler alanıyla birlikte anlaşılmaya ihtiyacı var.
“Evet” cevabı, devrimci-komünistlerin neden orada olduklarını açıklar; “Hayır” ise, onları “Nerede yağmur, Oraya çadır!” diye koşuşturan ahmak tasfiyecilerden ve onların “ölü gözünden yaş bekleyen” boş umutlarından ayırarak, bir kez daha kendilerini gösteren toplumsal güçlerle doğrudan ve derinlemesine ilişkilenmede daha da yoğunlaşmaya iter.
Yürüyüş ve mitingle (düzenleyicileri ne hesabı yapmış olurlarsa olsunlar) Gezi’nin özgürlükçü dokusu bir kez daha canlanmış, halk güçleri kendisini görüp-göstererek güç kazanmış, moral depolamıştır.
İlk soruya dönersek, peki, CHP’nin hızlı ve şaşırtıcı konum değiştirmesinin itici gücü nereden ivmeleniyor?
Soruyu, CHP’nin “dar” güncel ihtiyaçları ve küresel-yerel sermaye güçleriyle ilişkili daha “geniş” alandan çıkıp gelen sebeplerini anlayarak cevaplamaya çalışalım. Ama öncelikle, aslında her iki ivme kaynağının da, Erdoğan’ın “vesayet” girişiminden, çıkmaz sokaklarda koşturarak sistemi riske sokmasından ve toplumda Erdoğan iktidarının sonuçlarına dönük yoğun tepkiden beslendiğini vurgulayalım.
Evet, ne oldu da CHP toplumsal gerçeklik tarafından gömüldüğü “mezarından” silkinip sokağa çıktı?
İlk olarak, bir dizi gerilimle zorlanan CHP merkezinin itilip-sıkıştırıldığı dar alandan çıkış yapmak zorunda kaldığını, Berberoğlu’nun tutuklanmasının bardağı taşıran son damla olduğunu saptamalıyız.
CHP, Kılıçdaroğlu’nun yönetiminde, AKP iktidarının sermaye birikim süreçlerine an be an yaptığı katkıları da gözeterek yürütülen “koruyup-kollayarak ve incitmeden muhalefet etme” diyebileceğimiz sermaye politikasını hayata geçiriyordu. O, birçok kez AKP’yi uçurumun kenarından çekip aldı, kimi zaman da önünü açıp işini kolaylaştırdı. Ancak, bu tarz “yapıcı” muhalefetle “yola gelmeyen” Erdoğan’ın “vesayet-hükümranlık” dayatması netleşip güçlenerek sonunda CHP’nin de kapısını çalınca, “hayatta kalabilmek” için çıkış yapmaktan başka çare kalmamıştı. Berberoğlu’nun ilk adım olduğu arkasının geleceği-Kılıçdaroğlu dahil herkesin hedef olduğu apaçık görülebiliyordu.
AKP’nin gözü kara ilerleyişine önleyici set kurulması, bu set üzerinden hızının kesilmesi ve başka bir güç odağı tarafından dengelenmesi gerekiyordu. Yine, “yıkma” değil, “yumuşatma” hedefli bir tutum geliştiriliyor, ama aynı zamanda bir “toplumsal kuşatma” süreci başlatılarak, hem “kararlılık” beyanında bulunuluyor hem de şayet “yola gelinmezse” kuşatmanın darlaştırılacağı açıkça söyleniyordu. Seçilen eylem biçimi sakin ama güçlü, sert ama risksizdi; nitekim, bu biçimle açmaza alınan iktidar, aslında tam tersini/saldırıp-dağıtmayı istemesine rağmen “güvenlik” almak zorunda kaldı.
Öne çıkarılan “Adalet” talebi ise, günün en acil toplumsal taleplerinden biriydi.
İşte, aslında yaşanan bütün adaletsizliklerden Erdoğan’ın önünü açarak kendisi de sorumlu olan CHP, usta işi bir taktik hamleyle günahlarından bir anda arınıverdi ve yüksek inisiyatif kazandı. Arkasına güçlü bir toplumsal yığınak yaptığı için AKP yönünden gelecek olası darbelere karşı bir savunma hattı da inşa etmiş oldu. AKP’nin hala süren şaşkınlığına bakarsak, orada da en azından bir “ikirciklenme” yaratıldığını saptayabiliriz.
İkincisi, sürekli pasif kalma, hem tabanda yüksek gerginlik yaratarak sola doğru kopuşların önünü açıyor hem de merkezde “parçalanma” yönünde ivme oluşturarak farklı liderlik iradelerine yol veriyor, sermayenin güvenilir elemanı Kılıçdaroğlu’nun otoritesi çözülüyordu.
Yürüyüş, Kılıçdaroğlu’nun liderlik konumunu güçlendirdi, rakip iddiaları sönümlendirdiği gibi “liderin” arkasına dizilmek zorunda bıraktı. Ayrıca, sola doğru kopuşların önü kapatıldı ve HDP’nin CHP içindeki demokratlarda oluşturduğu etki alanı da daraltıldı.
Üçüncüsü, hızla parlayarak muhalefet alanında CHP’nin önüne geçme potansiyeli kazanan Akşener, CHP sessiz kaldıkça daha da güçleniyordu. Sürecin aynı yapıda akması halinde CHP’den sadece sola değil, sağa-Akşener’e doğru kopuşların da yaşanacağı görülüyordu. Akşener’de “MHP’nin devamı bir parti” olmayacaklarını açıklayarak böylesi kopuşların önünü açmaya çalışıyordu.
Yürüyüş, Akşener’in önünü kesemese de CHP’den o tarafa doğru kopuşların önünü kapattı.
Dördüncüsü, Akşener kadar olmasa da, Gezi’den 7 Haziran’a ve 16 Nisan’a dek süren özgürlükçü demokratik bir toplumsal hareketlilik yaşanıyor ve sistem karşıtı sol güçlerin toplumsallaşmasının koşulları oluşuyordu. Sol güçlerin toplumsallaşması, özgün bir demokratik süreç olarak, özellikle Aleviler ve kadınlar arasında özgürlükçü arayışların güçlenmesi üzerinden yol alıyordu. Bu süreç, aynı zamanda CHP’nin etki alanının daralması anlamına geliyordu.
Yürüyüş, söz konusu toplumsal güçler içinde zayıf da olsa yeniden CHP’ye dönüş yönünde istek yarattı.
Topluca değerlendirirsek, CHP yürüyüş öncesine göre oldukça güçlü bir konumda, yeniden kendine güven kazandı ve örgütsel bütünlüğünü sağlama yönünde asabiyet yüklendi.
Hemen belirtelim, CHP şayet çıtayı yerleştirdiği yükseklikte ilerleyemez ve eski “pısırık-zavallı” haline geri dönerse, eskisinden daha hızlı bir itibar ve güç kaybına uğrayacak, sağına-soluna doğru çözülmeler hızlanacak ve içinde farklı iradelerin oluşup-güçleneceği bir özel “fetret” devrine doğru sürüklenecektir. Üstelik, “Yürüyüş” sürecinde yapıp söyledikleri üzerinden hızla AKP yargısının önüne çıkarılacak ve “işlediği suçların bedelini” ödemek zorunda kalacaktır. Yapılan çıkış, güçlü ve sarsıcıydı, yenilgiyle sonuçlanırsa bedeli de aynı yapıda olacaktır. Ülkenin içinde olduğu kaotik ortamın olağanüstü gergin ve yakıcı yapısı, “oyun oynamak” için pek uygun değil!
Sırf CHP’yi ilgilendiren “dar” bir açıdan baktıktan sonra, “Yürüyüş” sürecinin üstüne yerleştiği diğer zemine de bakabiliriz. Burada devrede olan güçler, CHP’nin ipini ellerinde tutan yerel ve küresel sermaye güçleridir.
Onlar, çok bileşenli ve çok yönlü bir zorlu süreci yürütüyorlar.
Erdoğan dönemi, kendisinin de açıkça söylediği gibi, sermaye açısından bir “cennet” olarak yaşandı. Üstelik, alınan ve hedeflenen yeni kararlarla o “cennet” daha da genişleyip derinleşecek! Yerel ve küresel sermaye hiçbir dönemde bulamadıkları koşullarda işlerini yürüttüler.
Evet, sermayenin büyümeye odaklı somut-tarihsel hareketinin önündeki birçok “pürüz” temizlendi, artık daha hızlı ve sonuç alıcı hareket edebiliyorlar. Başta işçi sınıfının kazanımları olmak üzere tasfiye edilen sosyal haklar, şimdi tersinden yeni sermaye birikim kanalları olarak inşa edildiler. Bu sermaye cennetinin en belirgin özellikleri, ucuz emek, uzun ve yoğun çalışma, sendikal ve politik alanda propaganda, örgütlenme ve direnme haklarının tasfiye edilmesidir. Sermaye için “cennet” olan bu dönem, işçi sınıfı için “cehennem” oldu ve öyle görünüyor ki, bu cehennemin ateşi henüz ulaşamadığı yerlere de yayılacak ve ısısı daha da yükselecek!
Ne güzel değil mi?
Ancak, söz konusu “sermaye cennetini” yaratan Erdoğan, basit bir “sermaye görevlisi” olmakla yetinmeyip, aynı zamanda “vasilik” iddiasında bulunuyor; geçmişte Ordu’nun merkezinde konumlandığı “vesayet” kurumsallaşmasının yerine kendisi merkezli yeni bir kurumsallaşma inşa ediyor. Hatta kendisini öylesine yetkilerle donatıyor ki, geçmişin Ordu merkezli bürokratik güçlerinin keyfi vurgunlarını aratacak biçimde, sermayenin kendisi değil ama onun kişiselleşmiş merkezlerini tehdit edebilecek, beğenmediğinin mallarına el koyabilecek, o malları da uygun gördüğüne uygun gördüğü biçimde bölüştürebilecek! Bütün sermaye güçleri, Erdoğan merkezli yeni düzenin “devlet kılıcını” üstünde hissedecek, o kılıcın kendi boynuna dokunmaması için hizaya girip biat edecek! “Putinleşmek” diyebilir miyiz?
Evet, sermaye eskisinden çok daha hızlı ve rahat hareket ederek daha yoğunlaştırılmış sömürü imkanına kavuşacak, ama bu sürecin “Reis” tarafından kotarıldığını bilip, uygun biçimde hareket edecek! Aksi takdirde, “en büyük Koç” bile olsanız, bir gecede yok olabilirsiniz! İşte, bu da Erdoğan’ın cenneti! Cennetin iki yüzü var!
O, aslında, sermayenin üstündeki Ordu vesayetini tasfiye etmek için “görevlendirilmişti”, ama görevini bir biçimde başardıktan sonra şimdi kendi vesayetini sermayeye dayatıyor, üstelik eskisinden daha güçlü ve sert bir vesayet!
Normal koşullarda “afaki”-irrasyonel görülebilecek böylesi tutumların, sadece bizde değil ama dünyanın farklı coğrafyalarında da değişik biçimlere bürünerek kendisini göstermesi, sırf Erdoğan’ın “keyfi” bir dayatmasıyla değil, kapitalist dünya ekonomisinin içinde çırpındığı krizden çıkamaması hatta ufukta görünen “tarihsel sınırlarıyla” sarsılıp zorlanmasıyla bağlantılı bir yeni olguyla yüzleştiğimizi gösteriyor.
Bütün yönleri ve gerçekleşme halleriyle yoğunlaşmış sermaye sömürüsü ve onu terörle koruyup kollayan diktatörler!
Kriz dönemleri, normal dönemlerin rasyonel tutumlarını geçersizleştirip, “irrasyonel” görülebilecek eğilimleri doğurup-güçlendiriyor, daha doğrusu yeni-normallerin önünü açıyor. Burjuva demokrasisinin sermaye birikimi için “yük” haline dönüşerek tasfiye edilmeye çalışıldığı koşullarda, feodal döneme özgü ekonomik ve siyasal iktidarın bütünleşmesi olgusunun güncelliğe uyum sağlayarak yeniden canlanmaya çalıştığı görülüyor. Erdoğan’ın gücünün, sermaye sisteminin dünyayı sürüklediği cehennemle doğrudan bağlantılı olduğunu saptayabiliriz.
İşte, Erdoğan, aslında güçlenip olgusallaşmaya çalışan dünya-tarihsel bir eğilimin temsilcilerinden birisi olarak “vesayet” dayatmasında bulunuyor. Ama, yaşadığımız coğrafyadaki sermaye güçlerinin bu dayatmayı henüz kabullenmedikleri, iktidarın “kılçıksız” bir mutlaklık içinde kendilerine ait olması hedefiyle hareket ettikleri görülüyor. İşte, bu noktada yaşanan gerilim, Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşünün ana kaynaklarından birisidir.
Sermaye, Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü ve etrafında oluşturduğu toplumsal destek üzerinden Erdoğan’ı kuşatıp “eğitmeyi”, sonuca ulaşamazsa kuşatmayı becerebildiği oranda “daraltarak” Erdoğan’ı “nefessiz” bırakmayı hedefliyor. İlk hedefe ulaşıldığı nettir, sonraki “daraltma” aşamaları güçler arasında yaşanan-yaşanacak itiş-kakış içinde belirlenecektir.
Öte yandan, emperyalist zirvenin onayı ve desteğiyle iktidara gelen ve iktidarda kalabilen Erdoğan’ın, küresel düzeyde yaşanan hegemonya krizinin yarattığı boşlukları değerlendirerek kendisine verilen sınırları aşan düzlemde davranmasının, başta ABD ve AB olmak üzere emperyalist zirveleri rahatsız ediyor olması da, yürüyüşün ivme aldığı önemli bir odaktır.
Erdoğan’ın, Suriye ve Irak üzerinde yoğunlaşan ama aslında tüm bölgeye dayattığı “egemenlik” iddiası ve bu tutumun kendisine tanınan “taşeronluk” sınırlarını aşarak başına buyruk hale dönüşmesi küresel egemenleri rahatsız ediyor. Üstelik, Erdoğan’ın pek de hesaplı olmayan, stratejik ve taktik dengeleri kurmadan-kuramadan yaptığı hamleler, kendi hedefleri yönünde ilerleyemediği gibi, emperyalist merkezlerin hesaplarını bozucu sonuçlar da yaratabiliyor. “Batı” ekseninden kopup “Şanghay” eksenine katılma yönündeki yoklamalar ise, NATO taahhütlerini keyfi biçimde çiğneme hatta tehdit olarak görülüp öfke yaratıyor olmalıdır.
İşte, sadece “yerel” değil, “küresel” sermayenin “Batı” odaklı emperyalist zirvesi de Erdoğan’dan kurtulma arzusunu Kılıçdaroğlu üzerinden hayata geçirmeye çalışıyor. Malum “renkli devrim” neden bizde de olmasın ki! Erdoğan’ın bolca yaptığı büyüklü-küçüklü hatalar da, emperyalist merkezlerin yardımcısı! Ama, en güçlü “yardımcı” olarak, Erdoğan’ın 15 yıl süren iktidarından memnun olmayan geniş toplumsal güçlerin haklı tepkileri görülüyor ve bu yaygın ve güçlü toplumsal gerçeklik uygun bir siyasal zemine ve örgüt-eylem biçimine yerleştirilerek sermayenin çıkarları yönünde “eğitilip-kullanılmak” isteniyor.
