I. Haziran İsyanı’nın pek bilinen bir sloganı da, “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” değil miydi? Sanki biraz fazla iyimserlik yüklü gibiydi. Sonrasında olup bitenlere bakarsak, oldukça gerçekçi olduğunu söyleyebiliriz. Ki, aslında o slogan, ülkenin yeni bir tarihsel döneme girdiğini vurguluyor. Henüz yolun başındayız, ama geçen 6-7 ayda bile neler olmadı ki? 11 yıllık iktidarın […]
I.
Haziran İsyanı’nın pek bilinen bir sloganı da, “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” değil miydi?
Sanki biraz fazla iyimserlik yüklü gibiydi.
Sonrasında olup bitenlere bakarsak, oldukça gerçekçi olduğunu söyleyebiliriz.
Ki, aslında o slogan, ülkenin yeni bir tarihsel döneme girdiğini vurguluyor. Henüz yolun başındayız, ama geçen 6-7 ayda bile neler olmadı ki?
11 yıllık iktidarın “sarhoşluğuna” sürüklenen Erdoğan, İsrail ve ABD’nin, “faiz lobisi” dediği Koç’un simgelediği finans-kapitalin ve “radikal terör örgütlerinin” bir arada olduğu bir suçlu listesi çıkarıp, süreci bir “polisiye vaka” basitliğine indirgemeye çalışsa da, toplumsal gerçeklik kendi yolunda yürüyor.
Kader, Haziran’dan sonra şimdi bir kez daha Erdoğan’ın kapısını tıklatıyor. O tıklamalarda Kader’in kendisine Noel Baba gibi davranmasına alışmış olan Erdoğan, öfkeyle bağırıyor; anlaşılan kendisini gerçekten “Padişah” zannetmiş, hep kalacağını ve kimsenin kendisine dokunamayacağını sanmış.
17 Aralık, Haziran ve sonrasında 6 aydır biriken gerilimlerin patlama anı oldu.
Patlayan sermaye sisteminin iktidarının zirvesi olunca, doğal olarak her yere lağım kokusu yayılıverdi.
Şimdilik yolsuzluk pisliği saçılıyor; Hoca Efendi’nin sözlerini ciddiye alırsak, sırada “seks kasetleri” var.
x x x
Arkasındaki küresel ve yerel sermaye güçlerinin oluşturduğu güç alanının, TC üzerinde “ameliyat yapma”, bölgede “emperyalist işgale taşeronluk” ve “neoliberal uygulamaların derinleştirilmesi” göreviyle öne çıkardıkları Erdoğan önderliğindeki AKP’nin, “görev süresi” bitmiş gözüküyor.
Gezi’de, Rojava’da ve Suriye’de olup bitenler, süreci epey başarılı olarak bir yere kadar getirerek eski rejimin restorasyonu zemininde yeni bir rejim inşa etmeye yönelen Erdoğan’ın, nefesinin tükendiğini, teklemeye başladığını, yaptığı hataların kendisinin kurduğu yeni rejimi de riske atacağını gösteriyordu.
Gezi’de ve Rojava’da demokratik-halkçı güçler inisiyatif alırken, Suriye’deki aptalca hamleler bölgedeki emperyalist projeleri riske sokuyordu. İsrail’le yaşanan ve başlangıcında “taşeronluk” hizmeti için uygun bir “maskeleme” yaptığı için hoş görülen gerilim de, Rojava ve Suriye yenilgisinden sonra göze batmaya başlamıştı.
Deyim yerindeyse, ordu merkezli Kemalist rejime yapılan restorasyonun da restore edilmeye ihtiyacı vardı.
Cumhuriyet’in restorasyonu
Eski Kemalist rejim, ülkede gelişen kapitalizmin ve küresel sermayenin güncel taleplerine artık yetmediği için, siyasi iktidarın orduyla paylaşılmadan doğrudan ve mutlak olarak sermayenin kontrolüne geçmesini hedefleyerek bir restorasyona tabi tutulmuştu.
