Açıkçası, eğer Kızıldere’deki destansı direniş olmasaydı, THKP-C tezlerinin etkisi, ilk önce inandırıcılık süzgecine tabi tutulacağı için, sınırlı kalırdı. Ya da daha kabul edilebilir ifadeyle, Kızıldere olmasaydı ne THKP-C kökenli hareketler Türkiye solunda egemen güç haline gelirdi ne de THKP-C kökenli o kadar çok hareket olurdu
Açıkçası, eğer Kızıldere’deki destansı direniş olmasaydı, THKP-C tezlerinin etkisi, ilk önce inandırıcılık süzgecine tabi tutulacağı için, sınırlı kalırdı. Ya da daha kabul edilebilir ifadeyle, Kızıldere olmasaydı ne THKP-C kökenli hareketler Türkiye solunda egemen güç haline gelirdi ne de THKP-C kökenli o kadar çok hareket olurdu
Kızıldere’nin adı âhire kaldı; bu, sonsuzluğu ifade ediyor.
Kızıldere’de ilk düşen Mahir’di; bu nedenle Mahir oldu.
Kızıldere, devrimin inandırıcılığının sınandığı bir sınavdı. Sınavdan başarıyla geçenler, devrim için hayatlarından vazgeçenlerdi.
Kızıldere direnişinin taşıdığı anlam, bir süre sonra yüz binlerin Mahir’in arkasından yürümeye başlamasıyla görünür hale geldi.
42 sene sonra, Gezi İsyanı günlerinde Mahir, Dikmen’den Kızılay’a akan kalabalığın önünde dalgalanmaya başladığında, âhire kalmanın böyle bir şey olduğu anlaşıldı.
Âhir sonsuzluğu değil sadece, son olmayı da anlatıyor çünkü. Çünkü Kızıldere’den sonra bir başkası yaşanmadı; Mahir’den sonra bir başkası yaşamadı.
Neden böyle olduğu sualinin cevabı, bizzat Kızıldere’yi yaratan politik iradede aranmalıdır ki, tılsımlı cevabın bizleri, Mahir ve arkadaşlarının önceleri 68 kuşağının sıradan bir neferi olmaları, sonraları gençlik hareketi içinde öne çıkmaları, THKP-C’yi kurarkenki niyet ve hedefleri, Maltepe’de kuşatıldıklarındaki tavırları, mahkemedeki siyasi savunmaları, cezaevinden firar etmeleri, Karadeniz’e doğru yol almaları, Tokat Niksar’da kuşatıldıklarında, “Biz buraya dönmeye değil, ölmeye geldik” diyebilme kararlığını sergilemelerine götüreceği açıktır.
Bu nedenle denebilir ki, Kızıldere, THKP-C tezlerinin doğrulayıcısıdır.
Sadece Kızıldere ve Mahirler değil elbette. Denizlerin darağacındaki, İboların işkence tezgahındaki direnişleri, THKO’nun ve TİKKO’nun da âhire kalmasına neden olmuştur.
Ve yine denebilir ki Kızıldere, Türkiye devrim tarihinin itibarıdır. 12 Mart günlerinde Kızıldere’de, 6 Mayıs’ta, işkence tezgâhlarında yaratılan itibar 1970’li yıllarda sol hareketlerin kolaylaştırıcısı olmuş, günün devrimci ihtiyaçlarına uygun politik-pratik üretim devrimin geniş kitleleri sarıp sarmalamasıyla sonuçlanmıştır.
Açıkçası, eğer Kızıldere’deki destansı direniş olmasaydı, THKP-C tezlerinin etkisi, ilk önce inandırıcılık süzgecine tabi tutulacağı için, sınırlı kalırdı. Ya da daha kabul edilebilir ifadeyle, Kızıldere olmasaydı ne THKP-C kökenli hareketler Türkiye solunda egemen güç haline gelirdi ne de THKP-C kökenli o kadar çok hareket olurdu. Çünkü Kızıldere gibi, askeri-örgütsel yenilgi olarak kabul edilen, ancak ideolojik-politik devamlılığı hak ettiğine inanılan bir direniş söz konusuydu. Yani ortada kıymetine paha biçilmez bir “emanet” bulunuyordu. O nedenledir ki, ideolojik-politik zerre kadar benzerliği olmayanlar bile 40 yıl sonra çıkıp “Mahir’in emaneti bende” deme cüretini gösterdi.
“Emanete ihanet etmek” ağır kaçarsa, “müflis çocuklar” benzetmesi yapılabilir. Evet, Türkiye solu, müflis çocuk gibidir.
Bütün sorun da budur zaten. 12 Mart ile 12 Eylül dönemi devrimci hareketleri arasındaki önemli fark da budur.
Elbette, 12 Eylül günlerinde işkencelerde, darağaçlarında, dağ başlarında Mahirlerin, Denizlerin, İboların yüzünü kara çıkartmayacak pek çok örnek yaşanmıştır. Ancak sorun, 1970’li yıllardaki devrimci hareketlerin ideolojik-politik-örgütsel bütünlüğünden güç alan merkezi direnişin 12 Eylül faşizmine karşı sergilenememiş olmasından kaynaklanmaktadır. 12 Eylül günlerinde benzer pek çok olay yaşanmasına rağmen, hiçbiri Kızıldere olamamış, içerdiği politik anlam, yol göstericiliği, öğreticiliği ile kıymeti artan bir Kızıldere yaratılamamıştır. Bir başka ifadeyle, politik tezleri doğrulayan bir pratik hayata geçirilememiş ya da çabalar etkisiz kalmıştır.
Çünkü 1970’lerin ikinci yarısından sonra ivme kazanan antifaşist mücadelenin gereklerini yerine getiren devrimci hareketler, açık faşizm koşullarına uyum sağlayamamış, işkencede, cezaevlerinde, mahkemelerde, iç savaş günlerindeki iddiaya uygun davranılamamış, nihayetinde 12 Mart günlerinde yaratılan itibar, ne yazık ki 12 Eylül’de sağlanamamıştır.
1990’lı yılların ilk yarısında başlayan yeniden örgütlenme serüveni ise daha çok devrim ve sosyalizmin temel kabullerinden uzaklaşma, sağ/sol/liberal savrulmaların etkisi altında gerçekleşmiştir.
Bu, 12 Eylül faşizmine karşı Kızıldere yaratılamamasıyla doğrudan ilintilidir. Çünkü devamlılığı hak etmek, gerektiğinde “buraya dönmeye değil, ölmeye geldik” demekten geçmektedir ki, 12 Eylül’de siyasi iradenin bu yönde tecelli etmediği sır değildir.
Hiç şüphe yok ki Kızıldere’nin sonsuzluğuna, yeni sonsuzluklar eklenmelidir, bu ancak Mahir olmakla mümkündür. Yani, tam bağımsız Türkiye için ölümü göze alacak bir irade ve “dönmeye değil, ölmeye geldik” diyebilen bir kararlılık gerekmektedir. Gerisi sadece laf-ı güzaf değil, mirasyediliğin dik alasıdır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.