Bir taşla iki kuş vurulacak; ilkin, devrimci-demokrat bir zemine yerleşerek sistemi zorlayabilecek bir potansiyelle yüklü olan halk güçlerinin öfkeli tepkisi sisteme yeniden içerilecek; ikinci olarak, Erdoğan’ın en büyük gücü olan toplumsal desteğinin karşısına aynı güçte bir toplumsal destekle çıkılacaktır. Süreç gerçekleşirken yapılacak uygun hamlelerle “karşı taraf” zayıflatılarak “dost güçler” güçlendirilecektir!
Kimse, hangi merkezin nerede toplanıp toplanmadığı ya da nasıl kararlar alıp almadığı konusuna kafa yormamalıdır. Önemli olan, yaşanan gerçek toplumsal süreçleri herhangi bir önyargıyla gölgelemeden nasılsalar öyle görüp-anlayabilmek ve o süreçlerde yer alan farklı toplumsal ve siyasal güçlerin toplumsal gerçekliğin içindeki gerçek eğilimler üzerinde konumlanarak kendi ihtiyaçları yönünde nasıl yol almaya çalıştıklarını anlayabilmektir.
Doğrudan göremediğimiz “karanlık” alanlarda görüşmelerin yapılıp-yapılmadığını, yapıldıysa kimlerle kimlerin buluştuğunu bilemeyiz, ama Marksist bilincimizle yaşanan gerçek olayları yüzeyindeki çöplerden arındırarak oldukları gibi görebilir, o olayların içinde oluşan eğilimleri saptayıp-anlamlandırabiliriz. Gerisi, teferruattır; ama olup biten “gizli” şeylerin de bir biçimde açığa çıkma gibi “huyları” vardır, unutmayız!
Evet, toplumsal gerçekliği, o gerçeklik içindeki farklı güçleri ve onların kendi ihtiyaçları yönünde davranışlarını, o esnada oluşan güç dengelerini ve o dengeler üzerinde hareket eden stratejik ve taktik yönelimleri gözleyip-anlamak yola çıkış noktasıdır. Bu temel zemin, zengin ve karmaşık bir dolayımlar ağıyla ilişkilendiği toplumsal yaşamın güncel sahnesinde/arenasında olup bitenlerle ortaklaştığı “bütünsel yapının” içinde görülüp-anlamlandırılmalıdır. Böylesi bir görüş ve anlamlandırma, her türden perdelemeyi yırtıp atacak ve isterse zifiri olsun bütün karanlıkları aydınlatacak Marksist metodumuzdur.
Sonuç olarak, bir “gizli” toplantıda alınan özel bir “karar” ve bu doğrultuda yürütülen bir “komplo” mutlaka gerekmez, toplumsal gerçeklik içinde “su akar yolunu bulur”, olması muhtemel olanlar yaşanır. Ötesi, temsilcisi oldukları toplumsal güçlerin ihtiyaçlarını görüp-kavrayan öncü politik hareketlerin güçlü sezgileri, örgütlenme ve eylem yetenekleriyle süreci hızlandırma ve kendi ihtiyaçları yönünde eğip-bükerek özel bir hedefe doğru yönlendirme kapasiteleri tarafından şekillenip-belirlenir. Şayet bir komplo olacaksa, onun başarı şansı toplumsal gerçekliğin gerçek olasılıklarıyla uyumlu olup-olmadığı üzerinden belirlenir, gerçeklikten kopuk içi boş afaki komplolar düzenleyicilerini batağa sokmaktan başka sonuç üretemezler.
İşte, yerel ve küresel sermaye güçleri, Erdoğan’ın canla başla yürüttüğü sermaye politikalarından memnun, ama onun aynı zamanda “keyfi” davranıyor olmasından, “bağımsız bir güç” olma ya da “stratejik bir otonomi” kazanma yönünde çabalamasından- “vasilik” iddiasında bulunmasından rahatsız ve öfkeliler. Ve, rahatsız oldukları konuyla sınırlı olarak davranıp söz konusu “pürüzü” temizleyebilmek için, toplumsal gerçekliğin içinde yaşanan gerçek süreçlerden/özellikle de geniş yığınların Erdoğan’a dönük tepkilerinden faydalanarak Erdoğan’ı frenlemek, etrafını kuşatmak ve kuşatmayı “Çin işkencesi” metoduyla daraltarak “vasilik” iddiasından vaz geçmeye zorlamak istiyorlar.
Ancak, küresel ve yerel sermaye güçlerinin sırtlarında epey yumurta küfesi var, oldukça sakınımlı ve soğukkanlı olmak zorundalar. Öfkeyle ya da öylesine bir keyfilikle davranırlarsa, epey ağır bedeller ödemek zorunda kalabilirler.
Kapitalizmin çok yönlü krizinin yarattığı olağanüstü koşullar yüzünden sermaye birikim süreçlerinin oldukça kırılgan-hassas dengelerin üzerinde konumlanıyor olması ve öne çıkıp egemen olmak için fırsat kollayan öfkeli kapitalizm karşıtı toplumsal güçlerin varlığı, sermaye güçlerinin adım atarken bile hesaplı-kontrollü davranmasını zorunlu hale getiriyor. Erdoğan onları rahatsız ediyor olsa da, şimdiki kaotik zamanlarda bir biçimde önlerini açabilme yeteneğini gösterdi, dolayısıyla hassas ve dengeli bir tarzda hatta aynı zamanda koruyup-kollayarak “sarsılması”, mümkünse ikna edilmesi, olmazsa çevrelenip-kuşatılarak kontrollü biçimde zorlanması gerekiyor. Tam da böyle davranıyorlar!
Yürüyüş, sermaye güçlerinin önünü açtı ve Erdoğan’ı zorladı, bakalım taraflar şimdiden sonra hangi hamleleri yapacaklar?
CHP’ye dönersek; O’nun, kimilerinin sandığı gibi, Maltepe sonrasında kendi küllerinden bir silkinişle yeniden dirilmesi ve kendi başına düşünüp-davranan bir özerk sermaye gücü olabilmesi neredeyse imkansız. Tarihsel olarak ömrünü tükettiği için artık öyle bir kapasiteye sahip değil. Sadece, kendisini zorlayan bir halkçı güç hala olmadığı için, bir müddet daha “kullanılabilir”, o kadar! O zaman da, Amerikalıların dediği gibi, “ölü adam yürüyor” olacak, ötesine de geçemeyecektir.
CHP, merkezinde Ordunun olduğu eski sistemin “devlet” partisiydi, o sistem artık tarihe karıştı; Ordu tümüyle sermaye aygıtı olma yönünde dönüşüyor; bildiğimiz anlamdaki CHP ise, boşlukta! Aslında diyebiliriz ki, ortada bir CHP var, ama o aslında kendisi değil, henüz ne olduğu tam belli olmayan başka bir “şey”, isminin tarihsel olarak temsil ettiği içeriği ancak çok zayıf olarak taşıyor.
CHP, Maltepe’de netçe ortaya çıkan yeni yönelimiyle, yeni bir kimlik kazanarak liberal seçeneğin “solcu” kanadı olma çabasında olsa da, yüksek ihtimalle öyle bir odağın önünü açma-oluşmasına yardımcı olmaktan öteye geçemeyecektir. Şimdi, liberal seçeneğin “muhafazakar-sağ” Akşener kanadıyla AKP’ye karşı bir ittifak alanı oluşturma, mümkünse HDP’yi de bu alana eklemleyerek sisteme içerme “görevini” yerine getirmeye çalışıyor. Ama, gelin görün ki, bu “görevinde” başarılı olursa, kendisinin buharlaşarak yok oluşunu da izlemek zorunda kalabilir. O, artık yamaları tutmayacak bir yamalı boca, dikişlerinin sökülmesi üzerinden dağılmaya ya da yeni dönemi temsil eden asabiyetleri daha güçlü, genç ve diri güç alanlarına doğru çözülmeye yazgılı görünüyor.
O’nun tek umudu, bin yılların despotik baskısı altında kötürümleşmiş ve kendisine güvenemeyen toplumsal isyan dinamikleri ve aynı zeminden çıkıp gelen kısır, boğucu, kendisini tüketen ama yenileyemeyen kimi toplumsal dokularımızın hala güçlü biçimde sürüyor olması. Dolayısıyla, CHP’de, ölüler evinin ölü bir üyesi olarak yaşamını sürdürebilir ve sonra hep birlikte coğrafyamızı kendileriyle birlikte içine doğru büzüştürerek boğabilirler.
Şayet, medeniyetlerin birbirinden ulaşılması zor coğrafi uzaklıklar içinde geliştiği ve ulaşım-iletişim olanaklarının şimdikiyle kıyas edilemeyecek zayıflıkta olduğu antik çağlarda yaşıyor olsaydık, sürecin boğulma yönünde evrilmesi daha güçlü bir olasılık olurdu; ama şimdi-günümüzde bütün coğrafyaların iç içe geçtiği yeryüzü koşullarında, tecrit coğrafyalara özgü öyle bir dinamiğinin çalışabilmesi çok düşük bir olasılık. Üstelik, günümüzün iç dinamikleri de kendi ihtiyaçları doğrultusunda bir “çıkış” yapmak için hareket halindeler.
Peki, CHP içindeki halkçı güçler, demokratlar, yurtseverler ve devrimcilerin varlığı, onların yanılsamalı bir bilinçle de olsa toplumsal özgürleşme yönündeki arzuları, onlar ne olacak?[1]
Bu alanda toplanan halk güçleri hem nitelik hem de nicelik olarak önemli bir gücü oluşturuyorlar. Özellikle laik-cumhuriyetçi aydınlar, kadınlar ve Aleviler, büyük çoğunluğu açısından demokratik bir cumhuriyetin kurucu güçleri olabilecek bir nitelik taşıyorlar. Kitlesel güçleri de oldukça fazla. Bu güçler, Gezi isyanının temel yürütücülerinden oldular.
Ancak, aynı güçlerin bilinçleri, isyan ettikleri toplumsal geriliğin/gericiliğin gölgedeki gerçek sebebi olan devletin etki alanında ve onun çarpık “ulus-devlet” ve “laiklik” tutumunu “fetiş nesnesi” olarak kutsallaştırıyor. O “kutsallaştırmalar” üzerinden adeta vurgun yiyen söz konusu bilinç, şikayetçisi olduğu bütün gericiliklerin yeniden üretilmesini dolaylı yollardan destekleyen bir tutuma sürüklenebiliyor.
Aynı zayıf ve kararsız bilinç, ancak güçlü ve net bilinçle yaşanabilecek olan bir kopuşun da önünü kapatıyor. Büyük bir arzuyla kopuş yönünde davranılırken aynı anda ve aynı güçte tam tersi yönde de davranılıyor, o süreçte yaşanan sonuçsuz çarpışmalar ve sürtünmeler gücün boşa harcanması ve morallerin bozulması sonucunu yaratıyor. Üstelik, sadece CHP değil, içinde sonuçsuzca çırpınılan çıkmazdan çıkışa öncülük yapması gereken birçok sol siyasal güç de aynı zaafla yüklüler.
Gezi döneminde gün be gün yaşanan kitlesel demokratik dönüşüm, CHP’nin solunda farklı tepkiler yarattı.
Zayıf bir güç alanı CHP’den kopuşma denemesinde bulunarak 7 Haziran öncesinde HDP’yi yokladılar. Bu yoklamanın genişlemediği ancak yok olmadığı da görülüyor. Daha güçlü bir CHP içi sol kanat ise, özellikle kitlesel-meşru hareketlenmelerde sol-sosyalist güçlerle birlikte hareket ediyor ve parti içinde bu yönde bir baskı alanı oluşturuyorlar. Başka bir güç alanı da, esas olarak CHP’de odaklanıp HDP ya da sosyalist solla ilişkilenme konusunda isteksiz olmakla birlikte, CHP’nin sol-demokrat bir parti olabileceğini düşünüyor, Gezi’nin kendilerine aşıladığı özsaygı ve demokratik bilinçle davranarak parti içinde güçlenmeye çalışıyorlar.
Öte yandan, partinin sağındaki küçük bir grubun da Perinçek’in “ulusalcı faşist” hattına doğru savruldukları görülüyor. Bu güçler, CHP’nin liberalleşerek “ulus devlete” yeterince sahip çıkmadığını savunuyorlar. O arada, Akşener’e doğru yapılan yoklamaların, “Yürüyüş” hamlesiyle durdurulduğu anlaşılıyor.
Merkezdeki sefil ve soğuk bürokratlar ise, donup kalmış bilinçleriyle davranarak “ah, o eski güzel günleri” sürdürmeye, sermaye ve zayıflayarak da olsa hala kendisini sürdüren kimi “derin” güçlerle alışık oldukları ilişkiler üzerinden güç devşirerek, parti içinde oluşup güçlenen sol eğilimi baskılayıp zayıflatmaya ya da etrafını kuşatarak dışlamaya çalışıyorlar. Bu güçlerin en önemli manevrası “Yürüyüş” oldu ve başarılı oldular. Bir “sol liberal” maske takma girişimi içinde oldukları anlaşılıyor. Kazandıkları inisiyatif üzerinden, Akşener’in “muhafazakar liberal” hattıyla ittifak yapmayı ve oluşacak alanın öncüsü olarak sermayenin Erdoğan’ı kuşatma hamlesini yürütmeye çalıştıkları anlaşılıyor.
İşte, “Yürüyüş” ve sonrasındaki kısa dönemi değerlendirirsek, öyle anlaşılıyor ki, ipleri elde tutan irade bir karar vermiş ve bu karardan vazgeçilmezse iplerin ucundaki “kukla” olan CHP, AKP’ye karşı tutumunda ısrarlı olacak.
Peki, “CHP, çıktığı yeni yolda ilerlerken Erdoğan’ın iradesiyle karşılaşınca, üstüne yüklenecek gerilimi kaldırabilecek mi ya da sürecin her adımında daha da artacak yükleri taşıyabilecek mi” diye sorsak, kim “evet, kesinlikle başaracak” diyebilir? Alışık olduğu gibi, gevşeyip rahatlayarak içine gömüldüğü bataklıkta yavaşça dibe doğru çökme konumuna yeniden yerleşebilir de; ama önceden uyaralım, AKP artık öyle zavallıca bir “rahatlama” imkanı bile vermeyecek!
3 – Kaotik ortam ve halk güçleri
Büyük küresel güçlerin, bölge güçlerinin ve başta PKK, IŞİD ve Hizbullah olmak üzere birçok örgütün Türkiye üzerine “hesaplar” yaptığı günümüz koşullarında, güçlü bir nicelik ve niteliğe sahip olan bazı halk güçleri, yaptıklarıyla o “hesapların” önünü açıp-destekleyen Erdoğan’ın yıkıcı olacağı şimdiden belli olan kaderiyle ortaklaşmayı ret ediyor. Uçuruma düşmeye, yani içerde ve dışarda aynı anda savaşa girmeye doğru gidişe her fırsatta tepki gösterilip itiraz ediliyor.
Bu güçler, en son “Hayır” kampanyasında kendi gücünü ve meşruiyetini hem görüp anladı, hem de dosta düşmana gösterdi. Özellikle Gezi’de patlayarak kendisini var eden ve sonrasında da inişli-çıkışlı bir biçimde kendisini bir biçimde sürdüren özgürlükçü-demokratik güçlerden söz ediyoruz.
