Bölüm 1: Yalnızdık Bizim kuşak büyüklerinden her zaman “Artık herkes kendini düşünüyor” cümlesini bolca duydu, yaşadıkça da anladı. Bu cümlenin ardı hep şöyle devam etti: “80’den önce böyle miydi?” Sonra biz okuyunca anladık. 12 Eylül’de toplumu ezip geçen askeri yeşil, meğer büyük bir virüs yaymıştı aynı zamanda. Çağın en büyük hastalığıydı bu, herkese sirayet edecek […]
Bölüm 1: Yalnızdık
Bizim kuşak büyüklerinden her zaman “Artık herkes kendini düşünüyor” cümlesini bolca duydu, yaşadıkça da anladı. Bu cümlenin ardı hep şöyle devam etti: “80’den önce böyle miydi?”
Sonra biz okuyunca anladık. 12 Eylül’de toplumu ezip geçen askeri yeşil, meğer büyük bir virüs yaymıştı aynı zamanda. Çağın en büyük hastalığıydı bu, herkese sirayet edecek ve toplumun en tabanından itibaren bütün ilişkileri yeniden düzenleyecek bu virüsün kavramsal adı neoliberalizmdi. Bu büyük sermayeye sahip sınıfların büyük bir plan içinde o dönem harekete geçmesiyle oldu. Dünyanın asla unutmayacağı ve yeninden bilinçlendiği zaman nefretle anacağı iki önemli isim (Margaret Thatcher ve Ronald Reagan) hemen hemen aynı anda gelip bütün ekonomik ve siyasal hayatı topyekûn organize ettiler. Bu etki dünyanın çok küçük bir bölümü dışında tamamına yayıldı.
Neoliberalizmin marifetleri her yerde yazılıp çiziliyor ancak bu yazı için önemli olanı Margaret Thatcher’ın Women’s Own dergisine verdiği röportajdaki ünlü sözüdür: “There is no such thing as society.” (Toplum diye bir şey yoktur)
Ve işte o saatten sonra bizim büyük yalnızlığımız başladı. Koskoca bir dünyada her şey gelişiyor, daha kalabalık topluluklar bir arada yaşıyor, kentler büyüyor, okullar, hastaneler, sinemalar çoğalıyor ama insan yalnızlaşıyordu. Peki bu nasıl mümkün oluyordu? Bunu kavramanın basit bir yolu var aslında; Marksist sosyologları okumak. Çünkü zihinsel dünyamız, fikirlerimiz ve siyasal bilincimiz içerisinde bulunduğumuz üretim biçimine göre şekilleniyordu. Rekabetin arttığı, üretimin giderek parçalandığı bir dünyada bizim de diğer insanlarla rekabet etmemiz, toplumsal ilişkilerimizi parçalamamız ve sınırsız bir yalnızlığın içerisine girmemiz normaldi ve bu böyle sürüp gitti…
Bizim yalnızlığımız bitti
31 Mayıs günü yaşadığı toplumsal koşulları tatmin edici bulmayan insan, onu pratiğiyle değiştirmeye karar verdi ve milyonlarca kişi Türkiye’nin en yaygın eylemlerine imza atarak büyük bir toplumsal ayaklanma sürecini başlattı. Toplumun birçok kesimini muazzam bir dayanışma içerisinde birleştiren ve bu dayanışmayı da hayatının her alanına yaymaya çalışan Haziran İsyanı toplumsal düşünce alanında yepyeni sayfaların açılmasını sağladı ve “zamanı eklem yerinden çıkaracak” bir etki yarattı.
O günlerde sokaklarda gerçek bir savaş vardı. Her gün binlerce kişi yaralanıyor, kimi gözünü kaybederken kimi de canından oluyordu. “Destan” motivasyonuyla kolluk güçleri düşmanla savaşıyor gibiydi. Sokağa çıktığınız her an tehlikeliydi. Bir gaz kapsülü herhangi bir uzvunuzu kırabilir, plastik mermi gözünüzü kör edebilir, polisin eline geçerseniz dakikalarca işkenceden geçebilir hatta öldürülebilirdiniz. Ya da ertesi gün işe gittiğinizde işten çıkarılabilir ve zaten “aç kalmamaya” yeten paradan da olabilirdiniz. Peki neydi sokakları dolduran bu cesaretin nedeni?