Erdoğan, doğrusu bu süreçte iyi “hizmet” verdi. Gel gör ki, siyaset nankördür; bir dönemki başarınız sonrasını garantilemez. Sürekli yenilenmeniz, her yeni dönemi yeniden kazanmanız gerekir.
O restorasyon için, bu coğrafyanın tarihsel-toplumsal gerçekleri, binlerce yıllık tefeci-bezirgan sermaye derinliğinin ve üretimden kopuk bu çapulculuğun İslam’ı kontrolüne alıp toplumsal meşruiyet ürettiği tarikat ağlarının desteğine ihtiyaç vardı.
Pozitivist rasyonaliteyi delip geçen gerçek hayatın rasyonalitesi, sermayenin en “çağdaş” hali finans-kapitali, en eski hali tefeci-bezirganlıkla Cumhuriyet’in başlangıcından beridir kurduğu ittifakı bir kez daha güncellemeye itmişti. Erdoğan, bu tarikat ağlarının içinden çıkıp gelerek finans-kapitale sıçramak isteyen sermaye birikimlerinin yırtıcı-saldırgan sözcüsü olarak, o sıçrama ihtiyacını göremeyen ustası Erbakan’a tekmeyi atıp, göreve soyunmuştu.
Elbette, “bal tutan parmağını yalar!” Ama, Erdoğan işi fazla ileri götürmeye başlamıştı.
Kendisini ve temsil ettiği tarihsel derinliğin gücünü abarttı, ve üstelik o derinliğin başka bir sözcüsü olarak “görev” alan Cemaat’in varlığını da unuttu! “Sen gidersin başkası gelir” diyecek “modern” sermayenin yerel ve küresel güçlerinin de gücünü küçümsedi.
“Ustalık” döneminin kibirli ve nobran saldırganlığı; üst üste yapılan hataların kurulan yeni rejimin varlığını tehlikeye düşürmesinin, eski rejimin geri dönmesinin koşullarının hayli zayıfladığı günümüz koşullarında, ülkeyi istikrarsızlıktan başlayıp kaosa kadar sürükleyebilecek bir ortam yaratarak sermaye birikiminin toplumsal istikrar ihtiyacını karşılayamaması gerçekliğinin üstünü örtemiyordu.
Vakit gelmişti; kader bu sefer Noel Baba değil Azrail kılığında kapıyı çalmaya başladı.
Ama, sadece sermaye güçleri yok. Haziran isyanının toplumsal güçleri ve özgürlüğe sevdalanmış Kürt halk güçleri de, Gezi ve Rojava’dan moral toplayarak, yaşamın içindeler. Sermayenin bütün eğilimlerinden bağımsız demokratik ve halkçı bir yönelimin koşulları da mevcut. O yönelimin, “Yeni bir toplum” u fiili ve meşru zeminde inşa ederek, alternatif bir toplumsallığı dayatması mümkün.
Zaten, sermayenin yeni arayışlarının gerçek sebebi de, Erdoğan’ı ülkede ve bölgede sıkıştırarak iktidar alanını çözen halk güçleri değil mi?
*
II. Nereye gidiyoruz?
Bir demokratik devrim yaşanmadığı için bir türlü içinden çıkamadığımız tarihimiz, ister istemez akla geliyor:
Şeyh-ül İslam Fethullah Efendi ve cihan padişahı Erdoğan hazretleri kapışırken, bu sefer İstanbul’daki Ocak’ta değil de Ankara’daki Genel Kurmay binasında üslenmiş olan “seyfiye” –kılıçlılar, durumu gözlüyor ve muhtemelen fırsat kolluyor! Değişiklik, seyfiyenin polis fraksiyonun da hayli aktif olması.
Evet, egemen güçler arasındaki fraksiyon çatışması sürekli yeni zirveler yaparak yükseliyor.