Çok farklı toplumsal güçlerin bir koalisyonu olarak flu-bulanık bir bütünsellik içinde konumlanan bu güçler, sürekli yoklamalarla hem kendisi olmaya hem de kendisine alan açmaya/güneşin altındaki kendi yerini inşa etmeye çalışıyor. İnşa süreci, karşıt güçlere rağmen, onlarla yaşanan itiş-kakış içinde ilerliyor. O süreçte yaşanan gerilimler her ne kadar zorlayıcı olsalar da, süreci “belirleyerek” somutlaştırıyor, gerçekleşmesinin trafo merkezi-enerji kaynağı oluyor.
Tepkisi ve arayışları arkasını net bir özgürlükçü-demokratik kopuşa dayayamayan ve ancak bulanık bir biçimde (sistem-içi ve karşıtı yönelimlerin birbirine karıştığı) bir muhalefet kimliğini taşıyan söz konusu halk güçleri ve onların hareketleri, bağımsız bir özneleşme yaşayamıyor/kendisi olamıyor. Olamayınca da, ne yazık ki Erdoğan’ın kaderinin kendisini de belirlediğini görüyor. O meşum kaderin yıkıcı sonuçlarına doğru sürüklenirken öfkeyle çırpınsa da, sonuç alamıyor.
Üstelik, 7 Haziran’dan 16 Nisan’a, halk, önüne sandık koyulduğu zaman, her türlü karşı zorbalığa ve hileye direnerek kendi gücünü gösterdi ve iktidarı sandığa gömdü. Ama, o zaman da, seçimlerin bir sonuç yaratmadığı ve hatta yaratamayacağı bir ortamın içine hapsolduğu gerçeğiyle yüzleşti. Aynı zamanda, etrafına sinsice yığılan toplumsal ve siyasal zincirlerin, kendisini her an biraz daha sıkıştırarak sardığını an be an yaşayıp, etinde-kemiğinde hissederek anlıyor.
“Bu halk cahil, aptal, hiçbir şeyden anlamaz-hiçbir şey de yapamaz” gevezeliklerini Gezi’den beri sokaklarda defalarca tekzip eden halk güçleri, seçimlerdeki hilelerle demokratik tepkisinin de önünün kesildiğini ve kendisine bir diktatörlüğün dayatıldığını sezip-gördüğü günümüzde, yine de ısrarla ve bin bir biçimde hareket halinde!
Halk güçleri, yakaladığı her umut ışığının peşinden koşturup, adeta çırpınarak içine hapsedildiği karanlık tünelden çıkış yapmaya çalışıyor. Özellikle kadınlar, Kürtler, yoksul gençler, ekolojistler, laikler ve Aleviler üzerinden farklı biçimlere bürünen, ama “fiilen ortaklaştıkları” özgürlükçü-demokratik bir zeminde hareket halinde olan halk güçleri, son dönemde yaşanan işçi direnişleriyle derinlik ve zenginlik de kazanıyor.
Öncesi ve sonrasıyla 16 Nisan referandumu, hareket halindeki halk güçlerinin ortak bir “Hayır!” zemininde toplandıkları ve birbirlerini bir kez daha tanıyıp sınadıkları bir süreç oldu, halen de sürüyor.
Ancak, bu süreç her ne kadar “Hayır Meclisleri” biçiminde bir özneleşme nüvesi yaratsa da ve bu biçim özgürlükçü-demokratik bir halk özneleşmesine/Halk Meclislerine dönüşme potansiyeli taşıyor olsa da, referandum sonrasında kendisini süreklileştirebilen yeterli bir güç kazanamadı. Bir süreklilik var ama bu kazanım çoğunlukla birkaç şehrin bazı semtlerine sıkışmış durumda ve oralarda da az sayıda öncü güç tarafından yürütülüyor. Olumlu yön, zayıf da olsa kendisini sürdürebilmesi ve halkın bir gerekçeyle hareketlendiği anlarda hemen canlanma yeteneğini gösterebilmesidir.
“Hayır Meclisleri”, artık geçmişte kalan referandumla sınırlı olmayan bir yapıya hızla dönüşüp güncel bir çekim gücü kazanarak ve halka güven verecek bir sorumlu pratik duruş inşa ederek güçlü bir özgürlükçü çıkış yapabilir. Böylesi bir çıkış için; ilkin, bu duruşun süreklileşmiş bir hareket içinde kendisini var etmesi ve içinde topladığı farklı toplumsal güçlere asla indirgemeci yaklaşmaması, hepsinin kendi ihtiyaçlarını özgürce dillendirmesinin önünü açması gerekiyor. İkinci olarak da, bu yönelimlerin hepsinin kendisini var edebileceği bir ortak siyasal program-hedef belirlenmesi gerekiyor.
Çekim gücü, ancak duruşunu ve hareketini bütün halk güçlerini kapsayabilecek bir yapısallık olarak inşa eden ve bunu herkes tarafından netçe anlaşılıp benimsenen bir program-hedef zeminine yerleştirip- o zeminle uyumlu hale sokarak konumlandıran siyasal-toplumsal özneler tarafından kazanılabilir.
Bu bir “kendisi olmadır”, “özgür” özneleşmedir/halkın kendisinin ve ihtiyaçlarının bilincine varması ve söz konusu ihtiyaçların ancak kendi pratiğinin ürünü olarak karşılanabileceğinin kavranması zemininde yaşanan bir özneleşmedir.
Halkın devrimci-demokratik özneleşmesi, günümüz koşullarında, faşizme doğru yönelen iktidara tepki duymakla yetinemez. O, kendisini, kendi ihtiyaçlarını esas alan bağımsız özgürlükçü-demokratik bir program zeminde konumlandırır. Dolayısıyla, Erdoğan’a karşı duruşunu ne güncelliğin karmaşası içinde sürükleneceği sorumsuz bir başıboşluk içinde tutar ne de “eskiye-Erdoğan öncesine dönüş” çıkmazında boğar.
Bu yapısallıktaki bir özneleşme sürecinde esas olan, içinde bulunduğumuz güncellikte hareket halinde olan toplumsal güçlerin hareketlerini sürdürmelerine yardımcı ve gerektiğinde öncü olmaktır.
Bu hareketlerin, egemen güçlerin ihtiyaçlarıyla “gölgelenmeden” halkın kendi bağımsız ihtiyaçları zeminine yerleşmesi ve baskı altına alınıp sıkıştırılan başka halk güçlerini de yanlarına katarak sürmesi yönünde sabırlı ve soğukkanlı bir çaba içinde olmak gerekiyor. Aynı zamanda, farklı halk güçlerinin yine farklı olan güncel ihtiyaçlarının, birbirinden kopuk koşuşturmalar içinde karşılanamayarak moralsizlik yaratmaması için, hepsinin ihtiyaçlarıyla uyumlu bir ortak toplumsal ve politik zemine yerleşilebilmelidir. Ayrıca, o zeminin üreteceği bağımsız hedefin ortaklaşa savunulup dövüştürüldüğü bir örgütsel-pratik konumlanışı da inşa etmek gerekiyor.
Hareket halindeki nesnel toplumsal güçler olarak kadınlar, Aleviler, doğa savunucuları, gençler, kent yoksulları ve son dönemde zayıf ama istikrarlı bir direnme eğilimi gösteren işçilerin güncel hak arayışlarının içinde olunmalı ve aynı zamanda kendilerini güçlü biçimde gösteren demokrat, laik ya da cumhuriyetçi özlemler savunulmalıdır. Bu süreçte, hareketlere ve özlemlere hizmet eden bir destekçi tutumdan öncülük yapan bir devrimci tutuma dek yayılan geniş bir alana yayılan farklı tutumlar, mücadelenin güncel ihtiyaçlarına göre hızla uygulanabilmelidir. Ve elbette, güncellikte özellikle öne çıkan halk güçlerinin arasında dayanışma kanalları açarak karşılıklı akış sağlayan ve onları uygun zeminlerde ortaklaştırabilen bir politik iradenin hayata geçirilmesi gerekiyor.
Bu irade, kendisini gerçekleştirirken, boş hayallere kapılmayacak ve kaotik ortamın dağılıp-çözülme yönünde yaptığı baskılara direnmek zorunda olduğunun bilinciyle davranacaktır. Kendisini ve halk güçlerini sürekli diri tutması, güçleri ortaklaştırması ve yorgunluk-boş vermişlik, panik gibi kaotik dönemlerin “yenilgiyi kabullenen normallerine”, özgürleşme arzusunun neşesi ve gücünün bin bir biçime bürünüp üreteceği atılganlık, esneklik, kapsayıcılık ve yaratıcılık gibi kendi “devrimci normallerini” dayatması gerekiyor. Gezi direnişi, devrimci normallerin ne olabileceğine dair zengin deneylerle dolu!
Öte yandan, İslam’ın Erdoğan tarafından eğilip-bükülerek çıkarlarına uygun hale sokulmasına/Erdoğanist bir İslam olarak yeniden oluşturulmasına karşı oluşan tepkileri gözleyip-desteklemek, tam da egemenlere hizmet eden gerici yorumunun güçlendiği dönemde, yoksullara-halka hizmet eden halkçı-demokratik bir İslam yorumunun güçlenmesinin önünü açmak gerekiyor.
İçinde yaşadığımız coğrafyanın toplumsallaşmasıyla iç içe geçen ve neredeyse her hücresine sızan Müslümanlık, şayet bir “Biz” varsa, onun tam da ortasında ve yaşadığımız olağanüstü tarihsel dönemden demokratik ya da devrimci “çıkış” süreçlerinde güçlü biçimde yer almaya yazgılıdır. Egemenlerin arasındaki “kayıkçı dövüşünün” etki alanında konumlanıp Müslümanlığı gerici güçlere “hediye eden” duruşa karşı, onun egemenlerin hizmetindeki gericiler tarafından yok edilmeye çalışılan dayanışmacı-ortaklaşmacı komünal potansiyellerinin egemen olacağı halkçı seçeneğinin inşasının önünü açmak gerekiyor.
Din söz konusu olduğunda, yarım kalmış Kemalist burjuva devriminin “çarpık” anlayışını kendi sözümona “sol” bilincinin merkezine yerleştiren ve aslında tarihin çöp sepetine atılması gereken solun geçmiş zaaflarını aşmak yerine ön-kabul düzeyine yerleştirip kendileriyle bütünleştirenleri “sollayıp” geçmek ve kendi kaderleriyle baş başa bırakmak gerekiyor. Devrimci-komünistler, egemenlerin şu ya da bu fraksiyonunun etki alanında konumlanmak ve kaçınılmaz olarak “güçsüz-etkisiz olan ve etkisi altında olduğu egemen fraksiyona hizmet eden” bir duruş içinde olmak yerine; kendi bağımsız tarihsel ve güncel ihtiyaçlarını esas alan bir konuma yerleşip, uygun gördüğü sistem içi güçleri bile uygun gördüğü biçimde etkisi altına almaya çalışabilir. Şayet kendisini ciddiye alıp da hedefine ulaşmakta kararlıysa böyle davranmaya zorunludur.
Evet, işçi sınıfının sömürünün azgınlaştırılmasına karşı bir savunma refleksi olarak hayata geçirdiği fiili grevler ve direnişlerle, her türlü edep sınırını aşan erkek saldırganlığına karşı yükselen kadın kurtuluş hareketiyle, inançları ötekileştirilip devlet terörü ve toplumsal baskı altına alınan Alevilerin var olma çabasıyla, özgürlük arayışı içindeki gençler ve aydınlarla, doğanın talan edilerek yıkılmasına karşı yaşama hakkını ve doğayla uyumlu bir yaşamı savunanlarla, işsizlik ve yoksulluk cehenneminde sonsuza dek yanmaya mahkum edilerek toplum dışına itilenlerin öfkesiyle iç içe geçmek, onların meşru direnme haklarını kullanmalarına farklı biçimlerde yardımcı ve öncü olmak gerekiyor.
Ek olarak, bir yandan uyuşturucu ve fuhuş diğer yandan afyonlaştırılmış din ve sadaka dağıtımıyla, yoksulları yozlaştırıp çürüterek-düşürüp teslim alma politikalarına karşı, farklı biçimlerde dayanışma ağları kurmak, demokratik kültürü yaygınlaştırmak, ortak yaşam/dayanışma alanlarını yaygınlaştırıp zenginleştirmek ve demokratik-halkçı içerikle doldurmak gerekiyor.
Sosyal hakların gasp edilmesi ve toplumsal zenginliklerin yağmalanmasının derinleştirilerek sürdürüleceği ve henüz dokunulmayan kimi alanlara da hukuksuz-keyfi saldırılar düzenleneceği açıklanıyor. O halde, açgözlü sermayenin çıkarlarını topluma dayatan neo-liberal çapulcuğun gerçekleştirilmeye çalışıldığı her yeni hamlesinde halkın haklarını savunmak, hızla savunma mevzileri inşa etmek ve yaşama hakkının tehlikeye düştüğünün bilinci ve öfkesiyle direnmek gerekiyor.
İşte, halkçı-özgürlükçü-demokratik ve devrimci bir özneleşme, günümüzde ancak bu zorunlu eşiklerin aşılması sürecinde ve aşılabildiği oranda gerçekleşebilir. İşçi sınıfının son dönemdeki hareketliliği de, güncel bir hareketli toplumsal güç olmanın ötesinde ağırlık taşıyarak, özgürlükçü- halkçı öznenin ihtiyaç duyduğu toplumsal ve tarihsel derinliği ona kazandırma potansiyelini taşıyor.
O noktada, iki uçta yaşanan zaaf, şimdilik kendiliğinden akış içinde güç biriktiren halkçı özneleşme sürecini sakatlayıp, dumura uğratıyor.
İlkinde, halka “araçsal” yaklaşımın ürettiği “indirgemeci” bir tutumla, hareket halindeki halk güçlerinin ana motivasyon kaynağı olan güncel ihtiyaçlarını giderme arzusu küçümsenip aşağılanıyor ya da önemsenmiyor. Ve sonuçta, halk, parlak bir nutukla kendisine sunulan bilmem hangi örgütün ya da kişinin “kurtuluş reçetesinin” ihtiyaçlarını esas alan bir pratiğe zorlanıyor. Sonuçta, halkın güncel ihtiyaçları önemsenmiyor, “gerçek kurtuluşun” ihtiyaçları yönünde erteleniyor ya da eğilip-bükülüyor.
Burada, halkın gerçek hareketinden/dolayısıyla halkın kendisinden kopuk-onun adına örgütlenip-davranan “kerameti kendinden menkul” bir uyduruk/pseudo “özneleşme” yaşanıyor ve halkın bu öznenin ihtiyaçlarını gideren bir “araç” gibi davranması istenip-bekleniyor.
Halka, halkın kendi ihtiyaçları üzerinden kendisi olarak özneleşmesine güvenip-inanmamanın ve aynı zamanda halkın özneleşmesi sürecinin zahmetli-karmaşık pratiğinden kaçarak “kısa” yoldan “kolay” zafer peşinde koşma arzusunun, böylesi bir zaaflı tutumu ürettiğini saptayabiliriz.
Gerçekte ise, o zahmetli görülüp kaçılan süreç, o süreçte aşılan zorluklar ve yaşanan “belirlenmeler”, hem özneleşme sürecinin “boşlukta” ya da “hayali” değil “gerçek” bir olgu olarak gerçekleşmesini sağlayacak hem de doğrudan sürecin içinde olan halkın kendi pratiği üzerinden kendisini “eğitmesi” ve kendisi olarak özneleşmesi yaşanacaktır. Öncülük, işte tam da böylesi bir halk özneleşmesinin içinde ve önünde olunduğu kadarıyla tarihsel bir ağırlık kazanabilir.