Yalnızlığımız bitmişti. Direnişin en sertleştiği anlarda etrafımıza baktık. Barikatlara, gaz bombalarına insanlık tarihinin en acımasız mavisine doğru yürüyenleri gördük. Gaz bulutu arasında birbirine yardım eden, el birliğiyle barikat kuranları gördük. Üst kattan telaşla barikata malzeme getiren, ya da karnımızı doyurmak isteyen yaşlı kadınları, erkekleri gördük. Polisten kaçarken apartmandan uzatılan yardım eline tanık olduk. Gönüllü çalışan, her işi severek yapabilmeyi öğreten insanları gördük. Onlu yaşlardaki insanların altmışını devirmişlere öğrettiği birçok şeye rastladık. Marjinal beşliyi, kırmızılı kadını, duran adamı, kitap okuyan adamı, Çarşı’yı, POMA’yı, sapanlı teyzeyi, engelsiz vatandaşı, Ali İsmail’i, Ethem’i, Antakya’yı gördük. O kadar ama o kadar çoktuk ki, yalnızların toplumsal düzeni ters yüz eden birleşmesini ve “Biz” olmasını gördük…
Bölüm 2: Artık yalnızlar
Bizim yalnızlığımız biterken, bizi yıllardır yalnızlığa iten iktidarın yalnızlığı başladı. Ülkemizde sağ iktidarların birlikteliğinin en büyük motivasyonu iktidar rantı, rüşvet ve yolsuzluktur. İşte bu üçünün birlikteliği üzerine kurulan AKP iktidarı özellikle ikinci dönemiyle birlikte siyasal politikanın sağ tarafından muazzam bir üstünlük kurarak alternatifsiz bir hale gelip, bütün sağ unsurları kendi partisinde eritebilmişti. Sağın birlik projesini inşa etmeyi başarmıştı. Bunu kimi zaman kasetlerle, kimi zaman yok ederek, kimi zaman içine katarak kimi zaman da rantını bölüşerek uygulamıştı. Arkasına sermaye sınıflarını ve emperyalist güçleri de alarak dışarıdan bakıldığında da tam bir birlik halinde gözüküyordu.
Hem Türkiye tarihinin hem de AKP tarihinin en önemli dönüm noktası olan gezi direnişi bu birliğin üzerine giderek onu parçalama yoluna soktu. Aslında Nisan 2012’de AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu yaptığı bir konuşma da şöyle demişti: “Yeni bir döneme giriyoruz, bundan önceki dönem vesayetin geriletilmesi, demokratik sistemin kanallarının genişletilmesi gibi herkesin paylaşacağı bir dönemdi. Ama bu dönemde eski müttefiklerimiz bizimle yürümeyebilir.” Burada eski müttefik diye kastettiği demokratlar, libearal solculardı ama sağ cephede bir parçalamayı elbette beklemiyordu.
Bugün son noktada artık 17 Aralık operasyonuyla da iyiden iyiye gün yüzüne çıkan iktidar içi çözülmeyi yaşıyoruz. Tayyip Erdoğan, devletin bütün kadrolarını en yakın arkadaşlarıyla paylaşıyor artık. Yani sağın birliğiyle kurulan iktidar sadece “Başkan’ın adamlarına” daralmış durumda. Hatta en derinde görevlendirdiği kişiler, artık bakanlıklara bile geliyor. En tepede, yönetsel mekanizmalarda yaşanan bu daralma elbette kitle tabanında da hissedilecek bir etkiyi gün geçtikçe yaratacaktır. Sağın birliği olan Rantın, yolsuzluğun paylaşım sorunu siyasal olarak yanyana durmamayı teşvik edecektir. Yani Tayyip Erdoğan iktidarının en yalnız ve en güçsüz dönemini yaşıyor. İdris Naim Şahin’in şaşırtıcı istifasını yaparken söylediği şeyi hatırlamakta yarar var: “Hükümette dar bir oligarşik kadro var.”
Yeni bir dünya uzak değil
İktidardaki bu yalnızlaşma politik olarak da sağda bir siyasi boşluk oluşturuyor. Bu boşluğu doldurmak üzere şimdilik CHP görevlendirilmiş gibi duruyor. İktidarın artıklarını toparlamayı hedef edinen CHP’nin yerel seçim başarısı muhalefet adına bir başarı yerine aslında süre gelen zenginler sisteminin, iktidar boşluklarını doldurması demek olacak. Ankara’daki Mansur Yavaş, İstanbul’daki Mustafa Sarıgül aslında AKP’nin doğada farklı çeşitlenmiş ama aynı politik DNA’ya sahip türleridir. Ve bu kişilerin kazanacak olması solu değil, ülkemizde yeni bir sağı geliştirecektir ve elbette halk tepkilerini soğuracaktır.
Bugünden bakıldığında yine tek bir çözüm var aslında: Gezi direnişi sırasında büyüyen ve birleşen halk muhalefetinin yıkıcı gücü. “Artık az kişiyiz” yorumları sık sık duysak da bilmeliyiz ki sokak hareketi uzun süre aynı tempoda, kitlesellikte ve yıkıcılıkta ilerlemez. Ama tetikleyen bir unsur geldiğinde gezidekini de aşan bir politik etkiyi yaratacağı kesin. Yukarıda “Devler” büyük operasyonlar hazırlarken, yeni alternatifler yaratırken biz sıradan halk, ön sıradan bilet almış bir tiyatro izleyicisi olmak yerine mutlaka sokakları doldurup artık iktidarı hedefleyen bir konum almalıyız.
Yeni bir dünya kurmak gerçekten çok uzak değil, çünkü dünya çapında büyüyen direnişler gösteriyor ki hem Türkiye’deki hem de dünyadaki yönetici sınıflar, tarihlerinin en zayıf dönemlerinden birini daha yaşıyorlar.
* Ali Emre Mazlumoğlu
[email protected]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.