Erdoğan’ın dershaneleri kapatarak kadro kaynağını kurutmayı hedeflediğini, hemen sonrasında da Emniyet ve Yargı’da yapacağı toplu tasfiyeyle “boğazını sıkacağını” gören Cemaat, sermaye güçlerinin de arkadan itmesiyle 17 Aralık hamlesini yaptı.
Şimdiden sonra, iktidar savaşı farklı bir zeminde, daha sert ve yırtıcı hamlelerle sürecek. Kristal bardak kırıldı bir kez, geri dönüş yok. Savaşta yumruk sayılmaz ve bir de savaşanlar egemenlerse, hiçbir kural ve etik yasası da işlemez.
Erdoğan, sanki kendisi başka bir kumaştan dokunmuş gibi, “operasyon” dan bahsediyor; basındaki adamları sözünü tamamlıyor:
30 kişilik bir merkez çekirdeğe bağlı ve İsrail ve ABD’nin ajanlığını yapan bir şebeke varmış da, vatana ihanetten ve casusluktan yargılanabilirlermiş de, İran’a yönelik TC menfaatleri ABD-İsrail tarafından baltalanıyormuş da, ülkenin bölgede bağımsız irade olması engellenmek isteniyormuş da…vd.
Peh, peh, peh! Sanki anti-emperyalist bir yurtsever konuşuyor!
Haydi onların diliyle konuşalım: “Ulan, hepiniz aynı çukurun içinde değil misiniz?”
Evet, birlikte hizmet ettiğiniz, birlikte “maşalık” yaptığınız emperyalistler ve yerel sermaye güçleri, şimdi size dokununca, bu ne gürültü?
Hem şu “kutular” ne olacak; hani “yetim hakkı” yedirmezdiniz?
x x x
Yazının başındaki benzetmeye dönelim.
Oradaki padişah, sadece sahnede göründüğü için Erdoğan.
Oysa, gün oldu devran döndü, şimdilerde, iktisadi ve siyasi egemenlik görüntüde olsun ayrıştı ve ekonomik iktidar, çok sıkışmadıkça perde arkasında olmayı ve kendisine hizmet edecek bir gücün ona ayrılmış bir alanla sınırlı olarak ” padişahlık yapmasını” kabulleniyor.
Bir toplumsal ilişki biçimi olarak kapitalist sermaye ve onun Koç ve Sabancı gibi kişileşmiş halleri, aslında günümüzün gerçek padişahları. Ama işler eskisinden farklı, bir dizi toplumsal dolayım içinden geçerek yürüyor.
O dolayımlar halkın gücüyle “kısa devre” yapınca, egemenlik çıplak haliyle görünmek zorunda kalıyor; faşizm devreye sokuluyor.
Erdoğan kendi kurduğu yeni rejimi riske sokmaya başladığından beri, küresel ve yerel sermaye güçleri sıkça devreye girdi ve bolca uyarılarda bulundu. Ancak, Erdoğan önderliğindeki AKP’nin “işleri yönetme” kapasitesinin sınırlarının olduğu ve tıkandıkları açıkça görüldü.
Son dönemlerde, neye el atsalar “ becerememe” durumuna düşmediler mi?
İktidar alanındaki iç çatışma, tam da böyle bir anda başladı. O alan, özellikle Gezi’de kendilerini gösteren halk güçleri ve Kürtler tarafından zorlandı ve çatladı.
“Yolsuzluk” da, “paralel ya da derin devlet” de; kapitalist sistemin gerçekleridir. Başka türlü, temiz bir toplum ya da açık-saydam bir devlet, sadece ahmakların ya da iflah olmaz ütopistlerin hayallerinde olan bir şeydir.
Yolsuzluk, sistem içi bir sermaye birikim biçimidir; dünyada trilyonlarca dolar “kara para” halka kapalı ama egemenlerin kontrolünde dolaşıyor ve söz gelimi İsviçre gibi “steril” ortamlarda ve yüksek eğitim almış kravatlı veya döpiyesli “çakallar” tarafından yıkanarak temizleniyor.