Kendi ihtiyaçları üzerinden yürüttüğü kendi pratiği içinde özneleşen halk güçleri, aştığı her eşikle güç, derinlik ve kendine güven kazanacak, başka öznelerin etkisi altında kalmak bir yana kendisi muazzam bir çekim gücüne ulaşarak farklı özneleri kendi etki alanına alabilecektir. Böyle bir güç alanı, riskli sistem içi güçlerle hatta kimi zaman karşıt öznelerle dahi gel-geç ittifaklar kurabilir ama kendisinin bağımsız konumlanışından kopmaz, ister fırtına essin isterse kasırga her durumda kendi yolunda yürümeyi başarabilir.
İlkinin zıttı konumunda olan ikinci zaaflı duruşta ise, sırf güncellikte hapsolan “dar pratikçi” bir tutum benimseniyor ve farklı halk güçlerinin son derece geniş bir alana yayılan oldukça farklı güncel ihtiyaçlarını savunup-kazanmayla kendisini sınırlayan bir pratik sergileniyor.
Evet, günümüzdeki sömürü ve ezme pratiklerinin sonucu olarak, en temel ve vazgeçilmez hak olan yaşama hakkı bile tehdit altındadır. Kapitalist sistem tarafından alta itilen ve son on yılların neo-liberal sömürü metotlarıyla yoksullaştırılan; aynı zamanda “demokrasi” yokluğundan kadın, Kürt ya da Alevi olmak gibi insani-toplumsal kimlikleri üzerinden ezilip-sömürülen halk güçlerinin güncel ihtiyaçları olağanüstü acillik ve yakıcılık taşıyor. Zaten tam da böylesi bir yakıcılıktan dolayıdır ki, onca baskıya hatta teröre rağmen halk güçleri ısrarla kendi ihtiyaçları doğrultusunda davranmaktan vazgeçmiyor. Geldiğimiz güncellikte halkın peşinde olduğu en temel ve vazgeçilmez hak olan yaşama hakkıdır!
Ancak, sırf ve sadece acil-güncel ihtiyaçlar üzerinden bir pratik yürütülürse, özneleşmek kesinlikle gerçekleşmeyecek, hatta en basit ihtiyaçları giderecek kalıcı sonuçlar almak bile zorlaşacaktır. Ve zaten, o haklar kazanılsa bile, şayet onları koruyabilen bir halk özneleşmesi gerçekleşmemişse, egemen güçler, uygun zamanı kollayarak ve ellerindeki muazzam imkanları kullanarak geri alacaktır.
Ayrıca, halk bir ihtiyacı üzerinden mücadele ederken ona dayatılan yeni sömürü ve ezme metotları yeni ihtiyaçlar ortaya çıkaracaktır. Güncel ihtiyaçlar bitmez, sömürünün yoğunlaşmasıyla doğrudan ilişki içinde olarak, sürekli zenginleşerek artar. Ve, sırf güncellikle ve acil ihtiyaçlarla sınırlı bir pratiğin sonunda, kaynakla/bataklıkla hiçbir zaman savaşmayan ama sürekli sivrisineklerle uğraşan bir sonuçsuz çırpınma hali kadere dönüşür.
Evet, sırf güncel ihtiyaçlarla sınırlı bir pratiğin sonunda, sanki “iğneli fıçı” içinde çırpınır gibi bir durum ortaya çıkacak, sistemin sürekli yeniden ürettiği sorunların peşinde çoğunlukla sonuçsuz kalacak bir koşuşturmayla sınırlı bir pratikle, biriken toplumsal enerji boşa akıtılarak tüketilecektir. Bu durum, başlangıçtaki umutları süreç içinde umutsuzluğa dönüştürecek, mücadele etme anlamsızlaşacak, halk evine dönecek, umutları besleyecek sonuçlar yaratamayan öfkeli direnişler tersinden çürütücü sonuçlar yaratabilecektir.
Öte yandan, söz konusu dar pratikçi zaaflı duruş, kendi yolunda ilerleyerek moral üretip enerji yaratma kapasitesine sahip olamadığı için halkçı bir özneleşme de yaratamayacaktır. Özneleşemeyen halk güçlerinin çırpınma halindeki güncel mücadelesi ise, özneleşebilen egemen güçlerin etki alanına girmeye yazgılı olacak, halkın haklı özlemleri onları kullanan başka/sistem içi güçlerin hizmetinde çürütülecektir.
İşte, halkın özneleşmesi, ancak ve sadece halkçı-devrimci bağımsız duruşun sigortası olan özgürlükçü-halkçı bir programa/hedefe sahipse, bütün güncel mücadeleler bu hedefe doğru yönelebildiği oranda ve bu hedef tarafından eğitildiği takdirde sağlanabilir. Üstelik en çok ve en sağlam güncel halkçı-demokratik kazanımlar da böylesi bir zeminde elde edilebilir. Kazanımların ürettiği moral ve güç ise, mücadelenin sürekliliğinin sigortası olacaktır.
Ayrıca, özneleşmenin ve kazanımların önünü açan söz konusu hedef de, doğru zeminde konumlanarak mücadele eden halk güçlerinin pratiği tarafından eleştiriye tabi tutulacak, sırf söylem/iddia olmaktan çıkarıldığı bu eleştiri süreci içinde renklenip canlanarak zenginleşecek, somut-tarihsel bir gerçekliğe dönüşecektir.
Herkesçe bilinen ve sırf güncelliğe hapsolmayan bir stratejik duruşunun ürettiği net ve açık hedefe/hedeflere sahip olan halkçı-devrimci politik öznenin yürüttüğü güncel mücadeleler, günlük akışın git-gelleri içinde kaybolmaz. Bu durumda, o momentteki mücadele ne kadar güncelliğe yayılırsa yayılsın, ayaklarını sağlam zemine bastığı ve kendi bağımsız tarihsel ihtiyaçları üzerinden saptadığı bağımsız hedefe/hedeflere sahip olduğu için, güncel duruşunu o zemin ve hedeflerle dengeleyecek, eğitip güçlendirecektir. Alınan her başarılı sonuç da, özneleşme sürecini daha ileri zeminlere taşıyacaktır.
İşte, iki uçtaki zaaflı duruştan kopuşmuş “özgür” bir özneleşme süreci, halkın kendisi olarak ve kendisi için örgütlenmesinin, mücadelesinin sürekliliğinin, sonuç almasının ve kendine özgü-bağımsız ve özgürlükçü bir seçenek haline sıçramasının güç kaynağıdır.
Öte yandan, özneleşme sürecini var eden pratiğin önerdiğimiz “içeriği” kadar, kendisini gerçekleştirme “biçimi ve üslubu” da önemlidir.
Şimdi üstte olan ve sanki her şeye hakimmiş görünümündeki egemen güçlerin süreklileştirdiği baskı sürekli yükselerek zulüm aşamasına geçmeye başlayınca, kimi sol güçlerde şekillenen “geri durarak zulmün şiddetini üstüne çekmeme” tutumu; ilk anda gerçekten hedefine ulaşsa da, bu tutum aslında egemenlerin önünü açıp faşizmin yerleşmesini kolaylaştırdığı için, kaçınılan zulüm eninde sonunda gelip söz konusu “çok akıllı” güçlerin de kapısını çalacaktır.
Zaten, bu güçlerin bağımsız-özgürlükçü bir halk özneleşmesi yükünü taşımak istemedikleri, daha çok CHP’nin şemsiyesi altına sığınmayı tercih ettikleri görülüyor.
Tersinden, çok sayıda kriz bileşenli kaotik ortamın karmaşası ve yüksek geriliminin bilinçlerini baskıladığı anlaşılan kimi sol güçlerin de, somut şartların dayattığı eşiklerin aşılması zorunluluğunu ve güç dengelerinin dayattığı kimi “sakınımlı” tutumları “sıkıcı” buldukları görülüyor. Onların, içinde yaşadığımız yakıcı-gergin gerçeklikten “içi boş ama parlak ve hayali” bir kopuş yapmayı tercih ettikleri, hatta kimilerinin de “ısınmak için evlerini yakmayı” uygun gördükleri anlaşılıyor. Öncekiler “geri” basarak somut koşullardan kaçarken, bu güçler de “ileri” hoplayarak somut koşullardan kaçıyorlar.
Halkın özneleşmesi gibi “küçük” sorunlarla uğraşmayan bu “panikçi-uçkun” güçlerin, çoğunlukla Kürt hareketinin şemsiyesi altına sığındıklarını görüyoruz.
Şimdi, bütün karmaşası, hızı, yakıcılığı, yüksek gerginliği ve sertliğiyle bir kasırga gibi esen ve olağanüstü sürprizlere gebe olan günümüzün kaotik ortamına, devrimci heyecanla ama aynı zamanda işçi sınıfının tarihsel sorumluluğuyla tam boy girmenin, sürekli çarpacak yüksek gerilim dalgalarıyla baş etmenin, zulme karşı soğukkanlıca direnmenin zamanıdır. Panikçi sağa ve sola savruluşlara karşı baraj kurup sürekli tahkim etmek, ana sıkışmayıp zamana yayılmak ama aynı zamanda her anı kazanma hırsını yüklenmek, bizim umudumuzu yok etmeye çalışanlara inat özgürlüğün sahici neşesini asla kaybetmemek gerekiyor.
Zaten, halk güçlerinin güncel ihtiyaçlarıyla kaynaşmış ama aynı zamanda özgür ve adaletli bir dünya hayaliyle dolu olan devrimci komünistlerin başka türlü davranma serbestlikleri de yoktur. İçinde konumlandıkları halk güçlerinin güncel hareketi ve o hareket içindeki günlük pratiklerine ışık tutup yön veren sosyalist bir dünya hakkındaki kızıl hayalleri, devrimci komünistlere “güncel ve tarihsel sorumluluk” yükler ve başka türlü davranmalarına izin vermez.
Acil hedef: Demokratik Cumhuriyet
Demokratik Cumhuriyet olgusu, dünya tarihine burjuva devrimleri çağında girdi. O, esas olarak burjuvazinin “devrimci” olduğu serbest rekabetçi kapitalizm döneminin ürünüdür.
Demokratik Cumhuriyet, siyasal ve ekonomik iktidarın/gücün bir merkezde (en tepede kralda ve altındaki feodal beylerde) toplandığı feodal dönemi aşarak kendi sistemi kapitalizmi inşa eden serbest rekabetçi burjuvazinin egemenlik biçimidir. Burjuvazi, kendisini güçlendirmeye ve giderek egemen kılmaya çalıştığı ilk dönemlerinde, karşısındaki yerleşik feodal iktidara karşı mücadelesinde feodal baskı ve sömürüye karşı öfkeli halkın desteğine ihtiyaç duymuş ve kendi öncülüğü/hegemonyası zemininde halkla ortaklaşmıştır. İşte, demokratik cumhuriyet, keyfi bir seçimin sonucu olarak değil ama çağın koşullarının belirlediği bir olgu olarak, burjuvazinin monarşiye karşı yürüttüğü egemenlik mücadelesinin içinden çıkıp gelmiş somut-tarihsel bir olgudur.
Burjuva demokratik cumhuriyette, “ekonomik” ve “siyasal” alan birbirinden “ayrıdır.“ Ayrıca, “siyasal” alanda da “biçimsel” bir güçler ayrılığı sistemi hakimdir ve söz konusu yasama, yürütme ve yargı güçleri, birbirlerini denetleyerek cumhuriyetin iç dengesini sağlar. Burjuvazi, toplum üzerindeki egemenliğinin güncel işleyişini, keyfi değil önceden belirlenmiş kurallar-yasalar üzerinden kurup işleterek kendi iktidarını hem dengeler hem de toplumsal meşruiyete kavuşturur.
Burjuvazi, ancak halka dayanarak feodal egemenlere üstünlük kurabilmiş, burjuvazinin hegemonyasında da olsa sokaklarda yaşanan mücadele döneminde özgün bir halk özneleşmesi yaşanmıştır. O arada, bir sınıf olarak kendisinin ve ihtiyaçlarının farkına varan işçi sınıfının, halkın diğer ögelerinden farklı özel bir özneleşmeye yöneldiğini de belirtmeliyiz.
Halkın özneleşme süreci, burjuvazinin hegemonyasında ve onun egemenliğinin inşası için yürütülen bir süreç içinde gerçekleşmiş olsa da, feodal dönemden farklı olarak ekonomik alandan “özerk” bir kapasite kazanan siyasal alanın içinde demokratik bir ögenin var olmasında (hem oluşumunda hem de kalıcılaşmasında) belirleyici rol oynadı. Evet, burjuvazinin kendisi de, feodal mutlakiyetçi egemenliği yıkıp kendi sistemini inşa ettiği ilk “ilerici” döneminde, kendi önünü açıp egemenliğini örgütleyebilmek için siyasal demokrasi açılımını yapmaya koşullanmıştı, ama o açılıma kendisinden çok halk güçleri sahip çıkmıştır.
Burjuvazi cumhuriyetin demokratik içeriğini hiçbir zaman içine sindirmemiş, bu içerik kendisinin egemenliğinin toplumsal ve siyasal dengelerini kurup kalıcılaşmasının toplumsal meşruiyetini üretmesine rağmen onu kendi üzerinden bir baskı olarak görmüş, her fırsatta tırpanlayarak zayıflatmaya ya da tümüyle tasfiye etmeye çalışmıştır. Tekelci-emperyalist dönemde ise, demokrasi finans-kapital için tümüyle “fazlalık” haline gelmiş, “yapısal olarak gericiliğe eğilimli” olan bu özel sermaye zümresi, kendi yapısal krizleri tarafından şimdiki gibi “sıkıştırıldığı” dönemlerde en kanlı faşist diktatörlükleri inşa etmekten çekinmemiştir.
Öte yandan, o çok öne çıkarılıp üstüne bolca methiyeler yapılan güçler ayrılığı, aslına bakılırsa burjuva devletinin “görülmeyen” ve denetlenemeyen “karanlık” derinliğinde hiçbir zaman geçerli olmadı. Kapitalist sistemin ve onun içindeki devletin ana-stratejik işleyişini belirleyen yönelimler hiçbir kısıtlamaya tabi olmadan bu “merkezde”/başka bir deyişle “derin devlette” kararlaştırılmış ve aynı yere bağlı güçler tarafından “örtülü ödenekler” tarafından finanse edilerek “devlet sırrı” koruması altındaki “operasyonlarla” yürütülmüştür.
Tekelci-emperyalist dönemde, sermaye birikim süreçleri açısından engelleyici bir “pürüz” olarak görülerek her fırsatta aşındırılan hatta tasfiye edilmeye çalışılan “biçimsel” güçler ayrılığı ve anayasal güvence altındaki diğer demokratik kurumsallaşmalar, onların oluşup yaratılmasında doğrudan katkıda bulunan emekçi halk güçlerinin kimi zaman iç savaşa dek yükselen savunma iradeleri sayesinde yaşayabilmiştir. Burjuva demokrasisi ve burjuva demokratik kurumlar ve haklar, isimlerinin ima ettiğinin aksine aslında burjuvaziye rağmen ve halkın gücü sayesinde var olabilen olgulardır. Bu “tuhaf” çelişki, ama aslında çok da “rasyonel” bir tutum olarak, kapitalist sistem içinde yaşayan halkın sermayenin saldırılarına karşı kendini savunma stratejisinin içinde yer alır.
