Silopi’de “kafayı cilalayan” kahraman polisler, panzer tipi tankla öyle umursamaz ve ahmakça bir evin duvarını yıkıp iki küçük Kürt çocuğunu katlettiler. Bu keyfiyet, aymazlık ve zavallılık Kürtlere yönelik tutumun en reel örneğidir Yaklaşılması yasak ve mitleşen bir araç olarak devlet, Türkiye’de totem olma inadını akıl almaz hoyratlıkla sürdürmektedir. Öyle ki Avustralya yerlilerinin binlerce yıl önce […]
Silopi’de “kafayı cilalayan” kahraman polisler, panzer tipi tankla öyle umursamaz ve ahmakça bir evin duvarını yıkıp iki küçük Kürt çocuğunu katlettiler. Bu keyfiyet, aymazlık ve zavallılık Kürtlere yönelik tutumun en reel örneğidir
Yaklaşılması yasak ve mitleşen bir araç olarak devlet, Türkiye’de totem olma inadını akıl almaz hoyratlıkla sürdürmektedir. Öyle ki Avustralya yerlilerinin binlerce yıl önce taptığı ve uğruna kurban kestiği totemden daha fazla “netameli” bir kutsallığa sahip. Özellikle bizim gibi Doğu toplumlarında devlet rızaya dayanmaz. Zor ve tazyik kullanarak kurulur ve varlığını sürdürür. Tıpkı mitolojik Girit Boğası misali, ada halkına eziyet çektirmek için çaba harcar. Bir anlamda topluma raiyyeleşmeyi (sürüleşme) dayatır.
Anatomisi gereği tinsel, tılsımlı ve mutlaktır; varlığı ve sivil toplum üzerindeki tahakkümü katiyen sorgulanamaz. Bu yüzden sivil toplumun intelijensiyasıyla muaraza yaşar. Tek kimliği dayatan, yerel unsurları absorbe eden, tabulaşmış, şeffaflığı umde edinememiş ve gücünü “ilahi varlıktan” alan bir devlet varsa toplumsal başkaldırı veya kitlesel kıyamlar kaçınılmazdır. Diğer bir deyişle ülkeyi Augeas ahırına çevirenler varsa, bu ahırı onlardan temizleyecek Herküller de olacaktır. Bu bağlamda II. Beyazıt döneminde vuku bulan Şah Kulu İsyanı, Kanuni dönemindeki Suhte Ayaklanmaları, IV. Mehmet döneminde hâsıl olan Abaza Hasan Paşa Ayaklanması, III. Ahmet dönemindeki Patrona Halil veya III. Selim’e karşı gerçekleştirilen Kabakçı Mustafa İsyanı gibi sosyal ve sınıfsal reaksiyonlar aslında Türk devlet yapısının ne kadar “hastalıklı” bir geçmişi ihtiva ettiğini yansıtmaktadır. Halkı isyan ve ayaklanmaya zorlayıp sonra “ayaklanmacıları” bertaraf etme retoriği, devletin yegâne varlık felsefesidir.
Kuşkusuz farklı etnik ve dinsel kimliklere sahip bir kara parçasında devleti giyotinleştirme programı her zaman kaos yaratır ve zamanla siyasi mekanizma toz şeker gibi dağılır. Kimlikler, aslında J. J. Rousseau’nun deyimiyle “Musiki notaları gibi ayrı ama işlev olarak birbiri içindir.” Fakat “mukaddes” devletimiz, fütursuzca tek bir notayla musiki yapmaktadır. Ortaya, kulakları tırmalayan galiz bir “sanat eseri” çıkmaktadır.
Devletin zulasında özellikle Kürtlere ait her şey mahfuzdur. Bilgi ağacının yasaklı meyvesi yense ilk onlar cennetten kovulurlar. Hitler’e bir gün İngiliz, Fransız ve Yahudi olmak üzere üç tutsak turist getirmişler. “Size soru soracağım, bilirseniz serbest kalacaksınız” demiş ve ilk olarak İngiliz’e sormuş “Titanik ne zaman battı?” diye. İngiliz bilmiş, 1912. Fransız’a ise “Kaç kişi boğuldu?” diye sormuş. Fransız da bilmiş, 1050 kişi. En son Yahudi’ye gelmiş. Gemide ölenlerin isimlerini sormuş. İşte Türkiye’nin Kürtleri de hep cevaplanması zor, kasıtlı sorulara maruz kaldılar. Ölümü gösterip sıtmaya razı edildiler. Silopi’de gördüğümüz gibi “kafayı cilalayan” kahraman polisler, panzer tipi tankla öyle umursamaz ve ahmakça bir evin duvarını yıkıp iki küçük Kürt çocuğunu katlettiler. Bu keyfiyet, aymazlık ve zavallılık Kürtlere yönelik tutumun en reel örneğidir.
Eğer mevcut iktidar kendini mütedeyyin olarak tanımlıyorsa ve şerri hükümleri kanunların üstünde tutuyorsa, o zaman “Hucurat Suresi’ni” uygulasın da görelim dindar hoşgörüsünü. Muktedirin dilinden düşmeyen tabiriyle, eğer Allah herkesi tek bir ümmet olarak yaratmamışsa ve insanları kavim kavim yaratmışsa, siyasal iktidar Kürtlerin kendi geleceğini tayin etme hakkını gasp etmeyi bırakmalı. Yok, kendini milliyetçi olarak ittihaz ediyorsa o zaman Mustafa Kemal’in 17 Ocak 1923’te İzmit’te yaptığı şu konuşmayı geliştirip sorunun çözümü için yeni modeller geliştirmeli: “…başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim teşkilat-ı esasiye kanunu gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendilerine ait sorun yaratmaları daima mümkündür.”
Çocuk hülyası içinde olan Perinçek cinsi “bilimsel sosyalist” Türkçüler ve ulusalcılar ise hiç yok yere umutlanmasınlar! 700 yıl sonra termonükleer yakıt kaybına uğrayan ve içe doğru çöken dünya zaten koca bir “kara deliğe” dönüşecektir. Ulus-devleti mükâfat ettikleri sevgili torunları tıpkı diğer zavallı insancıklar gibi kara deliğin yazgısına kurban gideceklerdir. Dolayısıyla “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” aforizmasının büyüsüne hiç boşuna kapılmasınlar. Asteroit yağmuru veya Hale-Bopp kuyruklu yıldızı, dünyanın yüzeyine çarptığı an değil sevgili ulus-devletleri, bakterilerin dahi yaşam şansı kalmayacaktır. Her geçen gün ısınan ve şişen güneş, bizim bunak milliyetçilerimiz için ayrı bir tarife uygulamayacaktır. Şüphesiz asteroitler, tek vatan için “ceset tarlasına” çevrilen Anadolu topraklarına bereket yağdırmayacaktır. Kısacası “saygıdeğer” Türkçülerimiz tıpkı diğer canlılar gibi en sonunda fotosentez yapamadan yok olup gitmeye mahkûmdurlar.
At üstündeki fetihlere özenmeyi, savaş fantezilerini ve Kürt düşmanlığını bırakmalılar artık. Kürtler ve diğer uluslarla barışçıl bir şekilde 700 yıl sonraki kaçınılmaz “büyük çöküşe” hazırlanmaya bakmalılar. Eskilerin deyimiyle “hubb-ı vatana meyli kes, bu dünyada kalmaz hiç kes.”
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.