Derin ya da paralel devlet de; bir egemenlik aracı olarak, egemenliğin devamı için gerekli olan “pis” ya da “gizli” işlerin yapıldığı alanlar olarak, genel devlet bütünselliği içinde hep var olan bir çekirdektir.
x x x
Sermaye güçlerinin ülkeye bir “format attığını” saptamalıyız.
Evet, her şey olup bitip de günün sonuna geldiğimizde ne olacak, nereye sürükleniyoruz? Toz duman arasında kaybolmamak için ne yapmalıyız?
Yorulan ve tekleyen Erdoğan’ın alanının daraltıldığını, AKP içinden ve dışından AKP’nin kuruculuğunu yaptığı yeni rejimi yürütecek yeni siyasi güçlerin hazırlanmaya çalışıldığını görüyoruz.
AKP’nin içinde Gül ve Arınç’la bir çatlak yaratılmaya çalışılırken, iktidar alanının Cemaat kanadı da bir başka bağımsız güç alanı olmaya çalışıyor.
Bunun anlamı, şimdiye dek sadece AKP’de bir güç olabilen ve ABD merkezli olarak ülkeye ve bölgeye dayatılan “ılımlı İslam” modelinin farklı güç alanlarından beslenerek kendi etki alanını arttırma, hem iktidar hem de muhalefeti kendisiyle doldurma imkanını yakalamasıdır.
Elbette, böylesi bir bölünmenin “ılımlı İslam” alanını zayıflatma olasılığı da var. Ama son günler de sadece bu olasılığa vurgu yapıldığı ve o olasılık da sanki kendiliğinden oluverecekmiş gibi bir yanılgının etki alanı arttığı için, şu son günlerin iyimserliğinden biraz kopuşarak, diğer olasılığa da vurgu yapmalıyız.
Gezi’den sonra sermaye güçleri arasında itibarı yükselen CHP’de bir yeni iktidar adayı olarak hazırlanıyor.
İçindeki “ulusalcı-Kemalist” eğilimin etkisi tırpanlandı ve AKP’nin yeni rejimine uyumlu bir kimlik ve hatta o rejimi AKP’den daha iyi yapma yeteneği kazandırılmaya çalışılıyor. Sarıgül ve Mansur aşısı yapılarak, o hedefe doğru gidiş hızlandırılıyor. İstanbul ve Ankara’nın yerel iktidarının kazanılması, bir masum “teşvik primi” olarak kullanılıyor.
İşte, şu pek büyük güç odaklarının ve “muazzam” komploların zavallı hedefi!
x x x
Sermaye güçlerinin bu pek zavallı ama ellerindeki güçle ülkeye ve bölgeye dayattıkları kader, sadece sermaye birikiminin güncel taleplerini karşılamayı ve sadece günü kurtarmayı hedefliyor.
O muazzam maddi güç, yapısal güçsüzlüğünün pençesinde çırpınıyor ve sadece günü kurtarmayı düşünebiliyor.
Kurnazlar, Haziran’ın rüzgarını arkalarına alarak güç kazanmaya, kendilerini olduklarından farklı göstermeye çalışıyorlar.
Günün moda ama pek güzel deyimiyle bitirelim: “ Bu pisliği devrim temizler!”.
Halk güçlerinin sahneye çıkması, kendi çıkarlarını sermayenin çıkarlarına dayatmasının tam zamanıdır.
Sermayeyi tarihin çöplüğüne süpürmek, günümüzün sahici seçeneği.
Eğer bunu hayal olarak görüyorsanız, içine sürükleneceğiniz yeni “pislik”lerden ve onların kendilerine özgü yeni lağım kokularından şikayetçi olmaya hakkınız yok.
20 Aralık 2013
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.