İşte, burjuva demokrasisinin inşası ve korunması sürecinde gerçekleşen halk inisiyatifi, yarattığı demokratik ögelerin güçlendirilmesi hatta egemen kılınması üzerinden halkçı-demokratik bir cumhuriyet ve hatta daha ötesinde (Engels’in de vurguladığı gibi) sosyalizmin inşası için uygun bir zemin olarak gerçekleşebilecek farklı demokratik cumhuriyet olasılıklarına ön açmış-imkan tanımıştır. İşçi sınıfı da, kendi sosyalist düzeninin inşa sürecinde/geçiş sürecinde kurmaya yazgılı olduğu ittifaklara uygun bir zemin olarak demokratik bir cumhuriyetin inşasına katılabilir, güç dengelerinin elverdiği ölçüde öncülük de yapabilir.
Söz konusu olan, gelişmesi için önündeki engel olan burjuva egemenliğinin Venezüella’da olduğu gibi geriye itilip zayıflatılmasıyla ya da Küba’da olduğu gibi yıkılıp-çözülerek dağıtılmasıyla inisiyatif alan halk güçlerinin, kendi ihtiyaçlarını ve kendi egemenliklerini esas alan bir demokratik cumhuriyeti inşa etme imkanıdır.
Temellerini halkçı-demokratik bir zemine konumlandıran bu “inşa”, farklı toplumsal güçlerin ortak çıkarlarını kurumsallaştıran bir halk iktidarı olarak kendisini gerçekleştirecektir. İşçi sınıfı da, burjuvazinin terk ettiği demokratik cumhuriyete sahip çıkıp onu kendi tarihsel ihtiyaçları temelinde yeniden anlamlandırıp-kurarak, çok farklı toplumsal güçleri kendi etrafında toplayıp güç dengelerini zorlamanın zeminini oluşturmuş, mücadele ve inşa süreci içinde kendi siyasal “eğitimini” alarak “hegemon-toplumsal güç” olabilecek bir olgunluk edinmiş ve söz konusu hegemonyanın toplumsal meşruiyetini üretme imkanını kazanmış olacaktır.
Ülkemizde ise, Batı’da yaşanandan farklı bir kapitalist inşa süreci gerçekleşti.
Burjuvazinin “devrimci” rol oynadığı serbest rekabetçi bir dönemin yaşanmaması ve devlet fideliklerinde yüksek himaye altına alınarak beslenip güçlendirilen (antika sermaye güçlerinin en irilerinin içinden çıkıp gelen ve ister istemez onun damgasını taşıyan) vurguncu finans-kapital zümresi gerçekliği, Türkiye kapitalizminin belirleyici merkezinde konumlanıyor.
Siyasal alanda da, yeni devlet burjuva demokratik bir zeminde inşa edilmedi. İttihatçı ve Kemalist girişimlerin sonunda yeni bir devlet kurulsa da, odağına Ordunun vesayeti geçirildi. Çözülerek dağılan Osmanlı devletinin yerine inşa edilen Ordu merkezli yeni devlet, Sümerlere dek uzanan tarihin derinliklerinden gelip günümüze tutunan despotizmin damgasıyla var oldu.[2]
Sermayenin güçlendiği oranda devletin zirvelerine doğru yaptığı egemenlik hamleleri, onun Ordunun keyfi despotluğunu “tırpanlayarak” egemenliğin zirvesindeki yerini genişletmesi ve nihayet Erdoğan üzerinden tümüyle tasfiye etmesi yönünde aktı. Ama, görüldüğü gibi, yeni “despot adayı” oldukça kararlı olarak kendisini dayatıyor. Erdoğan’ı kullanarak Ordunun “vesayetini” tasfiye eden sermaye güçlerinin de, devletin despotik yapısını değil onda saltanat süren Ordu kurumunu hedeflediği, tasfiye bir yana söz konusu yapının “nimetlerinden” faydalanmak konusunda oldukça istekli oldukları “Başkanlık Sistemi” denilen despotik kurumsallaşmayı desteklemelerinden açıkça görülebiliyor.
İşte, kendisini “aynen” değil ama “değişip-dönüşerek” yeniden üreten özgün bir tarihsel eğilimle/gelenekle karşı karşıyayız. TC, artık bir burjuva devleti ama despotizmin damgasıyla var oluyor. “Bonapartizm” ya da “Faşizm” olguları da, bu gerçekliğin içinden kolayca çıkıp gelebiliyor ama “klasik”-“kitabi” halleriyle değil, bu coğrafyaya özgü somut-tarihsel biçimlere bürünmek zorunda kalarak kendilerini gerçekleştirebiliyorlar. Ya da, aynı gerçeklik başka bir yönünden okunursa, despotik damgalı oligarşik-totaliter yapı günün koşullarına uyumlu biçimlere bürünerek bir biçimde kendisini sürdürmeye çalışıyor. “Demokratik” ya da “faşist” uçları kendi bünyesinde üretip-var ederek, güncel zorlamalar karşısında öylesi “görünümlere” bürünebiliyor.
Öte yandan, sermaye güçlerinin yaptıkları müdahalelerin tam tersi yönden gelen başka bir girişimi halk güçleri yaptı. Cumhuriyet tarihinin tümüne farklı biçimler ve güçte yayılarak devletin demokratikleşmesi yönünde baskı yapan halk hareketliliği, özellikle 60’lı ve 70’li yıllarda belirleyici oldu. Şimdi de Gezi’den günümüze uzanan dönemde görüldüğü gibi, halkın demokratikleşme yönündeki baskısı devam ediyor.
Türkiye’de kapitalizmin gelişmesiyle gittikçe genişleyen işçi sınıfının ve farklı halk güçlerinin özgürleşme ve sosyal haklar temelinde yaptığı mücadeleler, devletin despotik damgalı oligarşik ve totaliter yapısına hasar vermiş ve kimi demokratik hakların halkın gücü oranında genişleyip-daralarak fiilen var olmasını sağlamıştır. Özellikle 1965-80 arasında fiili bir burjuva-demokratik “ara dönem” yaşanmış olsa da, 12 Mart 71 darbesinin yarım bırakıp tamamlayamadığını başaran 12 Eylül darbesi halkın kazanımlarını olmamışa çevirebildi. Çoğunlukla darbe dönemlerine “ara dönem” dense de, aslında demokratik kazanımların güçlendiği kimi dönemlere “ara dönem” demek gerçekliğe daha uygun düşecektir.
Kapitalizmin binlerce yıldır yerleşik olduğu köylerden sökerek şehirlere sürüp ortada bırakıverdiği halkın, ayakta kalıp yaşayabilmek için adeta çırpınarak sermayeye ve onun despotizmine karşı kendisini savunması, zayıflayıp güçlendiği farklı dönemlerden geçerek hep var oldu. Bu itiş-kakış içinde sürekli zorlanan ve her ne kadar kendisini kutsallaştırsa da, uyguladığı zulümle meşruiyet kaybına uğrayan oligarşik-totaliter yapı, günümüzde içine düştüğü devlet krizinde, kendi içinde konumlanan farklı fraksiyonların egemenlik savaşlarıyla da yıpranıp-güçsüzleşiyor.
Koşullar, despotizmi güçsüzleştirerek çözülmeye zorlarken zulmü de artıyor, ama halkın özgürleşmesi açısından hiç olmadığı kadar uygun bir ortam da oluşuyor. Demokratik bir cumhuriyet, despotizmin zayıflamasından faydalanarak, onun varlığı koşullarında ve ona rağmen kendisini fiilen inşa edebilir ya da despotizmin yıkıntılarının üstünde şekillenebilir.
Yazının içinde vurguladığımız günümüz Türkiye’sinin aynı anda farklı toplumsal odaklaşmalar içermesi gerçekliği ve bu odaklar arasında yaşanan yüksek gerilimli mücadele, yarattığı kaotik ortamın olağanüstü karmaşık akışı içinde, (pek “kitabi” olmasa da) her gücün gücü oranında kendisini iktidarlaştırabileceği bir olasılığı yaratıp-güçlendiriyor. Bu sebeple, mücadele içinde özneleşen halkın iktidarlaşması anlamına gelecek bir fiili demokratik cumhuriyetin üzerine düşünmenin tam zamanıdır.
Demokratik Cumhuriyetin hangi biçimde gerçekleşeceği ve hangi içerikle dolu olacağı, o hedefe yönelik mücadele veren çeşitli toplumsal güçlerin farklı ihtiyaçlarının doğuracağı değişik siyasal yönelimlerin, ortaklaşılan demokratik-halkçı alanda yapacakları hegemonya mücadelesinde belirlenecektir. Bu mücadele sürecinde oluşacak güç dengeleri ve bu dengeler üzerinde hareket eden toplumsal güçlerin politik temsilcilerinin meşruiyet yaratabilme ve sonuç alıcı-yaratıcı hamleler yapabilme kapasiteleri tayin edici olacak, asabiyet düzeyi, dayanma gücü, ittifaklar kurabilme yeteneği gibi özellikler sonuca damgasını basacaktır. Sürecin galibi olan güç, olası demokratik cumhuriyette kendi hegemonyasını kuracaktır.
Devrimci komünistler açısından hedef, inşa edilen Demokratik Cumhuriyetin emekten yana ve sosyalizmin inşasının önünü açabilecek özel bir toplumsal içerik kazanmasıdır ve elbette, kendi güçlerini sürecin o yönde akıp-gerçekleşmesi yönünde kullanacaklardır.
Ancak, demokratik cumhuriyet mücadelesinin sistemi zorlayacak derecede güçlenmesi, sermaye güçlerine, egemenliklerini mevcut devlet ve rejim üzerinden yürütemeyip tümüyle kaybedebileceklerini gösterecek ve kendi egemenliklerinde bir demokratik cumhuriyet inşasıyla halk güçlerini yeniden sisteme içerme hamlesi yapmalarına ivme verecektir. Hangi seçeneğin egemen olacağı ise, sermaye ve halk güçleri arasında yaşanacak mücadelenin içinden çıkıp gelecektir.
Halkın demokratik cumhuriyetinde, şimdiki gibi sermayenin değil halkın ihtiyaçlarının karşılanması esas olacak, valilik-kaymakamlık gibi bürokratik saltanat makamları tasfiye edilerek halkın oyuyla seçilip-geri çağrılabilecek üyelerine ortalama işçi ücreti verilecek yerel meclisler güçlendirilecektir. Merkezi bürokrasi ise, yasalarla belirlenecek ortak ihtiyaçların giderilmesiyle ilgili işlerle sınırlanarak asgariye çekilecek ve “ucuz” bir devlet örgütlenmesi olacaktır.
“Ucuz devlet”, asgari yaşam standartlarını anayasal hak olarak ilan edecek, eğitim, ulaştırma, barınma ve sağlık ihtiyaçlarını asgari yaşam standartı içine alacak, örgütlenme ve propaganda özgürlüğünün gerçekleşebileceği ortamı yaratacak, dolaylı vergiler tasfiye edilerek dolaysız ve artan oranlı servet vergisini esas alacak, her türden cinsiyetçi uygulamalar ve cinsiyet ayrımcılığı suç sayılarak yok edilecek, doğayla uyumlu bir toplumsal yaşamın maddi koşulları yaratılacaktır. Ayrıca, devlet, etnik ya da inanç farklılıklarına “kör” olacak, kendisini, hangi etnik kimlikten ya da inançtan olursa olsun bütün yurttaşlarının hiçbir ayrımcılık yaşamadan ve doğrudan katılımıyla kurup işletecektir.
Demokratik bir cumhuriyette, bu yazıda “konu dışı” bırakılıp değinilmeyen ve aslında ülkenin en acil ve acılı sorunu olan Kürt sorununun çözümü de, aslında belki de ek hiçbir tedbir almaya gerek kalmadan sadece cumhuriyetin kendisini kurmasıyla gerçekleştirilmiş olacaktır.
Sonuç olarak, özellikle vurgulamalıyız ki, Erdoğan odaklı iktidar alanının esneme ve kapsama yeteneğini tümüyle kaybetmesi, kendisine karşı muhalif güçleri bir türlü dağıtamadığı gibi tersinden iyice bloklaştırması ve artık bu güçleri sadece devlet şiddetini keyfi biçimde kullanarak kontrol edebiliyor olması, yasama ve yargının içinde eridiği yürütmenin tümüyle bir kişi üzerinde merkezileşmesi gibi olağanüstü gerginlikle yüklü olgular, ülkenin tümünde dengesizlikler ve boşluklar yaratıyor.
15 Temmuzda birden ortalığa saçılan devlet krizi ve 16 Nisan sonrasında oluşan meşruiyet krizi, halen süren kapitalizmin küresel kriziyle ortaklaşarak, içinde bulunduğumuz kaotik ortamı yaratıp güçlendiriyor.
Devletin ana omurgasını kontrole almış görünen Erdoğan iktidarı ise, kendi tarihinin en güçlü döneminde olmasına rağmen söz konusu kaotik ortam tarafından artan oranda zorlanarak aynı zamanda çok zayıf olduğu bir konuma doğru sürükleniyor. En güçlü ve en zayıf olma durumlarını aynı anda yaşayan Erdoğan, içinde sıkıştığı çıkmazdan bir türlü çıkamıyor.
Halk güçlerinin ne yapacağının özel bir ağırlık kazandığı tarihsel bir anın içindeyiz.[3]
10.08.2017
[1] (1) Oldukça yaygın ve nitelikli bir halkçı-demokratik toplumsal gücün CHP’deki varlığı açıktır. Peki, bu olgu, aynı partinin modern siyasal partilere özgü bir “özerkliğe” bile sahip olamadığı bir zayıflıkla inmelenmiş olarak sermaye ve devlete olan mutlak bağımlılığına rağmen nasıl gerçekleşebiliyor?
Hem yaşadığımız coğrafyanın demokratik özlemler taşıyan en nitelikli ve yaygın toplumsal güçlerinden birisi olmak, hem de en çok tepki duyulan baskıların, etnik ve inanç farklılıklarını kaşıyıp düşmanlaştırmanın, her türden gericiliğin güçlendirilmesinin ana güçlerinin/sermaye ve despotizmin partisinde konumlanmanın sebebi nedir?
Sebep, sadece CHP yöneticilerinin “aldatma ustalığı” indirgenebilir mi; yoksa aslında içlerindeki ne yaptığını-kime hizmet ettiğini iyi bilen küçük bir azınlık dışında aslında bizzat o yöneticileri de kapsayan bir tarihsel-toplumsal gerçeklik mi var?
Öncesini bir kenara bırakalım, 3. Selim’in padişahlık döneminde başlayan bir süreç içinde, Osmanlı devletinin her türden gericiliği bünyesinde barındırması rağmen birçok “ilerici” hamleyi de yapmış olması bir gerçekliktir. Ama aynı devlet aynı zamanda kendisinden başka hamle yapabilecek hiçbir diri güç bırakmayacak bir derinlikte toplumu kötürümleştirmeyi de sürdürdü. İşte, bilinçlerde kök salmış yanılsamanın ilk kaynağı bu zıt yönelimler üzerinden ivmeleniyor.
3.Selim’den 2. Mahmut’a, oradan İttihatçılara ve M.Kemal’e uzanan tarihsel hat, aynı anda hem devletin despotik baskı mekanizmalarını sürdürdü, hem de ama yaşadığımız coğrafyadaki egemen sermaye biçimi olan üretimden kopuk antika sermayenin vurguncu soygununu sonsuzca sürdürme yönündeki eğiliminden farklı bir yönelime girmeye çabalıyordu.
Bu yeni yönelimle, toplumsal yapının içine doğru çökerek parçalanması ve imparatorluğun çözülüp-dağılarak sömürgeliğin kolayca avlayacağı bir “av” olmasından kurtulmak/sömürgeciliğin zaferi engellenmek isteniyordu. Bu güçler/devlet sınıfları, Batı’da gelişip yeryüzüne yayılan/ o arada imparatorluğun sınırlarından “içeri” sızarak “sömürgeci” hamleler yapan kapitalizme “kontrollü” bir açılma ve bunun gereksindiği dönüşümleri yapmaya çabalıyordu. Antika sermaye güçlerinin içine parazit gibi yerleştikleri basit-yeniden üretimi sonsuza dek sürdürme arzularına karşı, “zamanın ruhunu” temsil ettiği sezilen modern sermayenin geniş-yeniden üretim hamlesi yapabilmesinin koşulları yoklanmaya, yaratılmaya çalışılıyordu.
Halen de, farkında olsun ya da olmasın, bu coğrafyanın aydınlarının kimliğinde, 3. Selim, 2. Mahmut, Resneli Niyazi ve M.Kemal’den izler vardır. Aynı coğrafyanın derin tarihselliğinin öyle ya da böyle kendisini dışa vurması normal değil midir? (Bu satırlar yazıldıktan sonra, savunmasını adeta bir devrimci-demokratik manifesto gibi yapan A.Şık’ın son cümlesinin “Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet” olması, onun, başka özelliklerinin yanı sıra, dağa çıkıp padişah Abdülhamid’e isyanı başlatan Resneli Niyazi’nin geleneğiyle tarihsel ilişkisini de gösterir.)
Kapitalizmin Batı’da kendisini kurarken geçtiği tarihsel momentler seçmeci bir şekilde ve üstelik taklitçi ve yüzeysel halleriyle Osmanlı coğrafyasına taşındı. En son M.Kemal, emperyalist paylaşım hamlesine karşı bir tutum geliştirerek ve Anadolu’da henüz zayıf da olsa filizlenen burjuvazinin güçlenmesinin zeminini oluşturacak bir yeni devlet kurarak, Osmanlı’nın artık ayakta bile duramayan bir enkaza dönüşmüş hanedanlığına son verme becerisini gösterdi. Çoğunlukla el yordamıyla yürütülen arayış ve yoklamalar nihayet hedefine ulaşmıştı.
Yeni devlet, yıkılan Osmanlı devletinin despotik “ruhunu” günün koşullarına/sermaye birikimine uyumlu hale getirerek sürdürürken, sermayenin güçlenip egemen toplumsal ilişki biçimi haline dönüşmesinin önünde engel olan özelliklerini elinden geldiğince temizlemeye çalıştı, ama bilincinin ve gücünün yetmediğiyle de uzlaştı.
Meşhur “içki sofralarının” kişicil sebebi, padişahlığın en Batılı şehri Selanik ortamında büyüyüp devletin en modern kurumu Orduda eğitim aldıktan ve görevli olarak Batı’nın modern toplumlarında yaşadıktan sonra, Batı ile lideri olduğu coğrafyanın toplumsal gerçekliği arasındaki tarihsel farklılıkların aşılamazlığının acıyla fark edilmesinden ve özellikle de, “ileriye” doğru atılan her adımı içerden baltalayan toplumsal güçlerle uzlaşmak zorunluluğundan olsa gerekir. Söz konusu olan, kimilerinin iddia ettiği gibi “sefahat düşkünlüğü” değil, ayağa takılan ve içinde kendi bilinci de olan toplumsal gerçeklikler karşısında yaşanan güçsüzlüktür!
Öyledir zaten, “kaderin” akışı çoğunlukla önlenemez ve farklı biçimlere bürünerek ama bir biçimde kendisini gerçekleştirir; bu kimi zaman tarihsel zincirin ilk halkasındaki 3. Selim’de olduğu gibi alçakça boğulup bıçaklanarak bazen de son halka M.Kemal’de olduğu gibi “efkardan” içki masalarında “intihar” ederek yaşanır! Resneli ise, 1913 yılında 40 yaşındayken nihayet geldiği İstanbul’da henüz gemiden inip toprağa ayak bastığı anda tek kurşunla öldürülür. Tetiği çekeni kimin yönlendirdiği konusu halen aydınlatılamamıştır.
Evet, şimdi CHP içinde konumlanan halkçı-demokrat toplumsal güçleri kendisine bağlayan Aydınlanma, Modernleşme-Batılılaşma, Laiklik olguları ve bu yönelimlere zemin olan Cumhuriyet biçimindeki devlet örgütlenmesi, işte tam da böylesi bir tarihsel sürecin içinde özgün biçimde gerçekleştiler.
Onlar, oluştukları sürecin somut-tarihsel koşulları içinde “belirlenerek” gerçekleştikleri için, Batıda gerçekleşen ve ismini aldıkları toplumsal süreçleri hem bir biçimde temsil ederler hem de ama o ismin temsil ettiği “Batılı-evrensel” içeriği asla tam anlamıyla taşıyamaz, içinde gerçekleştikleri toplumsal gerçekliğin damgasıyla farklılaşır, kendilerine özgü içerik ve biçimle yeniden üretilirler.
Aydınlanma, 19. Yüzyılın tercüme odalarından Hasan Ali Yücel’in klasikler serisine ve Köy Enstitülerine uzanan bir hat içinde ve kurak coğrafyanın canlandırıcı özsuyu olma potansiyelini taşıyarak eksiğiyle de olsa uygulanmaya çalışılır. Aynı anda ama onu anlayıp kavramak için gerekli olan özgür bilinç arayışlarına en kanlı baskılar uygulanır, “tercüme” değil de kendi toprağının ürünü olarak çıkıp gelen yoklamalar en kanlı işkencelerle dağlanıp zindanlarda-darağaçlarında yok edilir. Sonuçta, Aydınlanma çabası, bırakalım bir toplumsallaşma düzeyine sıçramayı, kişisel düzeyde olsun yüzeysel bir öykünmenin ötesine çok az bilinçte sıçrayabilir. Şanslı olup da sağ kalabilen az sayıda bilinci de, yalnızlık ve susuş kumkuması bekler, boşluğa yumruk atarak ömür tüketirler!
Laiklik, sermaye birikiminin önünde engel olan ve zaten artık fiilen de uygulanamaz hale düşen Şeriat yasaları ve hiçbir hükmü kalmayan halifelik tasfiye edilerek uygulanmaya çalışılır; ama aynı zamanda diğer dinler, Alevilik ve Müslümanlığın farklı yorumları ötekileştirilerek Sunni mezhebi devletin resmi inancı hale getirilir. Enkaz halinde çözülen padişahlık kaldırılır, ama kurulan yeni cumhuriyet halkın en ufak katılımına bile kapatılarak Ordunun “vesayeti” altına alınıp içeriksiz hale düşürülür. Bütün bu süreçlerin omurgası olan sermaye birikim süreçlerinde de, Anadolu sermaye güçleri “yüce” İş Bankasının kubbelerinin altında çağın en gerici sermaye zümresi finans-kapital biçimine sıçratılırken, bin yılların gericiliği tefeci-bezirganlarla uzlaşılır ve egemenliğe “ortak” yapılarak yeni sistemin içine yerleştirilir.
İşte, atılan her ileri adım onu boğup yok edecek bir biçimde despotizmle damgalanarak içerik kaybına uğratılıp kısırlaştırıldı. Halkın burjuva zeminde de olsa özgürleşerek bağımlı-özneleşmesi bile, “devlet düşmanlığı” olarak damgalanarak şeytanlaştırıldı. Devlet her şeyi ve her alanı kapsayarak denetlenemeyen bir mutlak siyasal egemenliğe kavuşturulup fetişleştirilirken, halkın hiçbir siyasal güce sahip olmayan kullar halinde diz çökmesi için gerekli önlemler alındı.
Elbette ama her şey egemenlerin istediği yönde gelişmedi.
Toplumsal ve siyasal alanların gelişmesi için özel olarak dönüştürülüp kendisine uyumlu hale getirilen kapitalizm, arzulandığı gibi Anadolu topraklarına yayılıp kök salınca, kimi “istenmeyen” olguları yaratmadan edemedi. Kapitalizm gelişip-güçlendikçe ortaya çıkan toplumsal ve siyasal gerçeklikler, despotizmin karşısında özgürlükçü, demokratik ve devrimci tepkilerin oluşup-güçlenmesini belirledi.
İşçi sınıfının sosyal varlığı, baskı altındaki diğer toplumsal güçlerin özgürlük arayışları, işçileşmeleri ve kapitalist pazarın tüketicileri olarak onu derinleştirmeleri için binlerce yıllık yerleşim alanları köylerinden koparılarak şehirlerin varoşlarına tıkıştırılıp yoksullaştırılanların öfkeli isyanları, son dönemlerde de despotizmin erkek dokusu üzerinden evlere hapsedilip-köleleştirilen kadınların kurtuluş hareketleri, gençlerin özgürlük talepleri..vd. bin bir biçime bürünerek despotik siyasal rejimin karşısına dikildi, onu sürekli huzursuz ve gergin bir konumda tuttu, orasından-burasından delerek çözülmeye zorladı.
Devlet, toplumsal güçler kendisini zorladığı oranda özgürlük alanlarının varlığını kabullenmek zorunda kaldı ki, biz bunlara “burjuva demokratik ara dönemler” diyebiliriz! Ve tersinden, özgürlükçü güçler despotizmin varlığını tehdit eder bir güce ulaştığı zamanlarda da, baskı politikaları “beyaz terör” biçimine sıçratılarak, kazanılan fiili özgürlük alanları yok edilmek ve toplumsal güçlerin özneleşme çabaları olmamışa çevrilmek istendi.
Devlet, kapitalizmin gelişmesini kendi varlığının ana fonksiyonu olarak görüp-davranıyor, ama o gelişmenin evrensel sonuçlarının ülkemizde de oluşmasını ve toplumsal güçlerin burjuva zeminde bile olsa özneleşmesini kabullenmiyor, kendi varlığına karşı bir tepki olarak görüyordu.
İşçi sınıfının sosyal varlığının henüz kendisini gösterdiği ilk dönemlerinde/1910-20’lerde, onun “komünist siyasal iradesinin” de oluştuğunu ama olağanüstü baskı görerek hiçbir zaman toplumsallaşma eşiğini aşamadığını görüyoruz. 40’larda iradeleşmeye çalışan işçi sınıfının “bağımsız sendikal mücadelesi” de, aynı baskı ve terör politikalarıyla daha doğum aşamasındayken boğuldu. Ve, devlet, “bir sendikal mücadele olacaksa, onu da biz yaparız” diye düşündüğünden olacak, 50’lerde devlet güdümlü sendikaları kurarak bağımsız sendikalaşmanın yeniden canlanmasını önlemeye çalıştı. 40’lardaki bir devlet yetkilisinin “bu memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz, ayak takımı değil!” demiş olması, asla bir şaka değil, tam da içinde bulunduğumuz gerçekliğin ifadesiydi.
1960’lar ise, 50’lerde sıçrama yapmaya başlayarak aynı zamanda toplumsal gerilimleri de besleyip-kışkırtan kapitalist gelişmenin bir sonucu olarak biçimlendi. Bu dönemde, onca baskıdan sonra her şeye rağmen ve adeta topraktan fışkırırcasına ortaya çıkan bir halk hareketliliği ve aslında bu hareketliliğin zeminini oluşturan sınıfsal ayrışmalar ve kopuşmalar yaşandı. Farklı toplumsal güçler kendi özel ihtiyaçları üzerinden bağımsız davranma yoklamaları yapıyor, güneşin altındaki kendi özel alanlarını inşa ediyorlardı. Devletinin etrafında kenetlenmeye zorlanan toplum, kapitalist gelişmenin yarattığı parçalanmalar ve yoksullaşma üzerinden harekete geçiyor, savunma arayışına giriyordu.
Öğrenci gençliğin başını çektiği hareket, 15-16 Haziran’da işçi sınıfının yığınsal hareketiyle derinlik kazanmaya başlayınca, 12 Mart askeri darbesiyle “önleyici baraj” kuruldu. Ancak hareket güçlü ve derin bir toplumsal arzunun üstünde şekilleniyordu ve kısa süre sonra eskisinden daha da yaygın ve sert bir yapısallık içinde yeniden kendisini gösterdi. Tepki, 1977 1 Mayıs katliamından başlayıp 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle zirveleşen net ve kesin bir “beyaz terör” üzerinden ezici bir saldırı biçiminde gerçekleşti. Hedeflenen sonuç elde edildi.
İşte, iki zıt süreç hep hareket halinde; devletin ve sermayenin egemenlik ve sömürüyü güçlendirerek sürdürme çabası ve tam karşısında, aynı kapitalist gelişmenin toplumsal yaşamda yarattığı olağanüstü dönüşümlerin harekete geçirdiği toplumsal güçlerin kendilerini var etme ve özgürleşme çabaları!
Yaşanan süreçte; ilk olarak, M.Kemal’in politik dehası sayesinde çözülerek dağılışı yeni bir devletin doğuşunun zemini olan Osmanlı devleti, yerini kapitalizme-sermaye birikimine uyumlu yeni devlete bırakmış oluyordu. İkinci aşamada, tarihe karışan Osmanlı devleti, despotik “ruhu” yeni devlette sürdürülerek aslında bir biçimde yaşatılırken, söz konusu “ruh” tarafından damgalanan yeni oligarşik-totaliter yapı, bu sefer de kurucu zeminini oluşturduğu kapitalizmin yarattığı toplumsal hareketlerin baskısı altında zorlanıyordu.
Sonuçta, sürecin içinde edindiği “belirlenimlerle” kendisini gerçekleştiren TC devleti, bu coğrafyanın kapitalizmine uygun özgün bir kapitalist devlet olarak kendisini sürdürüyor; despotizm ise, onun oligarşik ve totaliter omurgasında kendisini var ederek her ana yönelimine bir biçimde damgasını vuruyor. Türkiye’de demokrasi sorunu, özü itibariyle devlet sorunudur! Her türlü demokratik gelişimi yapısal olarak kabullenmeyen ve yakaladığı ilk fırsatta kusarak kendi bünyesinden uzaklaştıran bir yapısal gerçeklik söz konusudur.
Sermayenin Ordunun “vesayetinden” kurtulma ve devleti tümüyle kendi kontrolüne alma çabaları da, aynı sürecin içinde alçalıp-yükselerek hep sürdü ve bu gerçeklikte devletin yapılanmasında kendi damgasını bir biçimde vurdu.
Özellikle vurgulamak istediğimiz konu ise, sermayenin mutlak iktidar olma çabasının kendisini “demokrasi mücadelesi” biçiminde meşrulaştırması ve bu haliyle halk güçleri içinde “liberal sol” bir etki alanı yaratmasıdır. Devletin Kemalist bürokrasisi/Osmanlı devletindeki isimleriyle ”devlet sınıfları” ise, kendi egemenliklerini, M. Kemal’de zirvesine ulaşan modernleşme-Batılılaşma çabalarına ve emperyalizmden “bağımsız” bir “ulus-devlet” yaratmış olmaya dayandırdı ve bu konumun üzerinden halk güçleri içinde “ulusalcı-modernist bir sol” etki alanı yarattı.
Aslına bakarsanız, sermaye sadece Ordunun “vesayetinden” kurtulmaya çalışıyor, sadece kendisi için “demokrasi” istiyordu ve devletin despotik omurgasıyla hiçbir sorunu yoktu. Kendi egemenliğini sürdürmek isteyen Kemalist “devlet sınıfları” ise, modernleşmenin bütün biçimlerini kendisine meşruiyet yaratabileceği kadarıyla istiyor, o çabalar kendi keyfi-zümresel egemenliklerini sorgulama potansiyelini taşıdığı için, içlerini boşaltıyor ve despotik damgalar vurarak biçimsizleştiriyordu.
İşte, kapitalizmin kuruluş coğrafyalarında ortaya çıkan politik olgular, ülke sınırlarını geçerken yedikleri vurgunlarla içeriklerini büyük ölçüde kaybediyor, yüzeyden derine inemiyordu. Aslında her ikisi de burjuva çağının ürünü olan “demokrasi” ya da “modernleşme”, bizdeki halleriyle içerikten yoksun yüzeysel özentiler olabildiler ve dolayısıyla gerçek hallerinin yaratabileceği toplumsal sonuçları ancak kısmen yaratabildiler. Günümüzde, her iki olgu da, işçi sınıfı ve halkçı demokrasi güçleri tarafından sahipleniyor, ama elbette “bal tutan parmağını yalar”, her ikisi de burjuva içeriğinden farklı halkçı-demokratik ve devrimci damgalarla gerçekleşmeye yazgılılar.
Öte yandan, bahsedilen her iki etki alanı da, devletin farklı fraksiyonları tarafından desteklenip güçlendirildi. Ama daha önemlisi, süreklileşmiş ve kimi zaman “beyaz terör” zeminine sıçrayan baskılar, halkın devletten ve sermayeden bağımsız özneleşmesini hedefleyen bütün girişimleri zayıflattığı ve hatta çoğu kez olmamışa çevirebildiği için, söz konusu etki alanlarının güçlenip halk güçlerinin bilincine egemen olmasının koşulları da yaratılmış oluyordu.
Sonuçta, öyle oldu ki, “etki alanları” solun kendisiymiş gibi görülmeye başlandı ve ne yazık ki somut gerçeklikte büyük oranda öyleydi. Bir biçimde kuşatmayı yarıp da bağımsız özneleşme yoluna çıkanlar; teorik-politik alanda Kıvılcımlı tarafından temsil edilir ve ömrünün en verimli yıllarını işkencehanelerde ve hapiste geçirdi; pratikte ise, Mahir, Deniz ve İbo’nun hamlesiyle temsil edilir ve bedelini canlarıyla ödediler; karşı irade sadece kurnaz değil, aynı zamanda soğuk, kararlı ve güçlüdür.
Öte yandan, üretimden kopuk ve vurguncu antik sermaye gücü tefeci-bezirganlığın egemen sermaye gücü olduğu bin yıllar boyunca kurduğu toplumsal ağlarla “kulluk” bilincini kökleştirmiş olması ve aynı gerici ağların halen de güncellenmiş halleriyle kendilerini sürdürmesi de, yanılsamaların bilinçleri bu kadar güçlü biçimde işgal edebilmesinin başka bir güçlü kaynağıdır. Görünüşte ve yüzeyden “kulluk” yerine “yurttaşlık” vaadinde bulunan despotizmin “modern-kapitalist” Kemalist halinin de, gerçekte yapıp-ettikleriyle yurttaşlığı kötürümleştirerek “kulluk” bilincini beslediği açıktır.
Sonuçta, antika ve modern gericilik tarafından kuşatılan ve sürekli baskı altına alınan halk güçlerinin bilinçleri, kendi tarihsel ve güncel ihtiyaçlarını esas alan özgür bir “kendilik” kazanma yolunda ikircikli ve ürkek davranmakta, daha kötüsünde kendisinin değil başkalarının/güçlü ve egemen olanın ihtiyaçlarını benimsediği öldürücü bir yanılsama içine düşebilmektedir.
Bu gerici sürecin en kaba ama en kritik momentlerinden birisi, devletin fetiş nesnesi olarak kutsallaştırılmasıdır. Bu kutsallaştırılma üzerinden yol alınarak, kapitalizmin güçlenmesiyle artık kök salan sınıflaşma gerçekliği gölgelenebilmekte ve hatta “suç” haline dönüştürülüp tecrit edilebilmektedir. Egemenler ise, zaten kontrollerinde olan devleti kullanarak, “devlet çıkarları” olarak adlandırdıkları kendi ihtiyaçlarını toplumun ihtiyaçları gibi gösterebilmektedir. Böylece, kendi ihtiyaçlarının farkına varamayan ya da ancak çarpık veya yüzeysel olarak kavrayabilen halk güçlerinin “modern kulluk” konumuna sürüklenmesinin önü açılmaktadır.
“Kulluk” o denli derinlere kök salmıştır ki, kulluğa isyan eden demokratik aydınların bilincine de bin bir biçimde sızarak, demokratik bilincin gelişip “özgür” bir özne olarak güçlenmesini engellemekte ve güçlü egemen öznelerin etki alanları rahatça bilinçleri işgal edebilmektedir.
İşte, CHP ve Kemalizm konusundaki yanılsamaların kaynağı da, bahsettiğimiz etki alanlarıdır.
Evet, 3. Selim’den itibaren sürüp gelen ve M.Kemal’de zirveleşen bir özel yönelim var. Bu yönelim, yürütücüleri tarafından ona yüklenen özel anlamlardan arındırılarak bakılırsa, esas olarak, çözülerek dağılan Osmanlı’yı modern kapitalist bir topluma dönüştürme yönünde “ilerici” bir özellik taşıyor. Ama, söz konusu süreç, içinde hareket ettiği yaşadığımız coğrafyanın tarihsel gerçekliği tarafından “belirlenerek” gerçekleşmiş; dolayısıyla da, Batı’da doğup gelişen içeriğini “aynen” değil, çarpık ve yüzeysel haliyle taşıyabilmiştir.
Ancak, “Batılılaşma” olarak adlandırılan bu tarihsel dönüşüm, aslında içeriği büyük ölçüde boşaltılıp biçimsel hale dönüştürülerek gerçekleşmiş olmasına rağmen, çözülüp dağılan Osmanlı’ya üstünlüğü üzerinden idealize edilmiş ve ek olarak da, sürecin faili olan “devletin” “kutsallığı” örtüsüyle korunarak dokunulmaz kılınmıştır. Gerçekliğinden koparılarak idealize edilip-kutsallaştırılan söz konusu “Batılılaşma serüveni”, devletin ve sermayenin ideolojik aygıtlarının özel çabasıyla köpürtülüp-şişirilerek toplumsal bilinci belirleyebilecek bir ağırlığa kavuşturuldu.
Ülkemizde “ilericilik”, özellikle de sola açık geniş yığınlar açısından, “Batılılaşma” olarak kavranır, “toplumsal ilerlemenin” hedefi “Batı gibi” olmaktır!
Gelin görün ki, “Batı”, emperyalist metropollerdir ve kapitalizme erken girmenin onlara kazandırdığı üstünlüğü çağımızda emperyalist bir hiyerarşi içine yerleştirerek korumakta, kendileri dışında başka bir güç alanının o mekana girmesine asla izin vermemektedirler. Bu anlamıyla “Batılılaşma” neredeyse imkansızdır. Zaten, bizde kapitalizmin gelişmesi de, ekonominin omurgasını sımsıkı ellerinde tutan emperyalist güçlerin yerli ortağı finans-kapital üzerinden metropollere “bağımlı” yapılandırılmış, böylece “Batı gibi” olmanın maddi temelinin inşası baştan engellenmiştir.
Üstelik, bizdeki “Batılılaşma” da zaten içeriksiz ve yüzeysel gerçekliğiyle hiçbir zaman “Batılı” değerleri benimsememiş, onların biçimsel taklitleriyle yetinmiştir. Ayrıca, şöyle bir göz atan herkesin görebileceği gibi, “Batılı” değerlerin kendileri de günümüzde kriz içinde çırpınan kapitalist metropollerde bile artık “yük” olarak değerlendirilmekte ve tasfiye edilmektedir. Dolayısıyla, bırakalım bizdeki “çarpılmış ve yüzeysel” halini, gerçeği bile zaten artık ağırlık kaybetmeye başladı.
Ama, bütün bu gerçeklere rağmen, bizde halkın ve solların bilinci halen yoğun biçimde “Batılılaşma” hedefiyle güdülenebiliyor. Bin yıllar süren ve günümüzde de egemenler tarafından sürekli yeniden üretilmeye çalışılan “biat kültürü” tarafından hala bir biçimde baskılanarak özgürce düşünebilmesi zaten engellenen halk güçleri, kapitalist gelişmenin yarattığı sonuçlar üzerinden bir biçimde harekete geçip özneleşmeye çalıştıkça da “beyaz terörle” baskılanarak güçsüzlüğe mahkum ediliyor ve sonuçta da hayali bir hedef üzerinden kolayca çarpıtılabiliyor.
Evet, güçsüz bırakılan halk güçlerinin bir türlü kendisi olamayan/kendi ihtiyaçlarına odaklanamayan zayıf, flu ve bulanık olma zaafıyla yüklü halkçı-demokratik bilinci, egemenlerin “Batılılaşma” ve “ilericilik” üzerine çıkarttığı kuru gürültüden kolayca etkilenebiliyor.
Halk güçleri, gerçekten ileriye-özgürleşmeye doğru attığı her pratik adımda gerçekler fiilen ortaya çıkıyor ve oligarşik-totaliter baskı aygıtları “pembe şekerlerin” yerini alıyor. Ancak, biat kültürünün ve güncel “beyaz terörün” baskısı altında ezilip zayıflayarak özgürce düşünemeyen bağımlı-bilinçler, kendi hareketlerinin ortaya çıkarttığı gerçekleri bile “devletin kutsal varlığı ve dokunulmaz çıkarları” fetişinin gölgelemesi üzerinden göremiyor. Söz konusu “görememe”, en incelmiş haliyle “komünist” bilincin içine bile sızıyor.
İşte, olduğu sanılarak bağlanılan “ilericilikle” gerçekte olan aynı şey değil.
Burjuva toplumunun “ilerici” ilk dönemlerinin içinde oluşan değerler sistemi, günümüzde zaten Batı’da bile eski ağırlığını taşımayan bu değerler, yaşadığımız coğrafyada her zaman evrensel içerikleri büyük ölçüde tasfiye olmuş halleriyle var olabildiği halde; bu “çarpılma” görülememekte, içeriksiz adlandırmalar içeriğin yerini almaktadır. İşte, laiklik, demokrasi, cumhuriyet gibi değerler, böylesi bir karmaşık yanılsamalar zincirinin içinde kendileri olmaktan çıkarılarak, harcanıp tüketiliyorlar.
Bu yanılsama düzeltilmelidir. Peki, nasıl?
Evet, ne yapmalıyız ki, tarih sahnesine burjuvazinin iktidara yürüyüp kendi toplumsal ve siyasal düzenini kurduğu zaman sürecinde giren ya da önceden var oldukları halleri hakim hale gelen burjuva toplumu tarafından “belirlenerek” dönüştürülüp özgün-yeni bir yapıya büründürülen kimi değerleri, despotik devlet tarafından dumura uğratılmış hallerinden kurtarıp yeni ve halkçı-demokratik bir içerikle yükleyebilelim? Söz gelimi, laiklik ya da demokrasi, bizdeki ucubeye dönüşmüş hallerinden, adlarının temsil ettiği alışılagelen burjuva içeriği de aşan bir devrimci-demokratik anlama nasıl kavuşturulabilir, bu mümkün mü?
Elbette mümkün, ama çok zor. Zor oluşu da, gereken hamlenin kendisinden değil, sol içindeki ulusalcı-modernist ve liberal yanılsamaların böylesi hamleleri görünmez ağlarla engelleyebilen gücünden kaynaklanıyor.
Egemen fraksiyonların etkisi altındaki bilinçler, ortaya çıkan her problemi on yıllardır etki alanına yerleşip artık neredeyse “bağımlı” oldukları egemen fraksiyonun yerleşik ve iyi bilinen görüşlerinin prizmasından geçirerek gündemleştiriyor. Üstelik, öyle ki, bu tutumlar neredeyse fetiş nesnesi halinde kutsallaştırılmış bir dokunulmazlıkla korunma altındalar, dokunursanız eliniz yanar, aforoz edilirsiniz!
Egemen fraksiyonların etki alanından çıkıp halkın ihtiyaçlarını esas alan bağımsız bir zeminde konumlanan, pratik duruş ve anlamlandırma süreçlerini böyle bir bağımsız-devrimci zeminden üreten bir var oluş, söz gelimi cumhuriyetçiliği ya da demokrasi ve laikliği de aynı zeminden üretecektir.
Zor olan, onca yıllık oligarşik-totaliter egemenliğin bilinçlerde kurduğu egemenlikten/etki alanlarından kopuşmayı ve yalnız kalmanın bedellerini ödemeyi göze alan bir cüreti kuşanabilmektir. Bir kez o kopuş gerçekleştirilebilirse, gerisi zaten daha kolay gerçekleşecektir. Marksist geleneğin olağanüstü zengin evrensel deneylerinin ürettiği değerler, bu coğrafyanın egemenlerinin farklı fraksiyonlarının ürettiği uyduruk tutumlardan bin kez daha derin ve kapsamlı potansiyelleriyle özgür bilinçlere sınırsızca destek olacaktır.
[2] TC devletini, emperyalizmin geç kapitalistleşen ülkelere küresel düzeyde dayattığı ve bağımlılık ilişkisini sürekli kılmayı hedeflediği girişimlerin sıradan bir ürünü olarak görmek, ki ülkemiz solunda ne yazık ki epey yaygınıdır, içinde yaşadığımız coğrafyanın ve toplumsallığın tarihsel derinliğini, derin köklere sahip ve yerleşik gelenek-göreneklerini göremeyen yüzeysel bir anti-emperyalist duruşun ürünüdür.
Evet, dünya üzerinde böyle devletler var, ama bu devletler söz konusu olduğunda, üstünde oluştukları coğrafya ve toplumsallaşmada tarihsel derinlik, özellikle de devletleşme ve devlet merkezli toplumsallaşma gibi güçlü “dirençlerle” yeterince yüklü olmadıklarını görürüz. İşte, tam da bunun içindir ki emperyalist güçler tarafından üzerlerinde nispeten rahat hareket edilebilmiştir. Biz ise, medeniyetin ve devletleşmenin doğduğu merkezi coğrafyalarından birisinde yaşıyoruz, emperyalist hesaplar açısından oldukça sert “dirençler” yaşamın her alanına yayılarak kendisini var ediyor.
Emperyalizm kadir-i mutlak bir güce sahip değil, talan amacıyla girdiği her coğrafyada “sakınımlı” davranmak zorunda, hele o coğrafya tarihsel kökleri derin güçlü “dirençlerle” yüklüyse! Aslında fazla söze gerek yok, Türkiye’den çok daha az devletleşme geleneğine sahip olan Suriye devletinin (kökünü ama yine üstünde konumlandığı coğrafyanın tarihselliğinden alan) “direnç” kapasitesi herkes tarafından görülüp değerlendiriliyor olmalıdır. İran ve Türkiye devletleri ise, bölgenin tarihsel derinliğe sahip yerleşik iktidar alanları olarak emperyalistler açısından çok daha yüksek direnç kapasitesine sahiptir.
Özellikle vurgulamalıyız ki, dünya düzeni asla emperyalist merkezler tarafından doğrudan dizayn edilen bir basitlik içermez; emperyalistler hem kendi aralarındaki rekabet yüzünden “sınırlanır” hem de talan ettikleri coğrafyalardaki toplumsal direnişler üzerinden “terbiye” edilir; dolayısıyla keyfi değil edindiği “sınırlama” ve “terbiye” tarafından koşullanarak davranır, sözgelimi sıkça “plan” değiştirir, taviz verip denge kurar…vd. Sonuçta elbette bir emperyalist dünya düzeni içinde yaşıyoruz, ama bu düzen “tek yönlü” değil “çok yönlü” itiş-kakış içinde kuruldu, devamı da aynı şekilde sürüyor; emperyalist hegemonya bu düzenin omurgasıdır, ama “her şey” değildir!
TC içindeki emperyalist etki alanı ise, evet oldukça güçlüdür ve şimdi Erdoğan tarafından zaman zaman denenen “eksen değiştirme” ciddileşirse, o güçle büründüğü bin bir biçim üzerinden kimi zaman şaşırarak tanışacağımız kesindir. Zaten 15 Temmuz da yaşanan da aslında bahsettiğimiz “şaşırtıcı tanışmalardan” birisidir.
TC’nin kuruluşunda İngiltere’nin sonrasında da ABD’nin özel etkisi olduğu açıktır, ama bu etki öyle bir merkezde hazırlanan planın basit bir uygulaması biçiminde kurulmamış, başta “açık işgal” üzerinden denense de kökü Osmanlı ordusunda olan Kemalist direnç tarafından engellenip yürümeyince, coğrafyamızın gerçekleri kabullenilmiş ve “denetim” özgün “güç alanlarıyla” özel dengeler kurularak sağlanabilmiştir. Evet, kuruluşta, “Dış” dinamikler devrededir ama “İç” dinamikler belirleyicidir.
[3] Bazı notlar: Yazı devlet sorunu üzerine bir yazı olmasa da, konunun etrafında dolaştığı için bazı notlarla yazıda dağılmış olarak var olan düşünceyi özetlemek gerekiyor.
1- Devlet, tüm gerçeklikler gibi, hem belli bir momentteki “varlığıyla” hem de tarihsel olarak “kendisini gerçekleştirme süreciyle” birlikte kavranması gereken bir olgudur. O, tarihsel derinliği ve şimdiki yaygınlığı açısından bakılırsa, elle tutulur-gözle görülür bir yapı olmaktan çok, öylesi somut kurumsallaşmaları da içermekle birlikte, esas olarak yapıp-ederek ya da yapıp-ettikleriyle kendisi olur.
Öte yandan, “göründüğü” hali kadar, tıpkı diğer gerçeklikler gibi devlet de, “görünmeyen” halleri ve o derinlik içinde bin bir zenginliğiyle var olan birçok olgu ve olasılıkları taşır. Dolayısıyla, onu sadece görünen kısmı üzerinden değil, “bütünsel” olarak kavrayabilmeli; o bütünselliğin tümünde farklı güç ve hızda sürekli akan “dolayım” kanallarının birbirleriyle ilişkileri üzerinden anlamlandırabilmeliyiz.
Ayrıca ve özellikle, hem tarihsel/zaman içinde ilerleyen hem de güncele/ana enlemesine yayılan bütün bu akışların özgünlüklerini ve gerçekleşirken yaşadıkları “çarpışma” ve “sürtünmeleri”, o özgünlüklerle çarpışma ve sürtünmelerin sözü edilen devlet gerçekliğinde yarattığı “belirlenimleri” saptayabilmeliyiz. Bütün gerçeklikler gibi, devlet de, aniden zuhur ederek, boşlukta ve keyfi bir raslantısallıklar-tesadüfler zincirinin ürünü olarak değil, bir tarihsel gerçekliğin içinden çıkıp gelir ve kendisini gerçekleştirirken yaşadığı somut-tarihsel akış içinde yaşadığı “çarpmalar” ve “sürtünmeler” esnasında yüklendiği “belirlenimler” üzerinden gerçekleşebilir.
O, çok basite indirgenmiş tariflerinde olduğu gibi, evet, devlet egemenlerin sopasıdır da; ama aslına bakarsanız, sopa olma işlevini sadece içindeki kimi kurumlara yaptırır, kendisi ise çok daha geniş bir mekana yayılır. O, bir ilişkiler alanıdır; egemenlere ait farklı “güç alanlarını” ve onlar arasında yaşanan gerilimli ilişkileri, sadece “sopa” olmanın asla yetmeyeceği toplumsal ve siyasal hegemonya süreçlerini, denetim mekanizmalarını, düzenlemeleri içerir. İçinde barındırdığı ilişkilerin nasıl olduğu tarafından belirlenerek, dengeli, dengesi zorlanan, dengesi bozulup-çözülen, dengesiz durumlarda, sağlam ya da kriz içinde olabilir.
O, bir kez olduktan sonra kendisini aynen yeniden üreten/sürdüren ve sınırları açık-seçik belli bir olgu değil; ana omurgası olduğu siyasal alan içinde yaşanan mücadelelerden ve üstünde egemenlik kurduğu toplumdaki gelişmelerden sürekli etkilenen, sürekli hareket halinde olan, büyüyüp-küçülen, genişleyip-daralan, güçlenip-zayıflayan “canlı” bir olgudur. O, bir “şey” değil, sürekli hareket halinde olarak kendilerini var eden birçok “şeyin” birbirleriyle ilişkilendiği bir canlı “alanda” kendisini gerçekleştiren bir ilişkiler alanıdır ve kendi içinde yaşanan söz konusu hareketlilikle kendisini gerçekleştirir.
2- Kapitalist devlet, sermayenin somut-tarihsel varlığı ve hareketiyle doğrudan ilişkili bir zeminde gerçekleşir. Dolayısıyla, sermayenin egemen toplumsal ilişki olduğu coğrafyalardaki bütün devletler, sermayenin yapısal özelliklerinin talep edip “belirlediği” evrensel bazı kapasitelerle yüklüdür. Ama aynı zamanda, kendisini gerçekleştirdiği farklı coğrafyalardaki somut-tarihsel oluşum süreçleri kendi özgün devlet gerçekliğini oluşturur. Bu özgün süreçte yaşanan “belirlenimler” üzerinden, hem o coğrafyanın ve toplumsallığın özel kapasiteleri yüklenilir hem de kapitalizme özgü evrensel kapasiteler de ancak somut-tarihsel bir prizmanın içinden geçerek özgün hallere büründükleri halleriyle kendilerini gerçekleştirebilir.
Devletin, a) tarihsel oluşum koşulları b) belli bir momentteki varlığında konumlanan güç alanları ve onlar arasındaki ilişkiler c) egemenlik kurduğu toplumsallıkta yaşananlar, devletin bütünsel kavranışına yardımcı olabilecek saç ayakları olarak görülebilir.
Kapitalist devlet, esas olarak/”ontolojik” zeminde, sermayenin egemenliğinin gerçekleşebilmesi için çalışan bir canlı ve hareketli ilişkiler alanıdır. Onun hangi somut “biçime” bürüneceği ise, ilk olarak içinde oluştuğu coğrafya ve tarih tarafından, ikinci olarak da kapsayıp egemenlik kurduğu toplumsal alanda yaşanan mücadeleler tarafından belirlenir. Son olarak, onun “kendisini göstermesi” ise, üstünde konumlanan “rejim” üzerinden gerçekleşir. Ve elbette, zeminden/ontolojik düzeyden biçime ve son görünüm hali/rejime dek uzanan “duraklar”/düzlemler, “otomatik” olmayan bir yapısallık içinde birbirleriyle uyumlu olmaya çağrılı-eğilimlidirler.
3- Türkiye devleti, üstünde egemenlik inşa ettiği Anadolu coğrafyasında oluşmaya çalışan sermayenin somut-tarihsel hareketinin önünü açma zemininde kendisini gerçekleştiren bir devlettir. Onun biçimi, tarihsel gerçekleşme koşullarında yaşadığı “belirlenimler” üzerinden gerçekleşti ve oligarşik-totaliter bir omurga etrafında gerçekleşen despotik damgalı bir ilişkiler alanıdır. Şimdi yaşadığımız ise, onun despotik damgalı oligarşik ve totaliter biçime bürünen bir sermaye devleti olma özelliğini korumakla birlikte, üstündeki “Kemalist rejimi” tasfiye ederek “Erdoğanist bir rejimi” inşa etme çabası ve ona karşı oluşan dirençlerdir.
4- Türkiye devleti ile Osmanlı devleti arasındaki ilişki, “süreklilik” ve “kopuş” momentlerini birlikte taşır.
TC, evet, yeni bir devlettir. Osmanlı devleti, bambaşka bir tarihsel ortam içinde çok farklı görevlerle yüklü olarak kendisini gerçekleştiren ve ana özelliklerini uzun bir geçmişten 1800-900’lere dek sürdürebilen bir olguydu. Ancak, ömrünün son iki yüzyılında, gerek yerel gerekse de dünya-tarihsel bazı zorlamalar karşısında zorlanarak çözülürken, kendisinden daha güçlü çekim alanları tarafından içerden ve dışardan müdahalelerle farklı yönlere doğru çekiştiriliyordu.
Kemalist müdahale, aslında “devleti koruma” refleksini taşıyarak başladığı pratiğinde, sonuç olarak onun tarih sahnesinden çekilmesine öncülük yaptı.
Başka bir tarihsel dönemin koşulları tarafından belirlenmiş Osmanlı devleti, bir dizi yapısal özellikleriyle kapitalizmin gelişmesine yeterince uygun bir ortam oluşturamıyordu. Kemalist öncülük, Osmanlı’nın çöküşünü yeni bir devlete yataklık yapacak bir zemine evriltmeyi başarabildi. TC, yeni devletin ismi oldu. O, esas olarak, oluştuğu tarihsel koşulların yüklediği belirlenimlerle, devletin sermayenin ihtiyaçlarını karşılamayla koşullu olarak eskisinden farklı bir yapısallık içinde örgütlendiği bir “kopuş” süreci içinde gerçekleşti.
Ancak, Osmanlı’nın yerine kurulan yeni devlet/TC, onun ana özelliğini/despotik yapısını kendisinin içinde yaşattı. TC’nin oligarşik ve totaliter ana örgütlenme özelliği/omurgası, onun yapısal olarak eğilimli olduğu despotizmi günün koşullarına göre yeniden üreterek içselleştirdiği anlamına geliyordu. Kendi “maddi yapısı” yıkılıp giden Osmanlı devletinin “ruhu”, TC’nin bilincinde-ruhunda yaşamaya devam ederek sürecin “süreklilik” boyutunu temsil etti.
İçinde oluştuğu coğrafyanın ve toplumun başta gelenek-görenekleri olmak üzere bir dizi yapısal özelliği, kuruluş sürecinin tam da içindeydi ve bir dizi “belirlenim” üzerinden kendilerini dayatıp, yeni devletin içinde yeni biçimlerde var oldular. Bu açıdan bakarsak, Kemalist önderlik, aynı zamanda, Osmanlı devletini yeni bir devlet kurarak “kurtarıp”-“sürdürebilmiş” de oldu.
Kemalizm’in öne çıkmasının başlıca sebebi, korumakla güdülü olduğu Osmanlı’nın çöküşünün kaçınılmazlığını görüp-anlayabilmiş olmasıdır. İçinde yetişip uğruna savaştığı Osmanlı ordusunun sadık bir askeri olan M.Kemal, Anadolu’nun her yerini adeta talan eden emperyalist işgali ve yaşam gücünü kaybeden Osmanlı devletinin zavallıca diz çöküşünü yaşayarak gördü. O koşullarda bile Osmanlı’nın devam etmesini ve ama günün şartları gereği bunun ancak farklı emperyalist güçlerden (İngiliz, Fransız ya da Amerikan) birisinin “mandası” olarak gerçekleşebileceğini savunan “mandacılara” karşı, Osmanlı’nın yerine yeni bir devletin kurulmasının kaçınılmazlığını savunan M.Kemal, kendi görüşlerini Erzurum ve Sivas kongrelerinde kabul ettirerek öncüleşti.
5- M.Kemal, içinde yetiştiği için kendi kişicil bilincinde taşıdığı ve öncülüğünü yaptığı atılıma katabildiği Osmanlı devlet sınıflarını, Osmanlı coğrafyasının “eşraf ve ayanı” kökenli Anadolu sermayesinin somut-tarihsel hareketinin ihtiyaçlarını karşılama üzerinden harekete geçirdi. TC, böylesi bir hareketin içinde oluştu ve hareketin yapısı tarafından belirlendi. Her iki güç alanı da, içinde yaşadığımız coğrafyanın tarihsel koşulları tarafından ortaklaşmaya zorlandı ve ortaklaştılar.
O ortaklaşma, bir yandan, Osmanlı’nın en modern kurumu ordunun merkezinde olduğu devlet sınıflarının “Batı gibi olmak” için güçlü bir hamle yapma arzusuyla doluyken; tersinden, hep aynı kalmak isteyen antika tefeci-bezirgan sermaye kökenli Anadolu sermayesinin geriye doğru çekiştiren üretimden kopuk vurguncu-hazır yiyiciliği arasında kalarak sıkışan, güdük ve kısır kalmaya yazgılı bir kaderle yüklüydü. Şimdi halen sürüp giden CHP-AKP kamplaşmasının köklerinde günün şartlarına göre dönüşerek kendisini sürdüren aynı gerilimli var oluş yatar.
Laiklik ve Şeriat hukuku yerine Medeni Hukuka geçiş, bir yanıyla sermayenin hareketinin önünü açmayı hedeflerken; aynı zamanda, kurucu öncüsü olduğu yeni devletin (TC) merkezinde konumlanan Ordunun etrafında toplanan devlet sınıflarının, vurguncu antika sermaye kökenli güç alanına karşı savunma hattı ya da silahıdır. Karşı taraf ise, İslam’a sarılarak savunma hattını kurar ve devlet sınıflarını “dış güçler” adına davranarak coğrafyamızın varoluşsal yapı taşlarını dağıtmakla suçlar. Hala da öyle yapmıyorlar mı?
İki güç alanının “evliliğinden” doğan Türkiye finans-kapitali, kendi tarihsel sürecinde güçlendiği oranda sahneye çıktı, egemenliğe ortak oldu ve şimdi de mutlak egemenlik arzusuyla hareket ediyor. Finans-kapital, yerel ortağı olduğu emperyalizm ve koruyucu hamisi olan devletin kurucusu devlet sınıflarının tutumlarının kesiştiği bir alanda konumlanır; ama, zaten kendi kökeninde yer alıp bugününe de kimi vurgularıyla uzanabilen antika sermayenin güncel tutumlarından da tümüyle kopuşmaz, kuruluş yıllarındaki “ortak” olma konumundan artık uzaklaştırmış olsa da “yedeğinde” tutmayı ihmal etmez.
Hatta öyle ki, yedeğinde tutup “kullandığı” bu güçlerin güncel uzantılarına/AKP’ye, eski “sevdalısı” şimdiki “belalısı” devlet sınıflarını oligarşik zirvenin alt sıralarına indirme “görevini” verdiği içindir ki, şimdi bunun beklenmeyen sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda kaldı. Finans-kapital, yerel düzlemde ulaştığı toplumsallaşma ve küresel düzlemde ulaştığı ortaklaşma seviyesine dayanarak Anadolu coğrafyasında mutlak iktidarını kurmak istiyor. Ah, bir de kuruluşundaki uğursuz damgayı/kişiliksiz-sinik ve korkak yapısal özellikleri onu paçalarından dibe/batağa doğru çekmese!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.